Sosyal medyadan eş dost arkadaş candaş yoldaş eşlikçi... kaybedecek lüksümüz olduğunu sanmıyorum. Hele faşizm hayatımızı ve hayallerimizi rehin almak için sürekli el yükseltirken. Sekiz ay önce Twitter hesabımı kapatmıştım, bir hafta oldu olacak Fecabook’u kapattım. Ki onu daha önceden de zaman zaman, bazen uzun süreli dondurmuştum.
Allah mecbur etmesin hiçbirine! Böyle iyi.
Bu kısa ve son derece kişisel metnin konusu, teması, ana düşüncesi oldukça net. Başlıkta. İsterseniz, devamı, kalsın.
Merak edenler için, peki ne oldu?
Ürktüm. Endişem, tedirginliğim, kaygım gittikçe arttı. Kendimi güvende hissetmemeye başladım. Bunun sebebi elbette sadece devlet değildi. Yakından uzağa, tanışayım tanışmayayım aynı mahalleler, sokaklarda yaşadığımızı, koştuğumuzu, nefes alıp verdiğimizi düşündüklerimdi. Kahve içip fal bakıp, rakı masasında ömrümüze can suyu deyip kadeh kaldırdıklarımla, sımsıkı kucaklaşmaklara doyamayıp en dar zamanda yan yana durabildiklerimle kimi zaman sessizce kimi zamansa oldukça sert, karşılıklı ve birbirine sağır cümleler kurup günlük hayatta, hakikatte mesafelenmemin şiddeti, oranı artmaya başlamıştı. Şaşırıyor, neden öyle dedi acaba diye düşünüp düşünüp cevabı bulamıyor, anlayamıyordum. Ben ne demiş ya da yapmıştım? Değer, önem atfedip kıymetlim bellediklerimle bunu yaşamak en üzücüsüydü. Sarih ve sahih bir üzüntü. Uzun süre meşgul eden, aman be deyip kaldırıp atılamayandan.
En çok ve kişisel sebep bu, ama sadece bu değil. Yazmanın, her an hemen her konuda görüş/fikir/yorum “beyan” etmenin iştahı belli ki kontrol edilemiyordu. İfrat ile tefrit arasına gerilen iplere bir mandalla kendini tutturmak mecburiydi. Ben şuraya yeni bir ip gersem kendime, oradan dahil olsam demek pek mümkün değildi. Etiketler muhtelif.
Velhasıl konuşmak, tartışmak, paylaşmak, sohbet etmek... için “güvenli” ve “sağlıklı” bir zemin değil sosyal medya, epeydir. Herkesin bir düşmanı mevcut. İdrak yolları da diyalog kanalları da iyileşmez bir enfeksiyonca kuşatılmış. Herkes bir diğerinin karşısında bilen, öğreten, gösteren, açıklayan. Herkes biliyor. Kültürel, akademik, entelektüel bilgi ve birikim bir tahakküm aracı olarak kullanılıyor. Kimse kimseyi sahiden dinlemiyor. Kim kimi yanına çeker, kim kimi daha çok etkilerse kazanan o! Evet, kazananlar ve kaybedenler var. Neredeyse başkaca bir savaş alanı oralar da. Polemiklerce! Konu, mesele, durum, vak’a ne olursa olsun dil ishal olmuş, kelimeler kuburdan taşıyor. Emir kipi ile -dır/-dir ek fiili altın çağını yaşıyor!
Yaftalar, etiketler, isimler yakıştırmaya, vermeye de ezip, çiğneyip, tükürmeye de hazır kıta bir yaşam alanı. Oysa üç gün önce canım, bebeğim, kuzum, tatlım, aşkım, yoldaşım, biricikim... idi herkes herkesle? Birinden diğerine geçişin hızına ne dil ne göz yetişiyor. Sınavlar bitmiyor. Notlar çok kıt. Sınıfta kalmak nerdeyse bir kader. Her karar o ân’da veriliyor. O ânki söz, bakış, eylem esas alınıyor. Öncesizlik sonrayı da imkânsız kılıyor.
Ve elbette tüm bunlar çağın hoyratlığından azâde değil.
Evet, hafızamız taziye çadırı. Öfkemiz çok ve derin. Hem hakiki hem haklı. Bir yandan da ikâme edilmemiş, edilememiş bir öfke bu. Muhataplarına patlayamadıkça birbirimize bam! Birbirimizin zihnine, aklına, kalbine, diline, bedenine. Gününe, gecesine taş olup kuruluyor. Evine. Kaldır kaldırabilirsen. Klavye başında ekran karşısında uzay boşluğunda değil de sofralarda buluştuğumuzda başka, bambaşka yaşıyoruz eleştirileri, tartışmaları, görüş ayrılıklarını. Zira gözümüzün bebeğinden, alnımızdaki çizgiden, parmaklarımızın kıpırtısından, sesimizin titreyişinden... hepsinden görüyor, duyuyor, anlıyoruz birbirimizi. Kırıp yıkıp döküp geçmiyoruz.
Yo, bu bir kaçmak değil kanımca.
Bu hoyrat çağda birbirimizi kaybetme lüksümüz olduğunu sanmıyorum. Varsın olmayıversin Twitter ve Facebook hesabım. Biz, sofralarda buluşalım yeter. (MK/HK)