Gözlerimizin önünde yalan söylediler, insanı küçülttüler, öldürdüler, sürdüler, işkencelere soktular. Ve hiçbir kez, bunu yapanlar, yaptıklarının kötü olduğuna inandırılamadı. Albert Camus, Korku Çağı
Büyük İskender'den Putin'e, Ertuğrul Gazi'den Erdoğan'a, binyıllardır insan topluluklarını, devletleri ve memleketleri yönetenlerin niçin insan, devlet ve memleket yönetmeye ısrarla talip oldukları, onları bu dikenli, engebeli – ve genelde çıkmaz - yola sürükleyen saiklerin neler olabileceği konusunda sayısız yorum yapılabilir.
'Dava', 'para', 'kişisel hırslar', 'koltuk' ve bir kere oturuldu mu dizginlenemeyen 'sevdası'; peşinden koşulan bir ülküyü gerçekleştirmek (bol kızıl elmalı fütuhat, bolşevizm, islamcılık), kendine ve yakınlarına maddi ve manevi çıkar sağlamak, sınıf atlamak ve atlatmak, çevreye ve kainata kendini ispatlamak - veya hepsi birden – yeterli nedenler olarak görülebilir.
Tarihten cımbızlanacak her bir örneğin yaşamöyküsü, kişisel deneyimleri, içinde bulunduğu sosyo-kültürel durum ve dönem gibi binbir öğe, bu kişileri iktidara talip olmaya ve şartlar el verdiği ölçüde 'fethetmeye' itmiş olabilir.
Fakat cevabı ne kadar girift – ve aslında cevaplanamaz - olursa olsun, aynı soru tekrar sorulmalıdır: Bir hükümdar niçin hükmetmek ister?
Büyük İskender'i henüz küçükken ve ücra Makedonya ovalarında at üstünde koştururken bileği bükülmez Pers imparatorluğunun ulaşılmaz payitahtı Persepolis'in surlarını tarumar etme hayalleri kurdurtan, Erdoğan'a henüz 'Reisliğe' terfi etmeden, ergenlik yıllarında İstanbul'un yoksul bir mahallesinde, futbol idmanından döner dönmez aynasının karşısına geçirip siyasi nutuklar attıran itici kuvvet, ne olmuş olabilir?
Paranoyanın dipsiz kuyusu
Edebiyat, hükümdarların şaşırtıcı icraatleri, vurucu sözleri ve parlak fetihlerinin ötesine geçerek, hükmetmenin doğasını, hükmeden ve hükmedilenin değişen ruh hallerini ve motivasyonlarını kavramaya çalışmıştır.
Shakespeare, birçok oyununda iktidarın amaçlarını, hırslarını, takıntılarını ve beklentilerini tüm nüansları ve renkleriyle resmetmeye ve anlamlandırmaya gayret göstermiştir. Kurgulayıp tasvir ettiği her bir 'muktedir öyküsü' farklı bir açılıştan değişik bir kapanışa uzanır.
Başlangıçta İskoç kralının sadık kulu olan Macbeth, seyirciyi fazla bekletmeden efendisini öldürüp iktidara haksızca el koyan, 'tüm ilkeler huzurumda diz çökecektir' diyebilen muhteris bir canavara dönüşür; Bir Kış Masalı'nda Sicilya Kralı Leontes'in meşru ve aklıselim bir hükümdar görünümünden ağır ağır uzaklaşıp paranoyanın dipsiz kuyusuna inişini takip ederiz; Üçüncü Richard'da, kraliyet tacına azim ve sabırla, adım adım ilerleyen Gloucester Dükü Richard'ın iftira, ihanet ve cinayet dahil her yola başvurmasına ve sonunda amacına ulaşmasına tanıklık ederiz.
Stephen Greenblatt, Zorba: Shakespeare ve Politika isimli eserinde Richard'ın karakter özelliklerinin örnek bir 'zorba önder' portresi oluşturduğunu savunur:
Richard tamamıyla kendiyle meşgul, kural tanımaz, insanlara acı çektirmekten ve üzerlerinde mutlak bir hakimiyet kurmaktan dizginlenemez bir haz duyar. Parası, pulu, şanı ve şöhreti vardır fakat onu asıl heyecanlandıran hükmetmenin, bireyler üzerinde egemenlik kurmanın, güç kullanabilmenin - veya her an güç kullanabilecek olmanın - verdiği keyiftir. Kara sineği cam kenarına sıkıştırmak, onunla oynamak, kaçış alanını yavaşça daraltmak; canını alma veya bağışlama hakkını elinde tutabilmenin keyfi.
Siyasetin ve iktidarın doğası üzerine kafa yormuş birçok yazar ve düşünür, iktidar olmakla topluma – veya toplumun belli kesimlerine - 'acı çektirmek' arasında Shakespeare'in Richard'a yakıştırdığına benzer bir bağ kurar.
Fakat bu bağ genelde Richard'ın kana susamış, gözü dönmüş, hastalıklı dünya algısından daha pragmatik, faydacı bir temel üzerine oturtulur. Machiavelli'ye göre 'sevilen' bir hükümdar olmaktansa 'korkulan' bir hükümdar olmak daha emniyetlidir.
İnsan insana nasıl hükmeder, Winston?
'Sevmek' ya da 'el üstünde tutmak' halkın tasarrufundadır ve her an geri çekilebilir lütuflardır fakat korku, hükümdarın omuzunda asıl duran, her an çekip kullanabileceği en güvenilir silahıdır. Orwell, 1984'ten bir bölümde aynı düşünceyi biraz daha açar:
''İnsan insana nasıl hükmeder, Winston? Winston biraz düşünüp, 'acı çektirerek,' dedi. – Tamam işte. Acı çektirerek.
Boyun eğmek yetmez. Acı çekmiyorsa, kendi iradesine değil de senin iradene boyun eğdiğinden nasıl emin olacaksın? Hükmetmek, acı çektirmekle ve aşağılamakla olur.
Hükmetmek, insanların zihinlerini darmadağın etmek, sonra da dilediğin gibi yeniden biçimlendirerek bir araya getirmekle olur.''
Toplumun iktidara muhalif kesimlerine eziyet etmenin umut kırıcı, dehşet verici - ve belki de en önemlisi - caydırıcı etkisi yadsınamaz. Fakat yapılan eziyetin tek sebebi 'rahatça hükmedebilmek' midir?
Yoksa belli durumlarda, hükmetmenin temel saiklerinden biri salt kötülük yapmak, 'acı çektirmek' olabilir mi? Shakespeare'in Üçüncü Richard'ı ete kemiğe bürünebilir - veya bürünmüş olabilir mi?
İnsan insana ne yapar?
André Malraux İnsanlık Durumu'nda iktidar ve güç kullanma olgusunun altında yatan psikolojik boyutu şöyle tarif eder:
''İnsanlar belki de iktidara kayıtsızdır... Onları asıl ilgilendiren iktidar değil, iktidarın getireceğini düşündükleri keyiftir.
Kralın vazifesi idare etmektir, değil mi? Fakat insan idare etmek istemez; güç kullanmak ister. İnsan alemi içinde fakat insanların üstünde olmak ister. İnsanlık durumunu aşmak ister. Hakimiyet değil, mutlak hakimiyet ister.''
Malraux'nun işaret ettiği 'mutlak hakimiyet'e ulaşma sevdasına nazaran daha yüzeysel sebepler de hükümdarları kulları/vatandaşları üzerinde acımasız bir egemenlik kurma çabasına itebilir.
Greenblatt'a göre Richard, fiziksel dezavantajları yüzünden hor görüldüğüne inanır ve kimsenin ona layık görmediği fakat sabırla bekleyip tırnaklarıyla kazıyarak – ve epeyce kan bulaştırarak - elde ettiği iktidarı daha önce onu ciddiye almamış veya görmezden gelmiş çevresine, tüm kainata karşı kullanır; acısını çıkartmak için acı çektirir.
Bu bağlamda, iktidar arayışının amaçlarından biri 'hükümdar adayının' kendini zamanında ezdiğini veya hor gördüğünü düşündüğü kişi veya gruplardan intikam alma güdüsü (de) olabilir. Dolayısıyla bu kişilere veya topluluklara karşı uygulanacak baskı veya şiddet, ölçüp biçilmiş bir sindirme/korkutma/caydırma çabasının ötesine geçip son derece kişisel, psikopatolojik saiklere dayanabilir.
Hükümdarın geçmişte eziyet görmüş, amiyane tabirle 'mağdur edilmiş' olması, iktidar olduğunda kendine muhalefet edenlere aynı muameleyi reva görmeyeceğinin garantisi olmak bir tarafa, ekseriyetle tersinin teminatı olmuştur.
-Misliyle- iade...
Pagan Roma devleti, ayaklarına dolaşan yeni Hristiyan dininin mensuplarına eziyet etmiş, birkaç yüzyıl içinde Roma devletini ele geçiren Hristiyanlar da iktidarı kaybeden paganlara, aynı devlet gücünü kullanarak eziyetlerini – misliyle - iade etmişlerdir.
Amerika'nın kurucu babalarından Thomas Jefferson'dan Romen düşünür/aforizmacı Cioran'a birçok siyasetçi ve felsefeci en büyük zalimin mazlumlardan çıktığını farklı şekiller ve devirlerde dillendirmiştir.
Jung'un dediği gibi, genelde işkenceyi işkence görmüş olan yapar.
Tayyip Erdoğan'ın kendi seçmeni dışında kalan kesimlerin bünyesinde yarattığı 'rahatsızlığın' kaynağının muhafazakar politikaları, basının ümüğünü sıkması, yargıyı kuşa çevirmesi, kendi çevresine çıkar devşirmesi ve başka bir çok sebepten kaynaklandığı kadar, bu kesimleri yıllar içinde mükemmelleştirdiği küçümseyici bir tavır ve üslupla alenen aşağılaması, damarlarına basması, alay edip itip kakması olduğunu görmek zor değil.
Kabaca Kasımpaşa/Beyoğlu, yoksul mütedeyyin/varlıklı laik çatışması üzerine oturan ezilmişlik ve dışlanma duygularının, Erdoğan'ın 'iktidar peşinde koşma' ve düzeni değil iktidar aktörlerini değiştirerek geçmiş - ve düşmüş - aktörlerden öç alma dürtüsünü beslediğini düşünmek mümkün.
Çok kısa bir süre evvel bir konuşmasında sarf ettiği 'öfkemiz milletimizin öfkesidir' sözleri, Erdoğan'ın aldığı öcü yalnızca kendi namına değil, benzer durumda olduğunu düşündüğü/hissettiği/gözlemlediği geniş bir kesim adına aldığını varsaydığına işaret.
Bir kale burcunun tepesinde kıstırdığı yozlaşmış, köhnemiş ve zayıf düşmüş Eski Türkiye'yi sırtüstü yatırıp 'bu anam için', 'bu babam için', 'bu akrabalarım için', 'bu da milletim için' diye haykırarak kılıcını saplamak ve her darbede zevkten dört köşe olmak, bunun yanı sıra milletini/taraftarlarını da dört köşe etmek; Erdoğan'ın kendi seçmeninin bir kısmıyla kurduğu ilişki, kendisinin vurduğu seyircinin alkışladığı, seyirci alkışladıkça daha da sert vurduğu döngüsel ve dönüşümlü bir 'intikam ittifakı'nı andırıyor.
İntikam virüsünün bulaşıcılığı
Bu intikam virüsünün kimden kime, ne zaman bulaştığını kestirmek zor, fakat Erdoğan ve bazı destekçilerinin bu rövanşist ruh halinden (de) beslendikleri, rakiplerini incitmenin, tartaklamanın, aşağılamanın keyfini birbirlerine - değişik vesilelerle - tattırdıkları açık; lakin tahmin edileceği üzere, intikamcı taraftar kitlesi tribünlerden alkış tutan ateşli seyirci rolüyle yetinmiyor.
Devrik muktedirlere vekaleten eziyet eden Erdoğan ve etrafında kümelenmiş gittikçe daha karanlık suratlı kurmayları, bu onuru ve zevki yer yer tabanlarıyla da paylaşıyorlar.
Bülent Somay, 'Çokbilmiş Özne' adlı kitabında toplumun en eğitimsiz, çaresiz ve dışlanmış kesimlerini tanımlamak için 'astlar' anlamına gelen 'madunlar' ifadesini kullanıyor.
Somay'a göre bu topluluk 'kaybedecek zincirleri bile olmayan, bencil çıkarları uğruna davranamayan çünkü bu çıkarların gerçekleşmesi ihtimalini bile göremeyen, öte yandan, kendisini bu duruma düşüren dünyaya, düzene, ötekilere, herkese karşı pre-oidipal, dil öncesi bir kin ve nefretle dolu olan' ve 'egemene öykünerek onun düşünce, davranış biçimlerini ödünç alan' bir yapı.
Hükümdar ona izin verdiği ölçüde ve gösterdiği hedef doğrultusunda hareket edip geçmişleri ve temsil ettiklerinden dolayı incitilmeyi hak edenlerin incitilmesi veya incitilmekle tehdit edilmesini sağlayan araçlardan biri olarak karşımıza çıkıyor.
Aralarından sıyrılıp iktidar basamaklarını birer birer çıkmış reisleriyle aynı hikayeyi paylaştığına inanan bu topluluk, intikam ittifakının küçük fakat vazgeçilmez ortağı olarak, 'tekmelenmesi mübah' kesimlere karşı hükümdarın beslediği kini aratmayan bir hınçla dolmuş veya doldurulmuş vaziyette, onun keskin ve ölümcül bir uzvuna dönüşüyor.
Başkalarına acı çektirmek?
Hükümdar, belli şenlik günlerinde (örneğin seçim geceleri) bu kitleleri içlerinde bulundukları 'hiçlik' konumundan bir özne olmaya, bir hikaye/destan yazmaya (15 Temmuz gecesi) ve nispeten eğitimli/varlıklı, fakat eli kolu bağlanmış muhalif kesimi taciz ederek fazla sesleri çıkmaya kalkarsa 'başlarına neler gelebileceğini' hatırlatmaya davet ederek onları kendi kötülüğüne ortak ediyor.
'Madun'lara zaman zaman sunulan şenlik coşkusu yaşamsal önemde, çünkü Somay'ın da belirttiği gibi orada 'içgüdünün ve dürtünün her türlü denetimden sıyrıldığı, bastırmaların geçersizleştiği, süperegonun paranteze alındığı, (...) akıl ve vicdanın denetiminin ortadan kalktığı, Tanrı'nın öldüğü ve her şeyin mübah olduğu' özgürce ve keyifle incitmenin, can yakmanın ve sindirmenin mümkün olduğu geniş bir alan açılıyor.
'Ahlakın Soykütüğü Üzerine'de Nietzsche ''Başkalarının acı çektiğini görmek insana iyi gelir, acı çektirmek daha da iyi gelir. Zulüm olmadan şenlik olmaz'' diyor.
Bu karanlık – fakat insani – dürtü, Üçüncü Reich döneminde Yahudi vatandaşlara sokak kaldırımlarının diş fırçalarıyla sildirilmesini neşeyle izleyen Almanlardan, Engizisyon tarafından diri diri yakılan alimlerin çığlıklarını keyifle dinleye(bile)n 'ortalama Orta Çağ Avrupalısı'na, her toplumda belli koşul ve dönemlerde su yüzüne çıkabiliyor.
Almanca Schadenfreude, yani 'başkasının yaşadığı talihsizlikler veya acılarından duyulan mutluluk' şeklinde çevrilebilecek bu ruh halini kısaca oh olsunculuk diye tanımlayabiliriz.
Zulüm koltuğuna oturtulan "Reis"ler
Kişisel boyutlarda ve pasif kaldığı ölçüde zararsız olan 'oh olsunculuk', toplumsal düzlemde bir kesimin bir başka kesimin açıkça 'kötülüğünü' istemesi veya içine düştüğü kötü durumdan haz duyması, bu kötülüğün kaynağı olan sistemi/rejimi inatla desteklemeye devam etmesi olarak yaşandığında o toplum – haliyle - yaşanmaz hale geliyor.
Bunun sonucu olarak, bugünün sesleri kısılmış mazlumları, yarın devir değiştiğinde zalim olmanın veya onlar adına – keyifle – zulüm koltuğuna oturacak bir Reis'e kavuşmanın hayallerini kuruyor.
Şimdinin zalimi, yarınki mezalimin de taşlarını döşüyor. İktidarın ve bazı taraftarının geçmiş adaletsizlik ve haksızlıkların sırtına yaslanarak vicdanlarını susturduğu, ağızlarından salyalar akarak kapıldıkları intikamcılık ve salt kötülük kasırgasının süpürüp geçtiği bahçede yalnızca 'oh olsun' tohumları büyüyor.
Bu esnada Türkiye, Edip Cansever'in – bağlamından kopartıp aldığım – şu mısralarına sıkışıp kalıyor:
Bira kasalarını, boş şişeleri
Dükkanın önüne çıkardım
Camları sildim, ortalığı süpürdüm
Sonra bir iskemleye oturdum
Orda yüz binlerce cinayeti ben
ve intiharı
Bir mutluluk gibi dışımda duydum.
(AE/PT)