Oldum olası merakımı cezbeder bu soru: Bir ülkede o veya bu şekilde iktidara gelenler, zamanla niyeti bozarak diktatörlük kurmaya ya da en iyi ihtimalle otoriterleşmeye başladıklarında, neden önce kadınların yaşam tarzlarına, giysilerine, alışkanlıklarına müdahale ederler? Ve dahası çokseslilikten haz etmeyen, söz dediğinin üzerine başka söz dahi duymak istemeyen yöneticiler neden önce kadınları siyasetin dışına itmeye, eril bir tahakkümün altına mahpus etmeye çalışırlar? Kadınların özgür olmadığı ve siyasette yer almadığı bir ülkenin baskıcı bir rejimin çatısı altına daha kolay girdiğini tarih derslerinden iyi bildikler için olabilir mi?
“Dünya bir tiyatro sahnesidir,” der Shakespeare, insanın tarih sayfaları içindeki önemsizliğini, küçümenliğini hatırlatırcasına. Evet, gerçekten de dünya bir tiyatro sahnesidir. Nice uygarlıkların gelip geçtiği, nice hükümdarların hükmettiği, milyarlarca insanın değdiği, isimler değişse de rollerin pek değişmediği… Tarihe ismini kanla yazmış diktatörlerin hayatlarına bakarsanız, onların da bu aforizmadan fazlasıyla nasiplerini aldıklarını, hikayelerinin birbirine benzediğini görürsünüz.
Nitekim 1930 yılında askeri bir darbeyle Dominik Cumhuriyetinde iktidarı ele geçiren ve kendi baskı rejimini kuran Rafael Trujillo da, kendisinden öncekiler ve sonrakiler gibi bir diktatördür. Yıllarca ülkesini baskı altında yönetir. Muhalif hiçbir sese tahammülü yoktur. Nerede özgürlükten, insan haklarından bahseden birine tesadüf etse, susturmaya çalışır. Hücrelere tıkarak, şiddete başvurarak ve kan akıtarak… Nerede isyan bayrağı açmış birini görse, daha da arttırır zulmünü. Karabasan gibi çöker hemen, biraz nefes almak isteyenin üzerine. Rejiminin bekası için herkesi ve her şeyi tehdit gibi algılar.
Egemenliğini korku üstüne kuran, sonunda gölgesinden bile korkan zavallı bir mahluk olup çıkar. Trujillo da ülkesinin dört bir yanına korku salarken, sonunda tepeden tırnağa korku ile dolar. Ve çok geçmeden bu ünlü tiranın en büyük korkusu üç kız kardeş olacaktır. Cevherleri zekaları, silahları sözcükleri ve şiarları özgürlük olan üç kadın olacaktır. Minerva, Patria ve Maria Teresa, yani herkesin tanıdığı şekliyle Mirabal Kardeşler…
Trujillo neler yapmaz ki, Mirabal Kardeşlerin kocaları ve taraftarlarıyla birlikte katıldıkları özgürlük direnişini sonlandırmak, bu kocaman yürekli kadınları susturmak için. Bildiği bütün yolları dener, kah baskı kurar, kah mal varlıklarına el koyar, kah cinsel tacizde bulunur, kah hapse attırır… Ne var ki, inatçıdır Mirabal kardeşler ve özgürlüklerine sevdalı. Hiç biri kar etmez.
“Ülkenin en büyük sorunu kilise ve Mirabal kardeşlerdir,” der Trujillo, 2 Kasım 1960 yılında yaptığı konuşmasında. Bu, sadece bir liderin bir direniş hareketine dair mutat yakınması değil, aynı zamanda onun fanatik taraftarları için bir mesajdır da. Nitekim mesaj alınır ve çok değil, sadece yirmi üç gün sonra Mirabal Kardeşler, hapisteki kocalarını ziyaret etmeye giderken hunharca katledilirler.*
Trujillo başındaki en büyük “beladan” kurtulduğunu zannededursun, Mirabal Kardeşlerin ölümü ülkede başlayan ve dalga dalga yayılacak olan isyanın fitilini tutuşturur. Çok geçmeden bir suikasta kurban giden Trujillo’nun kurduğu rejim, tarihin sayfalarına gömülür. Mirabal Kardeşler ise tiranlığa karşı direnişin sembolü olarak hala belleklerdedir. Her sene kasım aynının yirmi beşinde çeşitli törenlerle anılırlar. Birleşmiş Milletlerin 1999 yılında aldığı bir kararla onların ölüm yıldönümleri olan 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Karşı Uluslararası Mücadele Günü olarak kabul edilir.
Kabul edilir edilmesine, ne var ki, o günün üzerinden yıllar geçtiği halde, kadınların şiddete uğramaları en gelişmiş toplumların dahi bağrında kanayan bir yaradır hala. Bilhassa ülkemizde… Her sene fiziksel ve cinsel şiddete maruz kalan kadınların sayısı vahim boyutlardadır. Buna karşın, ülkemizdeki hakim siyaset, kadına yönelik şiddeti önleyecek bir zemin tesis etmek yerine, kullandığı dille ve çeşitli söylemleriyle, kadınlara yönelik nefreti ve şiddeti körüklüyor. Karısını iki saat boyunca kemerle dövdükten sonra “karım değil mi, döverim,” diyen erkeğin, gerekçesini temellendirdiği bir gelenek inşa ediyor. Boşanmak istediği için şiddet gören ve öldürülen onca kadın varken, daha geçtiğimiz günlerde meclisten geçen –müftülük yasası ile ilgili- düzenlemeyle boşanmak isteyen kadınların önüne birtakım mekanizmalar çıkarıyor. İktidara yakın gazeteler, kadınların elindeki son can simidi olan ve şiddete gören kadınları –uygulandığı takdirde- koruyan 6284 sayılı kanunun aile kurumuna zarar verdiği ile ilgili haberler yaparak kamuoyunu yanlış yönlendiriyorlar.
Ve bugün 25 Kasım… Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü… Kadını erkekle eşit saymayan erkek egemen dil ve nefret söylemleri siyasete hakim olduğu müddetçe, şiddeti caydıracak cezalar uygulanmadıkça, gazeteler bir kadın cinayetinden hala “aşk cinayeti” olarak bahsettikçe, bu coğrafyada bugün değil, her gün kadına yönelik şiddetle mücadelenin günüdür. Sesini duyuramayan tek bir kadının dahi çığlığı olma günüdür. (MK/EA)
* Alvarez, Julia, Kelebekler Zamanı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2017