12 Eylül darbesi edebiyatla toplumsal hayat arasındaki bağları koparmış, bir zamanlar sola yakınlık duyan pek çok yazarın toplumsal ve siyasi meselelerden elini eteğini çekmesine yol açmış, böylelikle, o güne kadar edebiyat dünyasına egemen olan edebiyat-siyaset-ideoloji birlikteliği sona ermişti.
Onun yerini alan edebi dalganın siyasi ve ideolojik olmadığını söylemiyorum; tersine, egemen ideolojinin rüzgarını da arkasına alan yazarlar, geçmiş dönemde yaşananlarla bir "hesaplaşmaya" girdiler. Ama hesaplaşılan hep solcular ve sol içi ilişkilerdi. Olayların arkasındaki karanlık ilişkiler, derin devletin provokasyonları, ülkücü tetikçilerin kullanılışı apaçık olsa bile 12 Eylül sonrasında popülerleşen, kendisini entelektüel, hatta özgürlükçü solcu biçiminde tanıyan yazarların 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerini kavrayışı solun yanlış politikalarına ve sosyalizmin iflasına dayalıydı.
Bellekler yeni varoluş biçimlerini meşrulaştıracak tarzda düzenlenmiş, hatırda despotik örgüt yapılarından, tek taraflı şiddet eylemlerinden, yenilgiden, yılgınlık ve pişmanlıktan başka bir şey kalmamıştı. Ya da geçmiş ancak bir daha geri gelmeyecek nostaljik bir çocukluk anı olarak anlatıldığı takdirde değerliydi. Yansıtılan duyguların yas, pişmanlık, hatta intikam olması bile ehemmiyetsizdi artık; yeter ki geçmişin bir daha asla geri gelmeyeceği vurgulanmış olsun...
Hiç beklemediğimiz bu yeni edebi ortam öylesine hızlı ve öylesine kaotik bir kültürel atmosferde gelişti ki, süreci içinden yaşarken pratik veya teorik refleksler gösteremedik, gösteremezdik de... Çünkü bizim elimizde geleneklerimiz, ideolojimiz, "ders notlarımız" ve siyasi duruşumuzdan başka bir silahımız yoktu, ama bilgisayarlar, atariler, renkli televizyonlar, videolar, müzik setleri ve "imaj maker"larla çevrilivermiştik aniden. Yalnız solcular değil, toplumun tamamı, yeni bir kültürel iklime girildiğinin farkında değildi.
Yeni kavramlar
1980'li yıllarda bir çok yeni kavramla karşılaştık. Daha önce sol hareketin içerisinde özgünlükleriyle dolaysız biçimde varolamayan toplumsal gruplar; kadınlar, eşcinseller, çevreciler, Kürtler ve diğerleri, kendi adlarını telaffuz eder, farklılıklarının altını çizip kendi dillerini ve kavramlarını arar oldular.
Ancak bu yıllara damgasını vuran sözcük "birey"di! İnsanlar birey olmanın "iyi"liğine ikna olup, özel hayatla cinsel hayatı aynılaştırdılar. "Dışarıdakiler", farkına ve keyfine vardıkları yeni kimlikler ve pratiklerle sarhoş olurken, hep birlikte yaşanan bu büyük illüzyonu da, içinden çıkıp geldikleri tarihle şimdinin birbirine karıştırılmasını da yadırgamadılar.
Bazı kavramlar ve değerlerse anlamlarından ve sınıfsal göndermelerinden uzaklaşıp gözden ve dilden düştüler. Evdeki ve sokaktaki günlük yaşantıdan siyasal ve entelektüel tartışmalara kadar her yerde, sınıf modelinin görünürlüğü ve sürekliliği yitirildi. Post-endüstriyel tekelci kapitalizmin gelişmesi, soğuk savaşın başlangıcından beri medyanın ve özellikle korkunç harcamalarıyla reklamcılığın uyguladığı mistifikasyon teknikleri, sınıf yapısının giderek daha fazla gizlenmesine neden oldu.
Merkezi tema
Yeni kültürel iklimde esen birey, cinsellik, özgürleşme ve özel hayat fırtınaları, 12 Eylül "edebiyatı"nın merkezi temasını oluşturur. Döneme ait edebi üretimler bir bütün olarak o kültürün içerisinde ya da o kültürün kuşatması altında şekillenmiştir.
Toplumu saran özel hayatı alenileştirme ve röntgencilik merakı edebi alana da yansımış; okuyucunun ilgi gösterdiği popüler türlerin giderek yaygınlaşması, polisiyelerin ve fantaziye dayalı tarihi metinlerin çok satarlığı, yani tüketilenlerin üretilenler üzerindeki egemenliği, hikaye ve romanların biçimini, içeriğini ve türünü etkilemiştir.
Böylece geçmişin silahlı eylemcileri, karşıtlarına yer verilmesine gerek duyulmadan, "kara dizi"lere -silah ve silahlı eylem- paydasından yumuşak bir geçiş yapabilmişlerdir! 12 Eylül sonrasında Türkiye devrimci hareketine yönelen –romanlara da yansıyan- eleştirilerde kadın-erkek ilişkilerindeki tutuculuğun ve örgütsel yapılardaki, siyasi eylemlerdeki şiddetin önemli bir yeri var.
Toplumsal konular edebi alanın dışına itilirken
Darbenin yaralarının sarılmasına paralel olarak 80'lerin sonlarında başlayıp 90'lar boyunca süren yeni bir sol roman dalgası yükseldi.
Öyle ki 12 Eylül sonrasında sol bir bakış açısıyla yazılmış romanların sayısı -Türk romanında diğer önemli tarihsel/toplumsal olaylarla kıyaslandığında- hiç de az değil. Ancak edebiyatta derin izler bırakacak, hiç değilse belleklerde yer edecek bir "12 Eylül Romanı" külliyatından söz etmek zor.
Bunun nedenlerinden belki de en önemlisi darbenin muhaliflik duygusunu zihinlerden söküp atması, solun değer ve kavramlarının dışlanmasıdır. Böylelikle toplumsal/siyasal konular edebi alanın dışına itilmiştir.
Hâlâ muhalif kalan, meseleye sosyalist bir dünya görüşüyle yaklaşan, yaşadıkları zulümden anlamlandıramadıkları bu dünyadan belki akıllarını kaybetmemek, belki de seslerini sağırlaşmış yüreklere duyurabilmek umuduyla edebiyata sığınanların yazdıklarıysa karşılık bulmadı.
Kurbanın mutlak kabul göreceğini sandığı mağduriyetinin diliyle yazılmış bu metinler –edebi yetersizliklerinin de etkisiyle- merhamet yerine öfke, en hafifinden küçümseme yarattı insanlarda; edebi açıdan eksiklikleri de eklenince alay ve yergi konusu olabildiler.
Solun hikayelere ihtiyacı vardı
Oysa solun maruz kaldığı ölçüsüz ve süreğenleşen şiddetin travmasıyla baş edebilmek için hikayelere ihtiyacı vardı. Böylesi hikayeler yeni yeni yazılıyor. 2000'li yıllara geldiğimizde bir toparlanmadan, geçmişin olaylarını, acılarını, toplumsal ve bireysel sorunlarını edebiyatın diliyle yansıtan romanlardan söz edebiliyoruz. Solun 12 Eylül'le gerçekten yüzleşmesi ve hesaplaşması bundan sonra başlayacak. (AÖT/TK)