Çoğunluğunu kadınların oluşturduğu huzurevi hemşire ve personelinin erkek egemen zihniyete göre çalıştırıldığı kesin. Yaşlılara tahsis edilmiş bakımevleri hakkında çok uzun yıllardan beri araştırmalar ve aktif çalışmalar yapan konunun uzmanı, yalnız bu sektörde değil genel anlamda iktisatta daha feminist bir yaklaşım gösterilmesi gerektiğini, dünyaya çok daha fazla kadın ekonomistin kesinlikle lazım olduğunu belirtiyor.
Ne de olsa huzurevlerinde hizmet verenler gezegen çapında günbegün artmakta olan yaşlı nüfusun ihtiyaçlarına cevap verebilmek için akla karayı seçmekte, kısıtlı personel sayısı yüzünden normalden fazla yorulmakta, daima artması istenen ritim ve bilumum baskılarla, eleştiriyi asla kabul etmeyen yöneticilerin hışmına uğramakta. Ya hemşirelerin bazen yaşlıların yakınlarına çok mühim, hatta vahim gerçekleri söylemek zorunda kalmasına ne demeli! Bunların arasında ahlaki olarak tasvip etmedikleri müdahaleler, ölümle sonuçlanan yanlış tedaviler de var.
Bu arada gerçeklikten koparılmış dünya toplumlarında yaşlanmaktan korkanlar hızla artıyor; o ürkütücü gelen huzurevi sistemine gireceğine intihar etmeyi tercih edeceğini ifade edenler oluyor.
Yönetmen ve senaryo yazarı hanelerinde adını gördüğümüz ödüllü sinemacı ve teorisyen Susanna Helke Acımasız Zamanlar - Bakım Şarkıları (Armotonta Menoa - Hoivatyön Lauluja/Ruthless Times- Songs of Care) adlı filmde belgesel ile müzikali birleştiriyor. Finlandiya’da hemşire ve bakıcı kadınlardan müteşekkil koro ile yaşlılardan oluşturulmuş koro film boyunca paslaşıyor, özelleştirme furyasında peş peşe ortaya çıkan haksızlıkları tek tek afişe ediyor. Tampere Film Festivali programında yer alan 2022 Finlandiya yapımı 92 dakikalık ödüllü film gayet üzücü vaziyeti bir insan hakları meselesi olarak irdeliyor, militanca bir tavır sergileyerek seyirciyi tesir altında bırakıyor.
Anna-Mari Kähärä imzalı, iddialı olduğu kadar çarpıcı polifonik müziğin filme katkısı da yadsınamaz.
Müzik şifadır
Sektörün olmazsa olmazlarından ilaç sektörünü de unutmamak lazım. Bilhassa demans ve benzeri hastalıklardan muzdarip hastalara yönelik birebir ihtimam zorlaştıkça artırılan ilaç dozajları birilerinin ekmeğine yağ sürmekte.
Oysa filmde gördüğümüz gibi hafızasını çoktan kaybetmiş olup kendi dünyasına kapanmış olanlar müzikal bir tınıyı duyduklarında adeta canlanıyor, sözleri tam olarak hatırlanmasa da şarkılar söylenmeye başlanıyor, fiziksel imkânlar elvermese de mazideki dansların hatırası gülen gözlere yansıyor. Müziğin ihtiyarlara çok iyi geldiği ve bilumum aktivitelerin arasında en parlak sonucu verdiği kesin.
Filmin müzikal bölümlerinin bazı güfteleri, sektörde emek vermiş olanların yazışmalarından birebir alınmış. Birbirinden manidar şarkıları seslendirenler yalnız sağlık personelinden oluşturulmuş koroyla kısıtlı kalmıyor.
Belirsiz ve güven vermeyen bir huzurevi sistemine dahil olmaya az kalmış yaşlılar da arzularını, endişelerini, eleştirilerini ve daha birçok şeyi müzikle ifade ediyorlar; topluca gerçekleştirdikleri orman yürüyüşlerinde şevkle şarkı söyledikleri gibi danslı buluşmalarda flört etmekten de geri durmuyorlar.
Onlar ne yazık ki “sürdürülebilirliğin boşluğu” olarak yorumlanıyor, sistemin bir an önce kurtulmaya çalıştığı safra muamelesi görüyor, geçmişten günümüze taşımış oldukları değerli miras yok sayılıyor.
Bu dünyadan zarafetle ayrılmak artık zor
Devletin yerel belediyeye tahsis ettiği ödeneğin çokuluslu şirket Attendo’ya halkın fikri sorulmadan tahsis edildiği Kaavi’de yaşananlar bütün dünyadaki benzer örneklerinden farklı değil.
Seyirci olarak biz durumu hem huzurevi sektöründe çalışanların, hem orada bakım görenlerin, hem de kısa süre sonra huzurevine girme ihtimali olanların gözünden izliyoruz.
Daha önceki vakalardan yola çıkılarak adı hayırlı şekilde anılmayan yayılmacı sektör temsilcisinin riyakârlıkla bezeli propagandasına inanmak ise epeyce güç. Boş vaatlerden müteşekkil tanıtım konuşmaları iddialı ve fiyakalı bir ortamda, süslü sözlerle gerçekleştirilirken, coğrafyada tekel oluşturup tüm sektörü ele geçirme potansiyelinden pek bahsedilmiyor.
Zaten hemşirelerle bakıcıların oldum olası işverenlerinin davranışlarını yorumlamak veya eleştirmek gibi bir lükse sahip olmadığı biliniyor! Onlardan daima yüksek performans bekleniyor, fazla mesaiye ses çıkarmamaları isteniyor; onlara tahsis edilen daracık alanlarda kaotik ve kakofonik bir ortamda dinlenmeleri bekleniyor.
Onlar ki aniden çırılçıplak gezmeye karar vermiş hastayı giydiren, çorabını ıslatıp duvar silmeye girişmişi sakinleştiren, koridorlara fırlayıp evine gitmek için çıkış yolunu çılgınca arayanı tatlı sözlerle odasına geri götüren…
Onlarca insanın ölümüne şahit olup yüzlerce bedeni cenazelerine özene bezene hazırlayan isimsiz kahramanlarla karşı karşıya olduğumuz muhakkak. İnsanın şefkatli bir ortamda, zarifçe ölüler âlemine geçmesi günbegün zorlaşıyor gibi.
Sağlık çalışanlarının arasında işini kaybetme korkusuyla film için röportaj veremeyenleri de varmış; cep telefonu veya bilgisayar başında fazla vakit harcamakla itham edilenleri de unutmayalım!
Finlandiya’nın vaziyeti
Özellikle son yıllarda yeryüzünde refah düzeyi en yüksek ülkelerden biri olarak listelerin başında yer alan Finlandiya’dan bahsediyoruz. İklimsel olarak mutluluk endekslerinin çok yüksek olması beklenmese de sağduyusu gayet yüksek bir milletten ve geleneksel olarak gayet verimli şekilde işlemesi beklenen bir sistemden yansımış, böylesine acıklı bir tablo seyirciyi şaşırtıyor. Onların aşırı olabilen duygusallıklarına kıyasla biz fazlasıyla acımasız mı olduk yoksa?
Azgın kapitalizmin pençesi misali huzurevi sektörüne çakal gibi saldıranlar o kadar da riyakâr değiller aslında. Onlar İstanbul’daki Surp Pırgiç, Balıklı Rum, Bomonti Fransız Fakirhanesi veya Darülaceze gibi çok uzun soluklu işlere gönüllü olmadıklarını açıkça ifade ediyorlar. Projelerine birkaç on yıllık bir ömür biçip emellerine kısa süreli vurgunlarla ulaştıklarını adeta itiraf ediyorlar.
Türkiye’de örnekleri pek az kalmış olsa da uzun soluklu köklü müesseseleri layıkıyla korumak bu yüzden daha da mühim hale geliyor, öyle değil mi?
(MT/EMK)