"Ona anlatıyorum, en azından deniyorum. Türkiye'denim. Savaşta çarpışmışım. Yaralanmış ve kurtarılmışım. Göçmenim. Babayım. Gerçi ona öncesinde olanları, şu an bildiklerimi, anımsadıklarımı söyleyemem. Bir jandarma... katil olduğumu. Taşıdığım utancın bu olduğunu.
Doksan iki yaşındayım. Tümörüm var. Bir canavarım..."
Amerikalı yazar Mark Mustian'ın Aras Yayıncılık'tan yeni çıkan kitabı "Jandarma"da, ana kahraman Emmett Conn ya da Türkiye'den göçmeden önceki ismiyle Ahmet Han, kendini böyle tanıtıyor. Savaş dediği Gelibolu savaşı. Savaşta hafızasını kaybettiği için İngiltere askeri sanılıp Londra'ya götürülüp tedavi ediliyor. Orada tanıştığı Amerikalı hemşire Carol'la ABD'ye göç ediyor. İki kızı var. Karısı Carol ölmüş, artık yalnız ve beyninde bir tümör var. O tümör Emmett'in yıllarca hafızasında geri attığı, unuttuğu, unutmaya çalıştığı her şeyi birer birer ve çok acılı bir şekilde ortaya çıkarmaya başlıyor. Emmett, Ahmet olduğu zamanları hatırlıyor. 1915'te jandarma olarak Ermenileri Malatya'dan Halep'e götürmekle sorumlu olduğunu, gördüğü ve yaptığı insanlık dışı olayları, ölümleri, kötülüğü. Birilerini öldürdüğünü, süngülediğini, ölüm yolunda çocuklara dahi merhamet göstermediğini. Sadece ve sadece Ermeni sürgünler arasından Araksi'ye aşık olarak insani bir duygu taşıdığını...
Mark Mustian'ın kitabı bugün 106. yıldönümünde olan Ermeni Soykırımı'nda rol alan Ahmet Han'ın ya da ABD'ye göç ettikten sonraki ismiyle Emmett Conn'un, 75 yıl sonra yaşadığı iç hesaplaşmasını inanılmaz bir netlikte ve akıcılıkta anlatıyor. Utancıyla, Araksi'ye olan aşkıyla, bazen kendini temize çekmesi bazen de pişmanlığıyla. Mark Mustian, sorularımızı yanıtladı.
"Okudum... Ve sonra daha çok öğrenme isteğim başladı"
"Jandarma"yı yazmak için kişisel sebebiniz neydi?
Tabii ki çocukluğumdan beri mirasımızın Ermenilik olduğu söylendi. Ama bu konu hakkında çok da bir şey bildiğimi de söyleyemezdim. Baba tarafından uzaktan Ermeni sayılsam da (büyük büyük babam Amerikan İç Savaşı'nda Konfederasyon için çarpışmıştı) insanlara her zaman Ermeni olduğumu, bazı isimlerin sonundaki "-ian"ın çoğunlukla "oğlu" anlamına gelen eski bir Ermeni eki yansıttığını söylerdim. Aslına bakarsanız, 30'lu yaşlarıma kadar atalarım hakkında düşünmemiştim. Bir noktada birileri bana adım ve soyadımın anlamını ve Peter Balakian’ın “Kaderin Kara Köpeği” isimli kitabını okuyup okumadığımı sordu. Ve ben de okudum. Ve ondan sonra soykırımla ilgili daha çok öğrenme isteğim başladı.
Sizin kişisel olarak Ermeni Soykırımı ile ilgili bir hikâyeniz var mı?
Aslında gerçek anlamda yok. Sadece yukarıda anlattıklarım diyebilirim. Ailem 200 yıldan beri Amerika Birleşik Devletleri’nde.
Peki ailenizin hikayesinde bir soykırım anlatısı var mı? Çocukluğunuzda size soykırım öyküleri anlatıldı mı?
Hayır anlatılmadı. Ve aslına bakarsanız kimse de bir şey bilmiyordu. Bu da beni daha çok öğrenmek için motive etti diyebilirim.
Kitabınızdaki Emmett Conn ya da Ahmet Han ve Araksi’nin hikayesi gerçek mi yoksa kurgu mu? Ya da şöyle de sorabiliriz, hangi bakımlardan kurgu hangi bakımlardan gerçek?
Hikaye kurgu. Ama tabii ki benim soykırımdan hayatta kalanların yaşadıklarına dair okuduklarıma dayanıyor. Ki bunları okumak gerçekten çok çok zordu ve bunları sindirmem de çok uzun zaman aldı. Çünkü arada durup bir mola vermem gerekiyordu ve ben de öyle yapıyordum. Ama tüm bunlar sayesinde bu hikâye ortaya çıktı.
"En şaşırtacak yerlerde bile aşk mümküm"
Ahmet Han ile Araksi’nin aşk hikayesini nasıl oluşturdunuz? Yani birisi soykırımı yapan, diğeri ise soykırıma uğrayan iki kişinin birbirine aşık olması mümkün mü?
Aşk her zaman mümkündür. En azından benim için öyle, üstelik çoğunlukla en olmayacak en şaşırtacak yerlerde bile aşk mümküm. Peki cidden çok kötü şeyler yapan birine aşık olabilir misiniz? Bu da zaten kitabın ana sorularından biri. Herkes, hatta en iyi insan bile iyi ve kötünün karışımından oluşur. Kitap ayrıca insanın değişip değişmeyeceğini de sorguluyor.
Ermeni soykırımı ile ilgili kitapların büyük bir çoğunluğu mağdurun ya da kurbanın gözünden yazıldı şimdiye kadar. Ama siz failin yani soykırımı yapanın gözünden yazmışsınız yani Emmett Conn ya da Ahmet Han’ın gözünden. Neden böyle bir yolu seçtiniz?
Farklı bir şey olsun istedim. Kurbanın tarafından anlatılan hikâyeler, zaten hayatta kalanlar tarafından benim asla yapamayacağım kadar iyi anlatıldı. Ama dinlediğim sözlü anlatımlar, okuduklarım ve arka tarafta yaşananlar ve bunların kanıtları, beni konunun üstünde enine boyuna düşünmeye itti: Peki, failler ne düşünüyordu? Böyle bir şeyi nasıl yapabildiler? Gerçekten bir pişmanlık var mıydı? Bir tereddüt ya da? Tüm bunların içine girmek istedim.
"Önce unutup sonra hatırlaması yardımcı oldu"
Peki, failin gözünden yazmak olan biten kötülüğü temize çekme riski de taşımıyor muydu? Bu riski önlemek için nasıl bir yol izlediniz?
Sanıyorum Emmett ya da Ahmet’in her şeyi önce unutması sonra da hatırlaması tüm buna çok yardımcı oldu. Çünkü artık her şeyi çok uzak bir perspektiften görüyor, hatırlıyordu. Ve ayrıca Emmett’te olduğu gibi, yaptıklarını daha da şiddetli bir şekilde hatırlamasına sebep oluyor, hiç birimiz geçmişte yaptığımız şeylerden gerçekten kaçamıyoruz.
Emmett ya da Ahmet, Ermenilerin Suriye’ye sürgün edilmesi ve soykırım sırasında görev yapan bir jandarma olmasına rağmen kitapta bir “canavar” olarak resmedilmiyor. Bunu nasıl yapabildiniz ve tabii neden böylesini tercih ettiniz?
Aslında, Ahmet kendisi kendini "canavar" olarak tarif ediyor kitapta. Mesela Araksi’nin babasını vurarak öldürmesi gibi çok kötü şeyler yaptığı için. Ben aslında onu şöyle düşündüm. O bir şekilde jandarma olmaya zorlanmış ama bunun hakkında hiç düşünmemiş biri ve öyle devam etmiş. Bu da zaten birçok vahşette insanların buldukları bahane değil mi? “Ben emirleri uyguladım.” Ama yolculuğun ortasında Ahmet'in yüreğinde bir değişim oluyor. Bu aşktan mı diye sorarsanız, belki de.
Trump'tan Putin'e...
Emmett ya da Ahmet, yaşı ve hastalığı dolayısıyla her şeyi unutuyor. Peki, sizce Emmett/Ahmet’in unuttuğu gibi artık üzerinden 100 yıldan fazla geçmiş olan Ermeni Soykırımı’nın da unutulma riski var mı?
Kesinlikle. Mesela bu kitapla ilgili aldığım tepkilerin ilki hep şu oldu: “Böyle bir şeyin olduğundan hiç haberim yoktu." Aslında bu ibretlik bir durum: Yani siz bir şeyleri uzun süre inkar ederseniz, o inkar bir süre sonra gerçeğin çarpıtılmış bir versiyonu haline gelir, en azından bazı insanlar için öyle. Bu benim için aslında modern hayatın, modern zamanların en korkutucu şeyi. Donald Trump’tan Vladimir Putin’e ve diğerlerine şöyle bir bakın. İnsanlar bir yalanı yeterince uzun süre tekrar ederlerse onu gerçek olarak kabul ediyorlar.
Unutmak ve hatırlamak kitabın ana teması. Bu iki tema sizin için neden önemliydi?
Beynimizin en önemli özelliği, çok fazla unutmaya meyilli olmamız. Mesela Perşembe günü ne yedin diye sorsalar bana, hatırlamıyorum. Çünkü benim için artık o önemli bir şey değil. Borges’in “Bellek Funes” isimli kısa bir hikâyesi var. Bu hikâyede Borges, hiçbir şeyi unutamayan bir adamı ve onun delirmeye kadar giden durumunu anlatır. Bunun çarpıcı bir yanı da unutmanın bazen gerçekliği engellememize neden olmasıdır. Ama bazı şeyler vardır, asla unutulmamalıdır, Ermeni Soykırımı da kesinlikle ve kesinlikle onlardan biridir.
"Emmett/Ahmet Türkiye'nin metaforu"
Soruya şöyle devam edelim. Devlet olarak Türkiye’nin ve elbette Türkiyelilerin Ermeni Soykırımı’nı unutma ve hatırlaması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türk devleti soykırımı 100 yıldan fazladır inkar ediyor. Kitabımdaki Emmett/Ahmet karakteri de aslında bir anlamda Türkiye’nin metaforu. Bir taraftan unutmuş gibi ama öte yandan unutamıyor. Yani ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne kadar isterse istesin, olanı unutamıyor ya da asla böyle bir şey olmadı diyemiyor.
Diğer taraftan da Ermenilerin soykırımı unutmak ve hatırlamakla ilişkisi nasıl sizce? Mesela Amerika’da yaşayan genç nesil Ermenilerin unutması ve hatırlaması? Yani Ermenistan’da yaşayan Ermenilerin soykırımı hatırlaması ya da unutmasıyla Amerika’da yaşayan Ermeniler’in soykırımı hatırlaması ve unutması arasında fark var mı?
Olayın olmasından ne kadar fazla süre geçerse, o kadar da herkes tarafından unutulma ihtimali var, bunun içine Ermeniler de dahil. Bence bu, Yahudiler ve Holocost için de ciddi anlamda geçerli.
Kitabınızda Araksi başına gelen onca korkunç şeyden sonra Emmett/Ahmet’ten af diliyor. Araksi gibi bir kurbanı Emmett gibi bir failden af diletmekteki amacınız neydi?
Ben burada böyle yaparak, Emmett/Ahmet’in aslında ne kadar da af dilemeye ihtiyacı olduğunu açık bir şekilde ortaya koyabileceğimi düşündüm. Kitabın sonunda da göreceğiniz gibi Emmett bunu yapmakta yani af dileyebilmekte bile zorluk yaşıyor, hatta özür dilemekte bile zorluk yapıyor. Af dilemek dünyadaki belki de en kolay ve en zor şey. Talep etmek ve vermek. Herkes için tabii.
"Kimse konuşmak istemedi"
Kitabınızın “Yazarın Notu” bölümden anlıyoruz ki, bu kitabı yazmadan önce 2008'de Türkiye’ye gelmişsiniz. Türkiyelilerin soykırıma bakışıyla ilgili neler gözlemlediniz?
Kimse konuşmak istemedi. Genelde aldığım tepkilerin çoğu, bunun çok uzun zaman önce olduğu, geçmişte kaldığı, Türkiye’nin artık modern bir ülke olduğu, o dönemlerin çok karışık zamanlar olduğu, her iki tarafın da birbirine çok mezalim yaptığı ve her savaşta kötü şeyler yaşandığı oldu.
Yine kitabın sonunda 1915’te sürgünlerin yürütüldüğü o yolu yani Malatya’dan Halep’e kadar olan yolu siz de takip etmişsiniz. Bu yolculuk boyunca ne düşündünüz, ne hissettiniz?
Aslında gerçekten kendi gözlerimle görmek ve hissetmek istediğim için söyle bir şey yaptım. Aslında bir kısmı araştırma yapmak içindi ama gerçekten orada olmak, o yolu yürümek bir farklılık yaratıyor. Kendimi o insanların yerine koymaya çalıştım. Bildiğiniz ve hep eviniz olan bir yerden kopartılıyorsunuz, hayatta kalmak için savaşıyorsunuz, her şeyiniz yağmalanıyor ve ailenizin üyeleri gözlerinizin önünde öldürülüyor. Ve tüm bunlardan sonra çöle sürülüyorsunuz. Bunların hepsi çok dehşet veren şeyler, çok korkunç. Ama tabii ki onların takip ettiği yolu takip etmek de kendim için çok değerliydi.
Bu yıl soykırımın 106. yıldönünü. Yazar olarak değil ama bir insan olarak ne söylemek isterseniz?
Umarım ve dilerim ki, insanlık olarak farklı şeylere de inansak, birbirimizin fikirlerini katılmasak da birbirimize saygı duyduğumuz bir noktaya ulaşabiliriz. Bu kitap da gerçekten çok kötü şeylerin olabileceğine ama yine de bunlardan sonra iyi şeylerin de doğabileceğini hatırlatıyor.
Kitaptan..."Fırat Nehri, bu noktada daha alçak, kahverengi ve nahoş denilebilecek kadar çamurlu. Ortasında sığ yerden geçiş sağlayan bir ada var. Diğer kafilelerin bizden önce buraya vardıklarını, nehrin kıyısında ve ötesinde bıraktıklarından, battaniye, çadır ve iplerle bağladıkları terk edilmiş arabalardan, kıyafet, kapkacak ve döşeklerden belli. Ve cesetlerden... Akbaba sürüleri, tanınmayacak kadar şişmiş vücutları didikliyor. ...... Sürgünleri suya girmeye zorluyoruz. Direnenler anında süngüyle karşılık buluyor. Diğerleri, boğulma umuduyla kendilerini nehre atıyor. Burada debi çok yüksek değil, yine de yeterince yüksek - grubumuzdan birkaçını alıp götürüyor, karnı bir kaplumbağanın sırtı gibi çıkmış hamile bir kadın dahil. Kadınlar çocuklarını omuzlarında, sırtlarında, havaya kaldırdıkları kollarında taşıyor. Hala arabası olanlar geçmeye çalışırken öküzleri böğürüyor, tekerlekler sarsılıyor ve saplanıyor. Karşı taraftaki sürgünler fareler gibi titreyerek sığınacak yer arıyor, dağılmış eşyalarından geriye kalanları toplamaya uğraşıyor. Doğu kıyısının ucunda duruyor, gruptan ayrılanları itekliyorum. Hepsi yola devam edecek. O an bir kadının bacağıma asıldığını hissediyor, ıstırap dolu sesini duyuyor, ümitsiz, iri gözlerindeki yakarışı görüyorum. Tek kolunda bir bebek tutuyor, tek kelime daha etmeden bebeği bana uzatıyor - bir rica, belli ki, çocuğu karşıya geçirmemi istiyor. Reddediyorum. Bir şeyler söylüyor, anlamadığım bir şeyler, sonra bebeği yere bırakıyor, kıyafetlerini yırtıyor ve önümde çırılçıplak duruyor. " | |
"Jandarma"/ Mark Mustian/ Türkçeye çeviren: Maral Cavak Fuchs, 320 sayfa/ Aras Yayıncılık
(NÖ/AÖ)