31 Ekim 2016’ydı. Uluslararası bir gazeteci değişim programıyla geldiğim Berlin‘deki die tageszeitung gazetesinde geçireceğim ikinci aya başlamak üzereydim. Sabah erken saatlerde İstanbul bürosunda çalıştığım Cumhuriyet Gazetesi‘ne bir operasyon düzenlendiğini öğrendim. Cumhuriyet burada bilinen bir gazeteydi. Sabah toplantısında konu tartışıldı. O gün ertesi gün manşete koymak üzere toplu bir fotoğraf çektirdik. Gazete çalışanları ellerinde Almanca “Cumhuriyet’i kurtarın” yazan kağıtlar tuttular. Hissettiğim çaresizlik çekilen fotoğrafa yansıdı. Herkes gidişatın farkındaydı. Benim gibi düşünen niceleri vardı. Kimsenin tek derdi Türkiye değildi belki, ama burada Türkiye’yi dert edinen çok fazla insan olduğu da bir gerçekti.
Küresel dünyada birbirimize kenetlenmek, ortak bir amaç için birlikte mücadele vermek zor olmamalıydı. Bir fikir düşündük, basit bir fikir; Türkiye’de çalışan baskı altındaki gazetecilere destek olmak, onlardan gelen metinleri Almanca’ya çevirip yayınlamak. Sol görüşlü die tageszeitung gazetesinin cömert okurlarından para istedik, verdiler. Gazetenin yönetiminden destek istedik, sakınmadılar. Bu, başka bir gazetede olabilecek türden bir iş değildi.
İsim ne olacaktı peki? Başta “taz.eksil” fikri çıktı ortaya. Sürgün, yani “exil” ama “eksil” şeklinde yazılsa… Hayatta olmaz. “Taz” herhangi bir kelimenin içine yedirmesi oldukça güç bir heceydi, yine de denemedik değil… Taze, taptaze bir şey lazımdı. Tazmanya, taz bulutu, kabataz, olmaz. taz yukarı, taz aşağı; tazminat, mümtaz, tazkebap, senyoritaz, taziran...taz-iran? he? Ciddiyeti kaybetmek üzereydik: “Gaza gelme, taza gel."
Sonra taz.dostum koymak istedim ismimizi, klibimiz bile hazırdı: “taz dostum, boşa geçmiş ömre yaşam denir mi...” Olmadı, tazgeçtik. taz.gazete olacaktı ismimiz. Almanyalılar için risksiz, Türkiyeliler için manasız. İsim dediğimiz nedir ki en nihayetinde? Çalışmaya başladık.
Siber uzayda bir karadeliğe sayısız elektronik posta gönderdim; “Merhabalar, bizler Berlin‘deki die tageszeitung gazetesinin Türkiye’deki gazetecilerle dayanışmak için kurduğu...” Kendimizi nasıl tanıtırız? İnsanlara nasıl ulaşırız? Neleri amaçlayabiliriz? Madem uzaktayız, madem onlar bize dokunamıyor, madem politik bir projeyiz… Almanya kamuoyuna Türkiye’yi anlatmak lazım. Ama bu vesileyle büyük çapta, karamsar bir histerinin yayılmasında da rol oynadık. “Türkiye’de her şey bitti, basın bitti, mahvolduk. Erdoğan yedi yedi bitirdi ve geriye bizler mi kaldık? Bir de Cumhuriyet, BirGün ve Evrensel. Başka da yok...” Ama kalbimiz temizdi; mücadelemiz ise daha yeni başlıyordu.
Geceler boyunca sayısız fikirler edindik. O günlerde her şey mümkün geliyordu. Not defterimin sayfalarında o günlerde aldığım notlara gidiyorum;
“Politik mizah”, “Almanlar için Erdoğan ve Türk siyaseti sözlüğü”, “İngilizce de yayın yapalım”, “Karikatür ve portreler yoluyla Türkiye halklarının iyi ve kötü kahramanları”, “140 journos ile ortaklık”...
“Ahmet Şık‘ı sıkıştır.”
Bize yazacağına dair sözünü aldığım yazıya bir türlü zaman bulamıyordu; ben daha sıkıştıramadan gözaltına alındı. Ardından Deniz Yücel. O zaman anladım, sadece işimizi yapmak yeterli olacaktı. Fakat gerçekler, projenin fikri ya da ismi kadar basit değildi. Bocaladık. İlk aylarda her haberin her üç cümlesinden birinde gördüğüm tashihler yüzünden uykularım kaçtı. Nasıl bu kadar hata yapabilirdik? Küçük bir takımla koca bir ülkenin gündemine sağlıksızca hücum ettik. Gururla bocaladık. Gerçekler ve kendi beklentilerimiz arasındaki mesafe, Türkiye ve Almanya arasındaki mesafe ile çarpıldı. Hem bir de hedef kitlemiz kimdi? Türkiye’deki Türkiyeliler mi, Almanya‘daki Türkiyeliler mi? Almanya’daki Almanlar mı? Avusturya da fena olmazdı…
“Türk usulü” haber yazmak ve “Alman usulü” haber yazmak ne farklı şeylermiş meğer. Türkçe’den Almanca’ya çevirmek ne bela bir işmiş, Türkiye'yi bilmeyen insanlara gerekli arkaplanı sunmak kadar can sıkıcıymış-ama bir o kadar da gerekli. Bir haberi Almanca’ya çevirip, toparlayıp eşzamanlı yayınlayana kadar Türkiye‘deki gündem altı kere değişmiş oluyordu. Bu hızı yakalayamazdık. Demek ki eşzamanlılığa bu kadar takılmamak gerekiyormuş. Hatalarımızdan öğrendik. Uzun bir süre yazarlara ödeyebildiğimiz para, beni iyi hissettiren tek şey oldu. Zamanla bazı şeyler yerine oturdu, her geçen gün üzerine koyduk. Yine de ne Türkiye’de yasaklanacak kadar büyüyebildik, ne de Almanya’da saygı duyulunacak kadar objektif kalabildik.
Herkesin yapabilecekleri ve yapamayacakları vardır. Bizler de kendimizi içinde bulduğumuz durumda, elimizden gelenin en iyisini yapmaya gayret ettik. taz okurlarının verdiği değer ve cesur bir kadının sarsılmaz desteğiyle kendimiz ve diğerleri adına varolma mücadelesi verdik; hem gazetede, hem Almanya basınında, hem Almanya’da, teker teker ve hep birlikte.
Türkiye’ye demokrasiyi, basın özgürlüğünü getirecek olanlar biz değildik. Ama birbirine eklendiğinde her küçük mücadelenin anlamı olduğuna inananlardanız. Bizimle birlikte mücadele verenlerin yanında durabilmek için çabaladık, hala çabalıyoruz. Türkiye’de ve Almanya’da her gün mücadele veren sayısız güzel insanla birlikte çalışırken bir şeyler filizlendi. Her diğer gün çalıştıkları basın kuruluşları kapatılan, işsiz kalmış ya da emekleri karşılığında para alamayan insanlar bizlere yazıyorlar. Kapasitemizin yettiği kadarını alıyor, çeviriyor ve iki dilde yayınlıyoruz. Ve mücadelemiz daha yeni başlıyor.
“Merhabalar, bizler Berlin‘deki die tageszeitung gazetesinin Türkiye‘deki gazetecilerle dayanışmak için kurduğu…” taz.gazete: buradayız. (AÇ/BK)