11 Temmuz Dünya Nüfus Günü ile gündeme taşınan veriler şu günlerde farklı bir tartışmanın kapısını aralıyor.
Genel kabul olarak kadın başına doğurganlığın 2.1 olması nüfusun yenilenme hızına dair bir dengeyi belirtmekte ve TÜİK verilerine göre 2017 yılında Türkiye'de doğurganlık oranı 2.07 ile ilk defa bu sınırın altında kaldı1.
Burada demografik bir analiz yahut çözüm önerisi getirmekten ziyade doğurganlık hızının düşmesinde etkili olan kadınların işgücüne katılımının, kapitalist üretim süreci açısından nasıl bir dilemmaya sebebiyet verdiğinden bahsedeceğiz.
Sanayi çağıyla beraber kapitalist üretimin bir parçası haline gelen kadınlar fabrikada artı-değer üretmekle meşgulken mesaiden sonra ev hayatını sürdürecek, doğuştan yükümlü oldukları görevlerden mesuldüler.2
Bunun yanında kadınlar doğurganlıklarından ve evdeki sorumluluklarından ötürü kriz zamanlarından gözden çıkarılabilecek, ihtiyaç olduğunda göreve çağırılabilecek; daha çok çalıştırılıp daha az ücret verilebilecek yedek işçi ordusunun öncü kuvvetleriydi3.
Evde emek gücü?
1800'lerden yakın zamana kadar bir yandan ucuz işgücünü oluşturan kadınların bir yandan da evde emek gücünü yeniden üretmesi sistemin işlemesi açısından iki taraflı bir kazanç sunuyordu.
Elbette kadının bu şekilde sömürüsü günümüzde hala devam etse de kadın hareketi mücadelesi önemli gelişmelerin yaşanmasını sağladı.
Kadınların daha eşit koşullarda, güvenceli bir şekilde ve tam zamanlı iş hayatına katılımının artması ekonomik bağımlılıklarını azaltırken aynı zamanda gebelikten korunma yöntemleri ve kürtaj hizmetlerinin yaygınlaşması doğurganlıkları konusunda kısmi de olsa özgürleşmelerini sağladı.
Bu özgürleşmenin ve başka diğer faktörlerin etkisiyle birlikte doğurganlık oranlarında son 50-60 yılda inanılmaz bir düşüş gözlemlendi. Türkiye özelinde konuşmak gerekirse 1970'lerde dahi 5'in üzerinde olan doğurganlık oranı başta belirttiğimiz gibi bu yıl 2.07 ile kritik sınırın altına düştü.
Üstelik bu düşüş iktidarın aile planlaması ve kürtaj hizmetlerini engelleyici tutumuna rağmen gerçekleşti.
Elbette kadın istihdamının artması doğurganlık oranının azalmasında tek etken olmasa da kadınların işgücüne katılımı ile doğurganlığın azalması benzer seyirler izledi.
Bundan ötedir ki kadınların işgücüne katılımı arttıkça bu düşme eğilimi de devam edecek gibi görünmektedir.
Türkiye'de 90'larda Erbakan'ın 4, ardından Erdoğan'ın 3 çocuk ısrarı ve aile planlamasının nüfusumuzu azaltmak isteyen Batılıların oyunu olduğuna dair sağ popülist söylem elbette bu ideolojinin içkin olduğu kapitalist üretim süreci ile birlikte değerlendirilmeli.
Bu düşünüşün temelinde bulunan; kadınların artı-değer üretimindeki yerine dair ikilemin bir ucunda işgücüne katılım diğer ucunda ise emek gücünün yeniden üretimi yatıyor.
"Ürkütücü" ihtimaller
Kaçınılmaya çalışılan çıkmaz tam da burada görünür olmaktadır:
Kadınlar bir taraftan birikime doğrudan katkısı olmayan, işçi hayatının sürdürülebilirliğini sağlayacak ev içi emek (somut emek) ile meşgul olup bir yandan da yedek işçi ordusunun bir parçası olurken; işgücüne yedek değil asli katılımlar, aynı zamanda ev içi 'görevlerini' aksatmaları ve tıbbi imkanların genişlemesi (aile planlaması hizmetleri) katmerli kazancın çift taraflı bir açmaza sürüklenme ihtimalini doğurdu.
İşte çoğalmaya teşvik edici söylemlerin arkasında bu 'ürkütücü' ihtimaller yer alıyor.
Yapay zekanın yeni iş gücünü oluşturacağı ve insan bazlı emek-gücünün gittikçe değersizleşeceği süregelen bir tartışma olsa da kadınlara yüklenen misyon en azından uzunca bir süre daha önemini koruyacak gibi gözükmekte.
Elbette üreme yetisinin ve doğurma istencinin giderek azalmasının, insan türünün devamı açısından tehlike arz ediyor olmasına dair erken bir kaygı da işin farklı bir boyutunu oluşturmaktadır.
Lakin devletlerin güttüğü kaygı bundan öte milli, genç, dinamik iş gücünün azalmasına yönelik olduğu için asıl mücadelenin verilmesi gereken yer kapitalist üretim biçimine dairdir. Yani esas sıkıntı iktidarların doğum teşviki yapmasındaki amaçlarda ve buna yönelik kurduğu dilde yatmaktadır.
Düşük ücretli ve güvencesiz çalışmak
Sağ iktidarlar söz konusu olduğunda amaç daima piyasanın çıkarları olsa da oluşturulan söylem zamanın ruhuna göre dini veya milli olabilmekte ancak temelinde her zaman yabancı (Batı) düşmanlığı yer almaktadır.
Gelgelelim yüksek işsizlik oranları, düşük ücretli ve güvencesiz çalışma ortamı, ifade özgürlüğünün kısıtlanması, ekonomik belirsizlik; kısacası şimdiye ve geleceğe dair olan kaygılar üreme çağındaki genç insanlar için pek de çocuk doğurmayı teşvik edici şartlar değildir.2
Velhasıl Dünyaya bir can gelmesine vesile olmak gibi benzersiz bir hal ne piyasanın birikim emellerinin ne de muhafazakarların milli çıkarlarının aracı haline gelmemelidir.
Yaşasın, ölmesin, doysun, gülsün
Bunu engellemek için de mücadeleyi hem çocuğun teneffüs edeceği koşulları iyileştirmek hem de nüfusa dair mefhumların bir iktidar alanı olarak kurgulanmaması adına vermeliyiz.
Son kertede çocuklar, doğsun, büyüsün, yaşasın, ölmesin hem de öyle kuru ekmeğe talim olmasın, doysun, gülsün istiyoruz. Tüm çabamız da bundandır, öte değil.
*Burada bahsettiğimiz kısmiliğe değinmekte fayda var: Bugün pratik uygulamada evli kadınlar kürtaj yapmak istediğinde eşlerinin rızası aranmakta, eğer yoksa işlem uygulanmamaktadır.
Kamusal engellerin öncesinde özel alanda çocuk doğurmaya yönelik kültürel baskı da kadının doğurganlığına dair özgürlüğün önünde başat bir engel teşkil etmektedir.
1: http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=27589 : Türkiye İstatistik Kurumu, Dünya Nüfus Günü 2018 Bülteni
2: https://bianet.org/bianet/yasam/199047-aile-planlamasindan-ureme-sagligina-nufus-meselesi : Aile Planlamasından Üreme Sağlığına Nüfus Meselesi, Ali İhsan Nergiz, bianet
3: Siyasal İktidar Karşısında Kadın, Şirin Tekeli, Toplum ve Bilim, Güz 1997: Yazında kadının kapitalist ekonomik sistemdeki yerine dair bazı kavramsallaştırmalar bu makaledeki mülahazaların genişletilmesiyle meydana gelmiştir.