Bu yazı, yaşam koçlarından, 2 günlük bazı eğitimlerden geçip kendisini psikoterapist sanan bir grup aile dizimcisinden ve iyi saatte olsunlara karışan bazı terapistlerden neden uzak durulması gerektiği hakkındadır.
Öncelikle hadsizliğe karşı genel bir alerjik reaksiyonumun olduğunu söyleyebilirim. Hadsizliğin her türlüsüne, sınır bilmemeye, insanları aptal yerine koymaya, “ben daha iyi bilirimci” tavırlara vs...
Şimdi efendim insan ruhsallığı dediğimiz şey, mekanik birşey değildir. Pat diye adamın travmasını çözemezsiniz, öyle hemen farkındalık yaratıp, yeni bir kişilik oluşturup, yeni bir kendilik görüşü inşa edemezsiniz (ki zaten buna da gerek yok). Asansörle bir düğmeye basıp zemin kata iner gibi, hemen kişinin çocukluğuna inemezsiniz. Ki zaten bunları eğer işini bilen bir psikoterapistseniz tek başınıza hiç bir zaman yapmazsınız/yapamazsınız. Hepsinin bir yolu yordamı, sırası var. Öncelikle psikoterapi dediğimiz şey sonuç değil, süreç odaklı birşeydir. Öyle 2-3 günlük birtakım eğitimlere gitmekle terapist olunmaz. Israrla buranın altını çiziyorum. Ben psikoterapi sürecini, hep ruhsal bir gardrobu düzenlemeye benzetirim. Kişinin gardrobu öyle bir dağılmıştır ki, giysilerin yarısı çekmecelerde, yarısı askılarda, yarısı odaya saçılmıştır. Kirlilerle temizler karışmıştır. Çorap kutusunda gömlekleri vardır, gömlek askısında çorapları, iç çamaşırları yünlü kazakların içine girivermiştir.
Kişi bir psikoterapi sürecine girince çekmecelerde, askılarda kalan diğer giysilerini de dağıtır odaya. Daha sonra terapistinin yardımıyla her bir giysisine tek tek dokunur, inceler. İşe yaramayanlarla vedalaşıp onları çöp torbasına koyar, kirli olanları bulup, çamaşır sepetine koyar, ütüsüzleri çıkarıp eğer isterse ütüler. Çoraplarını -kendisine göre- ait olduğu yere, kazaklarını ait olduğu yere koyar. Varlığından bile haberi olmadığı hatta kaybettiğini sandığı giysileriyle karşılaşır. Var olan ama hiç kullanmadığı giysilerini fark eder. Zamanında zorla aldırılan giysilerini görür. Yırtıklarını görür. Dikmek istediklerini diker, yama yapmak istediklerini yamalar. Hangilerinden kurtulmak istediğini, hangilerini tekrardan gardrobuna koyacağına, hangilerini yıkaması gerektiğine yavaş yavaş karar verir. Ve kişi tüm bu düzenleme evrelerinden bambaşka şeyler öğrenir, bambaşka şeyler katar kendisine. Amaç gardrobu toplamak değil, gardrobu kişinin istediği gibi yeniden düzenlemesine yardımcı olmaktır.
Psikoterapiye gelen kişi, sıkıntılarını, yaşam öyküsünü anlatır. Psikoterapist de anlamak/anlamlandırmak için kişinin öyküsünden içeri girer. Kişi içinde olan biten şeyi anlattıkça, anlattıklarını dışarıdan da duymaya başlar. İç seslerini, dış seslerden ayırt etmeye başlar. Psikoterapist çoğu durumda ayna olur danışana ve daima bir eşlikçidir. Kişinin davranışına veya sorununa odaklanmaktan çok, zaman içerisinde o sorunun kökenine/kaynağına inmeye, o sorunun nerelerden beslendiğine anlamaya yardımcı olur. Fakat bunu yaparken danışandan gelen bilgilere, güvene, işbirliğine ihtiyaç duyar. Yani psikoterapist, sihirli değneği olan ya da danışanın sorularının yanıtlarına sahip olan biri değildir. “Ben senden daha iyi bilirim” tonuyla yaklaşmaz danışanına. Bazen terapistle kurulan bu ilişkinin kendisi, başlı başına iyileştirici bir süreçtir. Şayet sağlıklı bir ilişki kurulabilmişse. Aslolan ilişkidir yani. Psikoterapi sürecinde zihin bazen devre dışı kalır, duygular açığa çıkar. Duyguların açığa çıkmasıyla bilinçdışı kendisini göstermeye başlar. Kişinin ruhsallığındaki sırlar görünür kılınır. İşte bu evrede sadece terapistin mesleki bilgisi yetmez, aynı zamanda terapistin hayat deneyimi, donanımı da işin içine girer. Terapistin manevra kabiliyeti, dili kullanmadaki becerisi vs... Dili iyi kullanmayan birinden ne kadar iyi bir terapist olur hiç emin değilim açıkçası.
Bu psikoterapi denilen iş, bir bakıma kansız bir cerrahidir. Kişi terapistine ruh sağlığını emanet eder. Bu yüzden bu kişinin alanında uzman olması şarttır. Mesleki bilgi ve becerilerinin yanısıra psikoterapistin başka bir uzman eşliğinde kendi psikoterapi sürecini de tamamlamış olması gerekmektedir. Aksi halde her gelen danışanla birlikte, psikoterapistin kendi çözülmemiş sıkıntıları, tamamlanmamışlıkları, kendi anlamlandıramayışları terapi odasında eline ayağına dolanabilir ve danışanla birlikte ruhsal bir uçurumun kenarına rahatça yuvarlanabilirler. Danışanın anlattığı birşey, terapiste kendi yaşantısıyla ilgili başka bir şeyi çağrıştırabilir. Eğer terapist bu durumu yönetemezse objektifliğini koruyamaz ve danışana ister istemez zarar verir.
Şimdi mesleki bilgi ve deneyim bile bu iş için yeterli olmazken; iyi okullardan mezun olmak, bir sürü kitap bitirmek, edinilen teorik bilgiler yeterli olmazken, kişinin bu işi yapabilmesi için böyle bir deneyimden geçmesi şartken, sürekli bilgilerini güncellemesi gerekiyorken nasıl oluyor da bu konuda eğitim almamış ya da 2 günlük bazı eğitimlerden geçen kişiler bu işe uzanabiliyor? Bu hadsizlik değil de nedir? Örneğin psikoloji eğitiminin p’sini almamış birtakım aile dizimcileri veya birtakım terapistler okudukları teorik kitaplar sayesinde, kişilerin travmalarına dokunmayı ve onları açığa çıkarmayı bir ölçüde öğrenebilmiş olabilirler. Bunu yapmak çok da büyük bir mesele değil zaten, gelen kişi bunu yaptırmaya açık bir şekilde geliyor. Fakat asıl mesele, bunun sonrasında kişiyi o acıyla başbaşa bırakmak ya da bırakmamak. Öncelikle kişi o travmayı fark etmeye hazır mı? Bu fark edişin zamanı gelmiş mi? Bilinçten bilinçdışına giden yolu tepmiş mi, bunun için yeteri kadar zaman geçmiş mi? Peki bu travmayı açığa çıkardınız diyelim, gerekli pansumanı yapacak, kanı durduracak bilgi ve beceriye sahip misiniz? Bu durum ameliyat masasında kişinin içini açıp daha sonra dikişlerini yapmayıp, öyle açık bir şekilde ameliyat masasından kaldırmaya benziyor. Ne hakkınız var kişiyi organları açık bir şekilde yaşatmaya merak ediyorum. Bu kişinin kan kaybından ölmeyeceğini mi sanıyorsunuz. Ne hakkınız var kişinin başedemediklerini zamanı gelmeden yüzüne vurmaya? Onu bu açığa çıkmış acılarıyla yaşatmaya? Veya bu travmaları henüz kişinin kendisi fark etmeden, sizin fark ettirmeniz o kişiye ne kadar yarar ve farkındalık sağlayabilir?
Psikoterapi ne kadar süreç odaklıysa, koçluk mantığı da o kadar sonuç, başarı ve zihni programlamaya odaklı. İlişki koçluğu, yaşam koçluğu, beslenme koçluğu, akademik koçluk gibi onlarca koçluk çeşidi türedi son zamanlarda. Ama sanırım kavramsal olarak en trajik olanı “yaşam koçluğu”. Nasıl cüretkar bir tamlamadır bu. Nasıl naiflikten, mutevazılıktan, insanın doğasından uzak bir kavram bu. Nasıl olunabilir koskoca bir “yaşamın” koçu?
İnsanın mekanik bir varlık olmadığından bahsetmiştim, ancak koçluk sistemlerinde, insan oldukça mekanik ve sadece başarıya endeksli bir robot veya yarış atı olarak görülebiliyor ne yazık ki. Gereksiz ve samimiyetsiz bir motivasyonla insanları doldurup, süreci alabildiğince ıskalayıp, kısa süreli sonuca ulaşmayı hedefliyorlar. Kısa süreli sonuçlar da beraberinde yüzeyselliği getiriyor. Hiçbirşeyin derinine inilmiyor. Birşeyin derinine inilmezse değişim nasıl meydana gelir anlamıyorum. Burada ekseriyetle duygulara değil, düşüncelere ağırlık veriliyor. Sanki insan canlısı, sadece düşünceden, zihinden ibaret bir varlıkmış gibi. Üretimden ziyade tüketime öykünülüyor. Bir nevi fast food türü beslenme diyebiliriz. Evet çok hızlı servis ediliyor, geçici bir tokluk hissi veriyor ancak olabildiğince sağlıksız, ileride bambaşka sağlık sıkıntılarına yol açabilme potansiyeli taşıyor ve açlık hissini hızlı bir şekilde tekrar gündeme getiriyor. Bu yüzden kesinlikle kalıcı değil. Bu tarz oluşumlar kişileri, daha doğrusu “müşterilerini” narsisistik açıdan fazlasıyla beslediklerinden (sen çok iyisin, mükemmelsin, herşeyin merkezi sensin, güç senin elinde vs... ) çok fazla rağbet görebiliyorlar. Ne yazık ki narsisizm hastalığıyla boğuşan bir toplum olduğumuzdan, insanlar kendileriyle ilgili böyle şişme iyi laflar duymak için bir sürü paralar dökebiliyor bu insanlara. Çünkü kendimizle gerçek anlamda yüzleşmek çok zor ve sancılı bir süreç. Dağıttıklarımızı toplamak oldukça yorucu. İnsanın kör ve karanlık noktaları, zaafları, arzuları var. Ve tüm bunların görmezden gelinmesi, insanın bütünlüğüne hatta doğaya aykırı. Psikoterapi, kişinin bu taraflarını önce görmesini ve kabullenmesini sonra isterse değiştirebileceğini sağlayan bir süreç. Çünkü birşeyin varlığını kabul etmezseniz, onu ne dönüştürebilirsiniz ne de yok edebilirsiniz.
Bir de son zamanlarda melek terapisi, regresyon terapisi, çığlık terapisi gibi iyi saatte olsunlara karışan bazı terapi modelleri de çıktı. Bunlar ne yazık ki kişilerin gerçeklik algısına oldukça zarar verici müdahalalerle bulunabiliyorlar. Bir süre bunlara devam eden kişilerin, yaratılan tahribatı giderebilmek adına birkaç yıl sonra soluğu psikiyatrist koltuğunda aldığını da biliyorum. Var olan problemler, bu tarz bilinçten, içgörüden yoksun yöntemlerle daha da kemikleştirilip, sinsi bir hastalık gibi daha da içinden çıkılmaz bir hale dönüşebiliyor. Ve bunlar biraz tarikatvari de çalıştığı için malesef elini veren kolunu da kaptırabiliyor. Durum bu hale gelince kişileri girdikleri çıkmazdan kurtarabilmek için sadece psikoterapi yeterli olmuyor, birtakım psikiyatrik ilaçlara da ihtiyaç duyulabiliyor.
Şimdi iğneyi başkalarına batırıp, çuvaldızı kendimize batırmamak olmaz. Kendi alanıma dair bir özeleştiri yapacak olursam da, biz psikoterapistler, psikologlar, psikolojik danışmanlar alanımızda nasıl bir boşluk yaratıyoruz ki psikoloji bilimiyle yakından uzaktan ilgisi olmayan ama var-mış gibi yapan kişiler yaratılan bu boşlukta at koşturup, çok büyük hasarlara sebebiyet verebiliyorlar. Bu yazı vesilesiyle değerli meslektaşlarımı bu durumu düşünüp, çözüm üretmeye davet ediyorum. Birbirimize sırtımızı dönmektense yüzümüzü dönebilirsek hep beraber alanımıza sahip çıkabileceğimizi düşünüyorum.
Sevgili okuyucu, bedenimiz gibi , ruhsallığımız da oldukça önemli. İkisinin dengesi ise herşeyden daha kıymetli. Nasıl ki bedenimizde bir sıkıntı olduğunda o işin uzmanına gidip, muayene oluyorsak, ruh sağlığımızı da psikoloji eğitimi almış, işin uzmanlarına teslim edelim. Psikoloji eğitimi almamış ama kendisini terapist sananlara, kocaman bir yaşamın koçu olduğunu iddia edip, türlü yüzeysellikler içinde salınanlara değil. Elbette burada da dikkatli olmak lazım. Her psikoloji eğitimi alan kişinin işini mükemmel yaptığını iddia etmiyorum. İyice araştırmaktan, sorup soruşturmaktan vazgeçmeyelim.
Psikoloji eğitimi demişken bir de memleketimde Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi bünyesinde Psikoloji Bölümü açılmasıyla ilgili bir süreç var, her ne kadar şu an rafa kaldırıldıysa da... Bu ilginç durumla ilgili fikirlerimi bir sonraki yazıma saklıyorum.