"Yakacaksın başını çocuk" dedi yarı şaka yarı ciddi, Türkiye Cumhuriyeti devletinin "Kürt vatandaş"ı olmanın ne demek olduğunu çok iyi bilen bir arkadaşım.
Sosyoloji öğrencisi olarak ''Kürt hareketi'' ve ''devlet terörü'' üzerine çalışmak istediğimi ama konuyla ilgili bilgim ve birikimim çok sınırlı olduğu için işin içinden çıkamadığımı anlatıyordum. Bu ülkede Kürt olmak da Kürtlerden bahsetmek de sakıncalıydı elbette.
Cümlenin şaka olan yarısında, Kürt hareketi üzerine çalışmak istememle eğleniyordu biraz. Bir Türk'ün Kürt sorununu anlama çabalarının sistem içi kaldığını ve eğreti durduğunu düşünüyordu.
Diğer yarısının ciddiyeti de sesinde belli belirsiz duyulan "sakıncalı" bir yerlerdeydi. Konuya Hamza Aktan'ın geçtiğimiz aylarda çıkan Türkiye Cumhuriyeti'nde Kürt olmanın ne demek olduğunu anlattığı kitabı Kürt Vatandaş'tan gelmiştik.
Aktan, Kürtlerin Kürt kenti, Türk kenti, siyaset, popüler kültür, Türk medyası, askerlik, okul ve internet gibi farklı alanlardaki "vatandaşlık" deneyimlerini anlatıyordu.
Kitapta Kürt meselesi üzerine düşündüklerime ve değişen düşüncelerime dair şeyler buldum. Kürt meselesini anlamaya ve anlatmaya çalışan bir Türk olarak farkında olduğum ya da olmadığım hikayeler okudum.
Kitap, Kürt meselsine dair değişen algıma değerli bir katkı oldu.
Çünkü belli bir zamana kadar, Kürt hareketine ve Kürt meselesine dair algım, küçük nefret tohumları eken milli eğitimin, herkesin başının çaresine bakmasını isteyen neoliberal devletin, meşhur mahalle baskısı güdümlü orta sınıfın ve belki de en çok ekilen nefret tohumlarının hasadını toplayan ana akım medyanın istediği gibi şekillenmişti.
Memleketin batısındaki yetiştiğim küçük yerde çok fazla Kürt yoktu, olanları da pek sevilmezdi. Otobüste Kürtçe bir konuşma duyulduğunda sertleşen bakışlar görülebilirdi.
Yıllarca medyada ''Kürt'', ''sorun'', ''terör'' kelimelerine yan yana maruz kalmış biri olarak Kürtlerden nefret etmiyordum yine de; ancak hiç tanımıyordum da.
İletişim araçlarının bu kadar ulaşılabilir olduğu bir çağda bu kadar uzak kalabiliyorduk birbirimize. Kürtlerin maruz kaldığı işkenceleri, baskı ve zulümleri öğrendikçe, herkesin öğrenmesini isteyen bir hale bürünmem kaçınılmazdı.
Birbirimizin hikayelerini bilmediğimiz için giderek düşman olduğumuzu düşünüyordum. Sanki hikayelerimizi bilsek her şey yoluna girecekmiş gibi.
Ancak Kürtleri tanımak, Kürt meselesini anlamaya çalışmak Kürtleri anlaşılmaya çalışılacak gizemli nesneler haline dönüştürmekten öte gidemiyordu.
Bir Türk olarak, Kürt meselesini oryantalizme düşmeden anlamak ve anlatmak çok zordu.
Hamza Aktan da kitabında Kürtlerin özellikle Diyarbakır Cezaevi'nde maruz kaldığı şiddet ve işkence hikayelerinin, hak ihlallerinin tekrar tekrar anlatılmasının tekdüze bir kısır döngüye ve bir tür şiddet pornografisine dönüşmesinden bahsediyor. Bu durumun ilginç bir hikayesi olmayan Kürtlerin değersizleşmesine, uğradığı hak ihlallerinin de önemsizleşmesine neden olduğunu söylüyor.
"Self oryantalizm"den örnekler verdiği kısımda ise Kürt aydınların da, "doğu"yu, "batı"ya anlatmak adına zaman zaman mağduriyet dilini kullandıklarına ve gerillaları batılıların ve kentlilerin anlayamayacağı mistik bir hava içinde sunduklarına değiniyor.
Türk kentinde Kürtlerin günlük hayatın her alanında tecrübe edebilecekleri dışlanmayı biliyordum. Yaşadığım yerlerde Kürt esnaftan alışveriş etmek istenmediğine tanıklık etmiştim.
Aktan, bu durumun Kürtlerde yarattığı saklanma refleksini Gültaç Mengünoğul'un Kürt kadınlarla yaptığı çalışmasından verdiği örnekle aktarıyor.
Kürt bir kadın olan Nermin'in "Biz ev Kürdüyüz, dışarıda iyi Türk gibi yaşaman ve Kürt olduğunu göstermemen gerekir" cümlesi Kürtlerin "entegrasyon"unu çok güzel özetliyor.
Kürtlerin Türk kentinde yaşadıkları deneyimler Kürtlerin Türk algısına dair örnekler de veriyor. Aktan, "Batı kentindeki Kürt, bir Türk arkadaşıyla konuştuğunda, aslında devletle, onun 'suç' teşkil eden düşünce ve duygularını öğrendiğinde gözaltına alacak polisle veya ona haber salacak muhbiriyle konuştuğunu varsayar" diyor. Aktan'ın da değindiği, meydana gelen çok sayıda linç olayı göz önünde bulundurulduğunda, bunun yerinde bir tepki olduğunu söylemek mümkün.
Aktan'ın bu kitabı gibi Türklerin Kürtleri anlaması için önemli olduğunu düşündüğüm diğer bir kitap da, Funda Danışman ve Rojin Akın'ın derlediği "Bildiğin Gibi Değil." 90'larda Kürt coğrafyasında çocukluğunu geçirmiş kişilerin hikayelerini anlattıkları bu çalışmanın isminden de anlaşılabileceği gibi memleketin ''batısı''na hitaben yazılmış olduğu söylenebilir. Ancak batılılara ne kadar ulaşabilir olduğu tartışılır.
Kürt meselesine dair bildiğim en iyi şey, Kürt meselesinin Türkiye toplumundaki algılanışı sanırım. Meselenin nasıl bilinmediğini ve yok sayıldığını değişen fikirlerimden biliyorum. Bu yüzden her iki kitabı okuduğumda da bende oluşan ilk izlenim insanların bu hikayeleri duyduklarında en çok kendilerine ve hiçbir şey bilmeyişlerine şaşıracakları, dehşete kapılacakları; fikirlerinin, Kürt meselesine bakış açılarının ve algılarının bir nebze de olsa değişeceğine dairdi.
Ancak sonra, bu hikayeleri duysa da inkar edecek, inanmayacak, kabullenmeyecek, reddedecek, yok sayacak, "Kürtler yalan söylüyorlar, çarpıtıyorlar" diyecek insanların sayısının, bakış açıları değişebilecek insan sayısından çok fazla olduğunu düşündüm. Kürt meselesinin bile değil, Kürtlerin yıllarca yok sayıldığı, "Kürt yoktur" denildiği bir yerde Türklerle Kürtler arasında devletin kurduğu çatışmalı dilin dışında konuşulabilecek başka bir mecra da bir dil de bulmak çok zor aslında. Bu yüzden Kürt meselesini anlama ve anlatma çabalarında oryantalizme, mağduriyet diline ve şiddet pornografisine düşmemek de çok zor.
Yine de, her iki çalışma da toplumdaki Kürt meselesi algısının değişmesinde rol oynayacak çalışmalar. Aktan'ın mağduriyet dilini reddetmesi meselenin algılanışına doğru bir katkı sağlıyor. Bu dilin dışında da Türk vatandaşın, Kürt vatandaşı anlayabileceği bir anlatı sunuyor. (RY/EKN)