Mutfak pencerem bir süredir bir yıkıntıya bakıyor. Dönüştürülmek üzere yıkılmaya başlanan ve muhtemelen ortaya çıkan bir pürüz sebebiyle yıkımı yarım bırakılan bir gecekondu var yanı başımda. Terk edilmiş, hem bir çöplük hem de bir mezar görüntüsü veren. Duruşuyla ölümü çağrıştıran, ölmüş bir tarihi ya da. Orada geçirilen zamanın artık geri dönülmez bir yola girdiğini ve mekandaki biçim değişikliğiyle orada yaşayanların bambaşka varlıklara dönüşeceğini haber veriyor.
Altı ay öncesine kadar capcanlı bir evdi oysa. Ağaçlı bahçesinde kedileri olan, gece pencerelerden yaydığı sarı ışığın canlılığıyla şehrin küçük bir toprak parçasına sapasağlam tutunduğunu kanıtlamış bir evdi. Gerçeklik hissi veriyordu etrafa. “Buradayım ve ağaçlarım, kedilerim, kuşlarım var” diyordu. “Doğanın bir parçası olmayı hala başarabiliyorum. Siz ara katlardaki steril hayatlarınıza devam edin, benim böceklerim var” diyordu. “Siz üst katlardaki göğe tırmanma hırsınıza devam edin, benim toprakla temasım, yeryüzüm var.”
Sonra gittiler. Hem evin sahipleri, hem bahçede takılan kediler… Ev yarı yıkılmış bir harabe olarak kaldı.
Salona geçelim. 1,5 yıl önce buraya taşındığımda, mahalleyi geniş bir açıdan gören bir balkonum vardı. Bugün balkon yine mahalleyi görmeye devam ediyor ancak şöyle bir fark var: Tam karşımda yükselen kocaman gökdelenler genişliğin üzerine kara bir gölge gibi düştüler. Genişlik ve ferahlık hissim de böylelikle alı konuldu. Deniz ya da orman görmeyi hayal etmiyordum tabii fakat gökyüzünün parsellenmesini de beklemiyordum. Bakmıyorum bir süredir o tarafa.
Evin içinde olmak zorundayım velhasılıkelam. Dışarıyla hiçbir bağım olmamalı. Dışarısı bana gürültü, toz ve kaos dışında bir şey vermemeye yemin etmiş gibi. “İstanbul’da yaşayacaksan bunlara katlanmak zorundasın!” der gibi kocaman tükürüklü bir ağız. “İşine gelirse!” der gibi “reklam panosundan dişlerini gösteren kirli bir sırıtış”.
Hüzün kaplıyor etrafımı. Tanımlayamadığım bir ağırlığın hüznü. Şehrin en belirgin yanı bu artık: Hüzünlü bir ağırlığının olması...
Hakan Bıçakcı son kitabı "Uyku Sersemi"nde (İletişim Yay. 2017), tam da beton yıkıntıların arasından hüzünle bakan yüzümüze çevirmiş aynayı. İçimizden bir “Ah!” yükseltmiş adeta. İşin kötü tarafı aynada gördüğümüz yüz bile bize ait değil artık. Yaşantılarımız ve deneyimlerimiz; mahallemizle, sokağımızla birlikte buharlaşıp uçmuş. Toprak gibi üstü asfaltla kaplanmaya başlamış hafızamızın. Aynada görmek istemediğimiz yüz yalnızlıktan deliren yüzümüz mü, doğadan kopmuş yüzümüz mü bilemez olmuşuz. Ortalıkta dolaşan bizim; duygudan, istekten, tutkudan, zamandan koparılmış bir temsilimiz mi veya kötü bir taklidimiz mi? Taklit gibi görünüyor, evet. Ancak bir tarafımız ayrışmak istiyor bu taklitten. Tıpkı kitapta olduğu gibi… Yalnızca ayrışıp onu yok ederse varlığının eski “insani” günlerine geri dönebileceğini bile düşünüyor olabilir. Esas “ben”, betonlar arasında kendini yitiren “ben”i kendine getirmeye çalışıyor. Metropol insanının çaresiz çırpınışlarına acıyarak ve üzülerek bakıyor bunu okuyan metropol insanı. Delirmemek için uzaktan bakıp hüzünlenmeyi seçiyor belki de. Azıcık yaklaşsa delirecek, biliyor. Kitapla ilişkimiz çok gerçek oluyor böylelikle, çünkü sadece okuduğumuz değil içinde boğulduğumuz bir kara ütopyayı gözler önüne seriyor.
İnsan anıdan başka nedir ki? Kentsel dönüşüm diye yok edilen sadece şehir değil. Sokaklarda, evlerde, işyerlerinde bize çok benzeyen ama aslında biz olmayan bir dönüşümümüz dolaşıyor artık. İnsansal dönüşüm deriz belki adına. Geçmişi yok edilen bir neslin dönüşümü. Uykuyla uyanıklık arası bir düzlemde yuvarlanıyor bu dönüşmüş insan. Sokaklardan anılar ve geçmiş silindikçe gerçeklikten kopup bir illüzyona dönüşüyor. Ya da rüzgarda savrulan bir ruha… Kök salamayan, uçucu bir maddeye… İklim de bu betonlaşmaya meydan okurcasına sertleştiriyor kendini. Modern binaların hayalet insanlarına daha fazla anlayış gösteremeyecek belli ki.
Bu köksüz, uçucu ruh nasıl sağlıklı kalabilir? İnsanın kendini zamansal olarak “var olan” olarak duyumsayabilmesi için mekânsal bir geçmişe de sahip olması gerekiyor. Bazen çocukluğun geçtiği bir sokağı ziyaret etmenin uyandırdığı “gerçeklik” hissi gibi, olumlu ya da olumsuz anıların yaşandığı mekânlar varlıklarıyla gerçeklik hissini besler. Üniversite yıllarımı geçirdiğim mahallenin kentsel dönüşüm adıyla yok edilmesi benim kişisel tarihimden elbette bir şeyler götürür. Oraya yolum düşmese bile oranın varlığını bilmek beni “güvende” tutar. Çünkü vardır ve böylelikle ben de bir zamanlar orada var olmuşumdur. Artık olmayışı oradaki tarihimi zihinsel bir imgeye indirgerken fiziksel dünyayla olan bağlarımı zedeler. Bana ait bir şeyin bana sorulmadan yok edilmesi “güvende oluş”umu sarsar.
İstanbul bugün hala bize bir şeyler anlatmak istiyor. Ancak ne biz onu duyacak kadar “uyanığız” ne de o sesini duyuracak kadar güçlü. O çok yorgun, biz çok uykulu… Elimizden kayıp giden tarihe mahmur bakışlar atabiliyoruz yalnızca. Yokedilen bizim parçamız değilmiş gibi… Tam da dönüşmüşlüğümüzün gerektirdiği gibi…
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun pek güzel dizelerini alıntılamış Bıçakcı, ben de bu dizelerle bitireceğim: “İstanbul deyince aklıma bir masal gelir / Bir varmış, bir yokmuş”. (BK/HK)
* Fotoğraf: Zehra Beşli