*Fotoğraflar: Taming the Garden adlı belgeselden.
Burgaz adasının Akdeniz çamlarından müteşekkil ormanı yerleşim merkezini de tehdit eden büyük yangınla yok olmuştu.
Adanın Hristos tepesiyle Kalpazankaya arasında, makilerle kaplı yamacındaki devasa çöplükten yükselen alevler kuvvetli bir lodos fırtınası sırasında kontrol edilemez hale gelmiş ve adanın silüetini değiştirmişti.
Akabinde küçücük adanın imara açılacağı söylentileri yüzünden mi bilinmez, hummalı bir ağaçlandırma faaliyetine girişilmiş ve çeşit çeşit ağaç hızla dikilmişti.
İlerleyen yıllarda coğrafyanın şartlarına uygun olmadığı anlaşılan birçok fidan ne yazık ki kurumuş, ancak fıstık çamlarının Burgaz'a uyum sağladığı anlaşılmıştı.
Tam da bu yüzden günümüzde onların bazı noktalarda fazlasıyla yoğun bir düzende iç içe, başka yerlerde seyrek bir doku oluşturdukları görülebiliyor.
Birkaç sene önce ise yeni dikilmiş çamların bile zar zor tuttuğu yamaçlardan bir tanesine heyula gibi bir mezarlık yapılmaya başlanınca insan boyuna ulaşabilmiş 10'a yakın çam için tehlike çanları çalmaya başlamıştı.
Adaya adeta çıkarma yapan koskoca damperli kamyonların taşıdığı inşaat malzemeleri, adanın daracık sokaklarında dehşet saçan kazulet gibi inşaat makineleri, çamların yanında adaların tabii dokusu makilerle kaplı alanı bir anda istila etmiş, SİT alanı Burgaz'ın şehirden farksız muamele görmesinin önünü açmıştı.
Uçsuz bucaksız bir coğrafyada değiliz!
Dünyada bu denli dar yüzölçüme sahip bir toprak parçasının bu kadar büyük bir mimari (?) unsurla kaplandığı ender görülmüştür!
Makiler ve toprak adeta düşman muamelesi görmüş, tüm alanı kaplayan betondan müteşekkil geniş şeritler bir yana, mezarlığın bir kanadı hariç, etrafı neredeyse bir motorlu aracın gezebileceği endeki beton yol ve beton duvarla çevrilmişti.
Dımdızlak kalmış yamaçta iyice görünür hale gelmiş mevzubahis çamlara da acınmayacaktı.
Fakat onlar mezarlığın sınırlarını belirleyen duvarın üstüne yerleştirilmiş, Osmanlı özentisini ele veren heybetli parmaklıklarla taçlandırılan bölgenin hemen dışına sürülüp yeniden adanın taşlı toprağına dikilecekti.
Aradan birkaç mevsim geçtikten sonra bu iyi niyetli operasyonda muvaffak olunmadığı anlaşılacak, gencecik çamlar kuruyup ölecekti.
Belki de bu işi yapanlar işin ehli insanlar değillerdi, belki de ellerindeki teknik imkânlar basit gibi görünse de meşakkatli olan bu işin üstesinden gelmeye elverişli değildi.
Günümüzde ise mezarlığın periyodik bakımının düzenli ve özenli şekilde yerine getirildiği, kazara yükselmeye yeltenen makilerin derhal kesildiği görülüyor.
Bir ara İstanbul Büyükşehir Belediyesinin gururla damgasını vurduğu duvarı belki kamufle etme ülküsüyle tırmanmaya başlayan sarmaşıklara şans tanınmadığı da malum.
Burgaz'a uzaktan bakıldığı zaman yeni kısırlaştırılmış dişi bir kedinin tıraşlı dokusunu andıran yamacının kıyısında köşesinde de, makilerin bazıları için değersizliğini ispat eden çimento torbaları, kum çuvalları, çelenk kalıntıları, etrafa mütemadiyen saçılan beş litrelik pet şişeleri, daima genişlemeye meyilli beton ve baş tacımız asfalt dokuları da unutulmamalı.
Rum bahçıvanlara ne oldu?
Oysa zengin ve güçlü olduğu kadar zevkli ve tabiata saygılı olduğunu kanıtlamak için taklalar atan Gürcü işadamı ve politikacı Ivanishvili için vaziyet öyle mi?
Karadeniz kıyısında şahsi amaçlarla oluşturulmuş olsa da cennetvari Shekvetili Ağaç Parkı coğrafyaya gayet uygun boyutta traktörlerle muamele görüyor, mümkün olduğunca sessiz çim biçme makineleriyle baştan başa taranıyor, merkezî sulama sistemiyle beslenirken ancak küçücük elektrikli araçlarla gezilebiliyor; hatta kaslı bedenlere sahip profesyonel bahçıvanların elinde tırmık, tüm park ve bahçelerin hak ettiği, gayet şefkatli muameleyi de görüyor. (Burgaz'ın Rum bahçıvan, seracı ve bostancılarından Taso, Foti, Mimi, Yani veya Vasili'yi hatırlayan kaldı mı?)
Varsın asırlık anıt ağaçlar olsun, varsın köylerde insanlar nesillerdir gölgelerinde soluklanmış olsun, varsın büyükanne ve büyükbabaların dikip torunlarına bıraktığı en değerli miras olsun; estetik fetişisti arsız Ivanishvili hiçbir engel tanımıyor, coğrafyanın bir ucundan diğerine, Türkiye'ye de fazla uzak olmayan noktadaki parkta somutlaşan Makyavelyen projesine köküyle ağaç taşıyıp duruyor ve göründüğü kadarıyla onları layıkıyla yaşatıyor.
2021 Sundance'in gözdelerinden
İnsan kendini bir Angelopoulos, Paracanov veya Fellini filmi izliyormuş gibi hissedebilir ödüllü kadın sinemacı Salomé Jashi'nin imzasını taşıyan Bahçeyi ıslah etmek (Taming the garden) başlıklı belgeseli seyre dalmışken.
2021 İsviçre/Almanya/Gürcistan ortak yapımı 92 dakikalık filmde, bir ara politikaya soyunmuş, hatta ülkeyi hâlâ gizlice yönettiği söylenen ülkenin en zengin adamının filantrop şöhretine gölge düşürme pahasına yönetmen Salomé'nin gösterdiği cesaret, adını aldığı tarihî/mitolojik figürden kaynaklanıyor sanki!
Ne de olsa gezegendeki birçok kırılgan demokrasiden biri olan Gürcistan'da halk ve bilhassa köylüler iktidardan korkuyor, fikirlerini serbestçe ifade etmekten çekindikleri gibi kamera karşısına geçmekten de kaçınıyorlar.
Fakat zarif sinemacı Jashi, her ne kadar mevzunun perde arkasındaki "çevreci" kahramanını mümkün olduğunca yargılamadan, usulca teşhir etse de, güç ve para sahibi karakterlerin doğanın dengesini gözetmeden bencilce davranmasının kabul edilir olmadığını layıkıyla ifade ediyor.
İzlenesi sinema eseri dünyanın en prestijli film festivallerinden Sundance 2021'in Dünya Belgeselleri Yarışmasına katılıp dünya prömiyerini daha geçenlerde gerçekleştirmiş oldu.
Yeşile tapanlar var!
Filmin başında yemyeşil Gürcistan coğrafyasının gerçeküstü sayılabilecek manzaralarıyla karşı karşıyayız.
Ağaçların soluğu kuşların cıvıltılarına karışıyor, basit bir çeşmeden akan suyun ritmi kurbağa sesleriyle birleşiyor; tatlı bir esintinin kulakları okşayan tınısı yumuşacık bir müzikle ahenkli bir polifoniye yol açıyor.
Derken uzaktan da gelse elektrikli testerelerin, iş makinalarının asap bozucu gürültüsü seyirciyi rahatsız etmeye başlıyor; ellerinde baltalı adamlar görünce barbarlığın içine düşeceğimiz zarifçe bildiriliyor. Şirin bir dere yatağında suya bata çıka ilerleyen koca bir kepçe hayra alamet olamaz!
Yüz yaşını aşmış koca bir ağacın etrafında önce genişçe bir hendek kazılıyor; derinliği insan boyuna ulaşınca başta etrafı bir brandayla, sonra da yuvarlak bir kasa vazifesi görecek kalaslarla sarılıyor.
Birkaç apartman katı yüksekliğinde 1.000 tonluk bir yükün taşınması mevzubahistir.
Yine devasa boyutlarda bir matkapla köklere zarar vermemeye azami ihtimam gösterilerek ağacın dibine künkler yerleştiriliyor ve ağac taşınmaya hazır olduğunda güçlü bir vinçle bir veya iki TIR'ın çekicisi üzerine bindirilerek beyefendinin bahçesine sürgün yolculuğu başlıyor.
Ameleler ve köylüler bu zoraki göçe genelde olumlu baktıklarını ifade ediyorlar.
Ne de olsa tek bir ağacın yerinden sökülmesi bazen üç aya varan maaş anlamına gelebiliyor; ağaçlar köylülerin arsalarında olduğu zaman kendilerine verilen bedel fakirleşmiş bütçelerine katkıda bulunmuş oluyor.
Türkiye'de de sık sık duyduğumuz: "Zaten yaprakları bahçemize düşüp kirletiyordu" gibi replikler filmde de eksik olmuyor. (Adada sık sık ifade edilen ve bilhassa osuruk ağaçlarını hedef alan "Manzaramızı kapatıyor!" da bir klasik sayılabilir.)
Bu arada yük engelsiz taşınsın diye yollarına çıkacak daha küçük ağaçlar ya hunharca budanıyor ya da kökünden kesiliyor.
Köylülerden muhalif olanlar gölgesinde serinledikleri ağaçların bir anda yok olmasından tabii ki şikâyetçi.
Fakat megaloman Ivanishvili meseleyi o kadar önemsiyor ki ağaçların zarar görmeden bahçesine taşınabilmesi için milyarları gözden çıkarmış: Ağaçların taşınırken geçeceği bazı köy yolları sağlamlaştırılıyor, bazıları genişletiliyor.
Normalde devletten hizmet almaya alışkın olmadıkları için birilerinin onları görmüş olması halk için öncelikli bir tatmin hali oluşturuyor; yoksa buna züğürt tesellisi mi demek lazım! (Bu arada bazı TIR'ların üzerinde Erbay ve Anatolia yazıları dikkat çekici)
Transa girebilirsiniz...
Filmin en büyüleyici sekansları tabii ki ağaçların Karadeniz'de çok geniş bir platformun üstünde seyahat anları.
Ağacı taşıyan araçların kumsalda ilerleyebilmesi için beton plakalar yerleştiriliyor, platform karaya yanaşabilsin diye mendirek uzunluğunda taştan iskeleler bu amaçla sağlamlaştırılıyor (yoksa baştan mı inşa ediliyor?)
Sinematografi açısından video sanatına göz kırpan bir stilde ağacı suyun üzerinde süzülürken izliyor, Nuh'un gemisinde olduğumuz hissine kapılıyoruz.
Hareket etmeyen kamera seyirciyi sık sık hipnotize ediyor, kökleriyle birlikte ister istemez sürgüne zorlanmış ağaçlarla empati kuracak vakti verip hüzünlenmemize yol açıyor.
Yıllar boyunca çetin şartlara direnip büyüyen, dalbudaklanıp çevresine can veren, hatta coğrafyanın sembolü haline gelen bir canlının doğal ortamından sökülüp uzaklara götürülmesi hangi etiğe uygun sayılır?
Ağaç çağımızda politik bir varlığa neden ve nasıl dönüştü?
Dünya ahalisi zahmetsiz neticelere, hazırlopçuluğa, ahlaksızlığa kılıf bulmaya ve biat etmeye ne kadar çabuk alıştı!
Zengin prodüksiyon
Filmin prodüktör hanesinde Almanya doğumlu Engin Uludağ adını, katkıda bulunanlar arasında ARTE ve IDFA Bertha Fund'ı görüyoruz.
Bu arada Mengrelce konuşmalarla kulaklarımızın pası siliniyor, bölge ahalisinin Türkiye sınırları içinde yaşayan Karadenizliler'le aşırı benzerliğine bir kez daha vâkıf oluyoruz.
Bahçeyi ıslah etmek belgeseli üzücü içeriğine rağmen kendine has ritmiyle seyirciyi büyülüyor; koltuğumuzda rahat rahat filmi izlerken yaşam sembolü ağaçların iktidar sahiplerince nasıl zapt edildiğine şahit oluyor ve bu hususta derin düşüncelere dalıyoruz.
İstediğini elde etmek için sınır tanımayan şımarık iktidar sahiplerinin doğayı oyuncakları gibi görmelerine öfke duymamak mümkün değil.
"Tüm ağaçlara sahip olduktan sonra kuşların mı peşine düşecek?" diyor amelelerden biri.
"Niye ağlıyorsun ki? Bunda ağlanacak ne var?" suallerini kaba bir adam, yıllarca hayatını paylaştığı ağacın peşinden gözyaşı döküp istavrozunu çıkaran kadına soruveriyor.
Canlı bir cenazeyi andıran ağacın peşinden yavaşça ilerleyen kortejin parçası olmak hiç kimse için kolay değildir, belgesel seyircisi için de!
Kim bilir belki bir gün, Burgaz'ın ekmek fırının önündeki anıt ağaç da Yassıada'ya hummalı şekilde gidip gelmeye devam eden çıkarma gemilerinden birine zamane bahçıvanlarının katkılarıyla bindiriliverir.
Sait Faik Abasıyanık bu durumda belki mezarında ters döner ama Burgaz adalı şakşakçıların alkışları eşliğinde, cami minaresiyle fenerden oluşan adanın silüetine üçüncü bir zirve eklenmiş olur ve belki de yassılıktan büsbütün kurtulur... (mu?)
(MT/PT)