Görsel: Canva
Yıllar önceydi...
Akşam haberlerinde sağanak yağış nedeniyle şehrin felç olmasına ilişkin haberi izliyordum. İ. Melih Gökçek’in alt geçit inşaatlarını 60-70 günde tamamlayıp isimlerini de "60-70 Gün Alt Geçidi" koyduğu yıllar.
Yağmur yağınca bu şahane hizmete ilaveten dalgıçlık hizmeti de veriliyordu ama o yıllarda, hakkını yememek lazım. “Ankara’da deniz yok” diyenlerin sözünü kesip bir tokat gibi “ama dalgıç var” diye tamamladığımız yıllar…
Televizyonda bir anda sular altında kalan şu an adını bile hatırlamadığım bir alt geçidin yukardaki ağzında gençten bir sunucu soluk soluğa felaketin boyutları hakkında bilgi veriyor. Kadraja birden sağ taraftan üstü başı sırılsıklam bir adam girdi. Çelimsiz, kara kuru, gençten bir tip. Kıyın kıyın yanaştı spikere. Eliyle alt geçidi işaret edip bi’şeyler söylüyor.
Zihnimde fıldır fıldır
Cevval spiker anladı hemen durumu, hemen mikrofonu uzattı adama doğru; “Efendim sular geldiğinde siz de tam olarak alt geçitte miydiniz? Seyircilerimize anlatır mısınız orada yaşananları?” dedi.
Adam düğmesine basılmış gibi iştahla anlatmaya başladı aşağıda yaşananları; “Biz evet alt geçitteydik. Minivan var bizim, abimle beraber içindeydik arabanın. Birden üstümüze sular gelmeye başladı. Önümüz arkamızda araçlar vardı, hareket edemedik… Sonra… Sonra kendi imkânlarımızla yüzerek çıktık yukarı doğru” dedi… Kameraya bakıyor bir de yandan yandan, gururlanarak… Alt geçitten yüzerek çıktığı için yani… İşte o an…
Bende olur böyle anlar, bir aydınlanma gelir bana, aşinayım yani hisse… kendi imkânlarımızla… kendi imkânlarımızla… Zihnimde fıldır fıldır dönmeye başladı bu tâbir. ‘İşte bu!’ dedim kendi kendime, ülkeni anlatacak bir tâbir bul deseler bunu derim, kendi imkânlarımızla…
Hasbelkader meslek hayatının bir kısmını yurtdışında geçirmiş biriyim. Tokyo’da üç-dört yıl yaşamışlığım var misâl. Bir Japonun “kendi imkânlarımızla” diyebileceği bir durumu tahayyül edemiyorum.
Oysa ne kadar tanıdık bir laf benim “güzel ve yalnız” ülkemde, bu durum hem bir lanet hem de bir ödül aslında (Bkz. it is a gift and a curse be annem!) Açıklayacağım ama önce şunu belirtmeme izin verin. Hiçbir şey pür iyi ya da pür kötü olamaz… Öyle düşünenlerdenim ben. Kendi imkânlarımızla geçimimizi sağlıyoruz.
Kendi imkânlarımızla yaşıyoruz. Kendi imkânlarımızla ölmüyoruz mesela. İsveç’te okuyan oğlum İsveç’te yaşamanın zorluklarından birinin devletin vatandaşının açlıktan ölmesine izin vermemesi olduğunu söylüyor.
Açıklayacağım efendim, açıklayacağım. İşte bizi birbirimize şahane hatta şairane bir biçimde bağlayan şeylerden biri de tam olarak bu; kendi imkânlarımızla birbirimize bağlanan varlıklar olmamız.
Başka bir doğal felaket gününden bir örnekle argümanımı açmak isterim izninizle. Yine beş altı yıl evvel felaket bir kış yaşadıydık Ankaracak. Hikmetinden sual olunmaz Rabbim bir buzul çağı simülasyonu denediydi Ankara’da. Göz gözü görmüyor kardan buzdan. Güvenpark’tan kalkan dolmuş Atakule’ye varamadan bizim mahallede yolda kalmış. Benim yan komşu da içinde. Neyse ki ev yakın, yürüme mesafesinde en azından.
Gerisini şöyle anlattı ertesi gün; “Hadi ben döndüm eve, e dolmuştaki onca insan ne yapacak? Yürüyemezler onca yolu. Yazık, günah dedim” (ki bu ‘yazık’ ve ‘günah’ nosyonları ‘kendi imkânlarımızla’nın belkemiğini oluşturur zannımca), kalkmış bizimki ayağa “Arkadaşlar saplandık kaldık burada. Benim evim yakın. Kalkın bana gidelim. Çay koyarım, sizler de evinizi ararsınız, gelip alan olursa sıcakta beklemiş olursunuz hem. Yok olmazsa, bulduğunuz koltukta yatarsınız” demiş. Dolmuştan çıkıp 4-5 kişi gelmişler eve, birkaç saate de herkes evine dönmüş.
Gel de bu güzelliğe şapka çıkarma şimdi.
Eğri oturalım, doğru konuşalım; eğer bir yerde sistem, ağır, aksak, hasarlı, yaralı ya da ‘düpedüz yok’ ise bizi o bataktan çıkaracak en mühim kaldıraçtır ‘kendi imkânlarımızla’.
Bu mekanizmanın devreye gireceği platform da gündelik hayattır; ahanda buraya yazıyorum. Gündelik hayat sadece basit, sıradan gündelik pratiklerin vuku bulduğu bir arena değildir. Toplumun özneleri, yani bizler, toplumun diğer üyeleri ile irtibatlanmak için mevcut bağları kullanarak iletişime geçeriz.
İletişim
Gündelik hayat statik de değildir; tekrara dayanan monotonluğu ile değişmez gibi görünse de yavaş yavaş değişir. Dünyayı ve bizi, toplumumuzu sürekli egemenler lehine yapılandıran sosyodiselerin gerçek yüzünü ortaya çıkarmamız için (İç ses: elindeki, dilindeki sosyodiseyi görebileceğim bir şekilde yavaşça yere bırak, ayağının ucuyla bana doğru ittir annem) ve daha da önemlisi, insani yazgımızın aslında birbirine ne denli bağlı olduğu konusundaki algımızı genişletebilmemiz için birbirimize “kendi imkânlarımızla” duygusal taahhütlerde bulunmamız gerekiyor bence.
Demem o ki, iletişim ‘altın çağını’ yaşarken, ilişki giderek dar bir alanda kısa paslaşmalara dönüşüyorsa, kaos yeni normallik ise, istikrarsızlık anormalliğe değil normalliğe işaret ediyorsa, ilişki pratiklerinin sadece bize benzeyenlerle yapılması tercih ediliyorsa hep beraber, ha gayret yükleneceğimiz nokta tam da bu olabilir diyorum.
Duygusal bağların siyasal sonuçları vardır inanın. İlişkiler önemlidir. Dünya siyaseti farklı kökenlerden gelen insanların birlikte yaşamalarının çok güç olduğunu söyleyen politikacıların hızla yükselişine sahne olurken, umutsuzluk ve kaygı sokakları, evleri, işyerlerini teker teker teslim alırken “ay donacak mıyız ayol burada, kalkın bana gidiyoruz, çay da koyarım” demenin inanılmaz iyileştiriciliğine sakın gözlerimizi kapatmayalım derim.
Ha gayret. Ben aşacağımıza inanıyorum. İlla ki … Kendi imkânlarımızla…
(AA/EMK)