Beşiktaş Adliyesi, 12 Mayıs'ta kapanıyor, mahkemeler Çağlayan'daki Adalet Sarayı'na taşınıyor...
Sevgili Beşiktaş DGM binamızı özleyeceğiz.
Beşiktaş motor iskelesinin az arkasında, denize dirseğini dönmüş sarı boyalı, birkaç katlı, çirkin bir yapıydı. Uzun bir hukuki ve siyasi mücadele sonunda bir gece ansızın tabelası değişti, DGM (Devlet Güvenlik Mahkemesi) iken ÖGM (Özel Görevli Mahkeme) oluverdi. Ama boşuna korkmuşuz. Hiçbir şeyi değişmedi.
Yargıcından mübaşirine, savcısından kapıdaki polisine kadar tüm eski dostlar görevleri başındaydı. Tek değişen şey tabela olmuştu. Eh o kadar kusur kadı kızında olur da mahkeme adında olmaz mı?
Efendim, benim İstanbul DGM ile 17 yıllık maceram 1995 yılının 23 Ocak sabahı başlamıştı. Sevgili Yaşar Kemal, Alman "Der Spiegel" dergisinde çıkan bir makalesi nedeniyle İstanbul DGM'de ifade vermeye çağrıldığında, çok sayıda aydın ona destek vermek üzere bir araya geldi.
İşte o gün, o avluda basit bir imza kampanyası başlatıldı: "Her kim ki, düşüncelerini açıkladığı için başına bela gelir, hepimiz aynı sözlerin altına imzamızı atıp savcıya kendimizi ihbar edeceğiz." Dediğimizi de yaptık. "Düşünce Suçuna (!) Karşı Girişim" böyle doğdu.
İmza kampanyası hızla yayıldı. Düşünce özgürlüğüne inanan 15 bin civarındaki katılımcıdan 1080'i "yayıncı" olarak, içlerinde Kemal'in, İsmail Beşikçi'nin, Leyla Zana ve arkadaşlarının, Oral Çalışlar'ınkiler de dahil 10 yazının bulunduğu "Düşünceye Özgürlük" adlı bir kitap yayınladık, bir örneğini savcıya götürerek kendimizi ihbar ettik.
Savcı şaşırdı, ama o zamanki yasanın 162. maddesine göre hakkımızda soruşturma açmak zorunda olduğunu utana sıkıla anlattı. Bu kadar kişiye nasıl ulaşabileceğini sordu, tabii kendisine yardım sözü verdik ve savcının kapısında kuyruklar oluşturduk. Her gün başka bir meslek grubu giriyordu kuyruğa.
Bir gün yazarlar, bir gün gazeteciler, bir gün akademisyenler, bir gün sanatçılar -tabii basın eşliğinde- bu kuyruklarda buluştuk. Hep aynı ifadeyi verdik: "Yaptığım işin doğuracağı sonuçların bilincinde olarak, bilerek ve isteyerek..."
İstanbul 3 No'lu DGM'de 185 yayıncı hakkında dava açıldı. İlk duruşma günü başlı başına bir şenlikti. 1 no'lu sanık Ahmet Altan, 2 no'lu sanık rahmetli yayıncı Erdal Öz, 3. sırada avukat Ali Rıza Dizdar, sonra Orhan Pamuk... Lale Mansur, Zuhal Olcay, Haluk Bilginer, Müjdat Gezen, Nedim Saban, Prof. Toktamış Ateş, iş adamı Ömer Çavuşoğlu ve aradan geçen yıllar boyunca kaybettiklerimiz, Prof. Bülent Tanör, Cenk Koray, imzacılar arasında olduğu halde ömrü ilk duruşmaya gelmesine bile yetmeyen sevgili Aziz Nesin...
İlk duruşmada herkesin sıra ile kimlik tesbiti yapılırken "Mesleğiniz?" sorusuna verilen yanıtlar, Dizdar'ın esprisini herkes tekrarladığı için hep ikişer ikişer oluyordu: "Avukat, yayıncı", "Yazar, yayıncı", "Oyuncu, yayıncı", "Doktor, yayıncı"...
Sonlara doğru birimiz "yayıncı" ekini unutunca bu defa hakim hatırlattı: "Sizde yayıncılık yok mu?"
Bu dava başka davalar da doğurdu. Oyuncu Mahir Günşiray savunmasında, o günlerde oynadıkları Kafka'nın "Duruşma" adlı oyunundan bir bölümü okuyunca -hayatında Kafka'nın adını duyduğundan şüphede olduğum- savcı, bu sözleri mahkemeye hakaret sayarak suç duyurusunda bulundu, Günşiray -ve tabii o sözlerin asıl sahibi Franz Kafka da- bu vesile ile ayrı bir davada daha yargılandılar. Mahir aklandı, Kafka'nın ise, DGM'nin kendisine küsmüş olduğundan haberi bile olmadı tabii...
Bu kitabın yayınından sonra, aralarında Arthur Miller, Harold Pinter, Paul Auster gibi dünyaca ünlü yazarların bulunduğu 144 yabancı aydın da yayıncı olarak aynı "mahkum" metinlere imzalarını koydular ve savcı onlar hakkında dava açmayınca -onları buraya getiremem ki diyordu- zamanı uygun olan 21 kişi kalkıp İstanbul'a geldiler.
Sonradan iki yılda bir tekrarlanan "Düşünce Özgürlüğü için İstanbul Buluşmaları"nın ilki 10-12 Mart 1997'de böyle başladı. Yazarlarla, hukukçularla, akademisyenlerle yapılan bir dizi toplantıdan sonra hep birlikte DGM'ye gittiler, kendilerini ihbar etmek ve yargılatmak için. Ama savcı kapıyı açmadı, "Evde yok" dedirtti. Onlar da Beşiktaş postanesinden taahhütlü bir mektup yolladılar, kendilerini böyle ihbar ettiler. Ne var ki, sevgili DGM'miz o gün üç maymunu oynadı, bunu görmedi, duymadı, cevaben de bir şey söylemedi.
Bu iş kesintisiz devam etti. Her kim ki başı belaya gire, hemen 3-5 kişi bir araya gelip dikiliyorduk savcının kapısına. Emine Şenlikoğlu ile Adalet Ağaoğlu'nun aynı kuyrukta sohbet ettiğini görmek, Abdurrahman Dilipak'la Toktamış Ateş'in ortak TV programı hazırlamaları çoğu kişiyi şaşırtıyordu, ama kabahat Voltaire'deydi tabii...
Ah sevgili DGM, ne günlerdi onlar.
Sonra birkaç kez o boğucu ring arabasının içinde, elleri kelepçeli de geldim sana, sağolsun ünlü savcın Nuh Mete Yüksel sayesinde. Ama çok sürmedi, her seferinde ilk celsede aklandım. Beni pek mi sevdiklerinden? Yoo, hiç sanmıyorum. Bu durumu, beni içeri attıklarında başlarına daha beter dert olduğuma kanaat getirmelerine borçluyum gibime geliyor.
Neler neler gördüm bu yıllar boyunca DGM salonlarında. Ama en ilginci, bir yargıcın, boş savcı koltuğuyla konuşması oldu.
Bir gün, gene bir dava nedeniyle DGM'deydim, ama bir türlü sıra geleceğe benzemiyordu. Ben de boş oturmamak için rastgele önüme gelen davalara girip izlemeye başladım. Bir duruşmada, salon bomboştu. Başörtülü bir kadın gazeteci, avukatı da yok, dinleyicisi de, tek başına sanık yerinde. Üç yargıcın oturması gereken koltukların hepsi boş, sadece başkan ayakta dolanıyor, cübbesini bile üşenip yarım giymiş. Herhalde işini bitirip çıkmak istiyor o da. Kadıncağızın hukukla pek ilişkisi yok, tanınmış biri de değil, küçük bir İslami dergide yayınlanan bir yazısından ötürü DGM huzurunda.
Salondaki sütunlardan birinin arkasında oturduğum için hakimin beni fark etmediğini sanıyorum, fark etse biraz dikkatli davranırdı. Kadına laf ola bir soru sorduktan sonra daktilo başındaki sekretere (o vakit DGM'ler daha bilgisayarla tanışmamıştı) ezberden yazdırmaya başladı sorulmamış sorulara verilmemiş yanıtları. Sonra boş duran savcı koltuğuna dönerek devem etti: "İddia makamına soruldu, başka bir diyeceğim yoktur" denildi.
Yaa, işte böyle bir mülkün temeliydi DGM'lerimizin adaleti.
Efendim? Şimdi mi nasıl?
Şimdi artık "Özel Görevli..." (ŞY/AS)
* DGM'lerin geçmişi hakkında özet bilgi: Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM), 1973'te TC Anayasası'nın 136. maddesinde yapılan değişiklikle ortaya çıkmış ve 1773 sayılı kanunla faaliyete geçmiş, ancak 1975'teAnayasa Mahkemesi bu kanunu biçim yönünden anayasaya aykırı bularak iptal edilip verilen sürede yenisi de yapılmadığından bütünüyle yürürlükten kalkmıştı.
DGM'ler 1985'te yeni bir yasa ile canlandırıldı. 2004'e kadar faaliyet gösterdi ve 5190 sayılı kanunla isim değiştirdi, Özel Görevli Mahkemeler'e (ÖGM) dönüştürüldü.