Özgür Heval Çınar ve Coşkun Üsterci tarafından yayına hazırlanan "Çarklardaki Kum: Vicdani Red"* kitabından Eric Jan Zürcher'in "Osmanlı İmparatorluğu'nun Son Dönemlerinde Asker Kaçaklığı" başlıklı makalesini aynen yayımlıyoruz.
Askerlik hizmetini vicdanen red Avrupa'da köklü bir geleneğe sahiptir. 16. yüzyıldaki reformasyondan bu yana Menonitler, Baptistler ve Quakerlar gibi Protestan Kiliseleri içerisindeki pek çok farklı grup, tanrıları ya da ülkeleri için silah taşımayı ve dövüşmeyi altıncı emir temelinde (Öldürmeyeceksin!) ve bundan da çok İsa'nın takipçilerine öbür yanağını dönmeyi söylediği dağdaki vaaza dayandırarak reddetmekteydi. Pasifizm, aralarında silah kullanmayı açıktan açığa reddedenlerin de olduğu muhalifler tarafından kurulmuş bir ülke olan Amerika'da özellikle güçlüydü. 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa ve Amerika uzun süredir var olan dinî pasifizmin yanı sıra dünyevi, sosyalist bir pasifizmle de tanıştı. 19. yüzyıl Avrupa'sında gelişen ayrı bir pasifist akımsa ilhamını anarşizmden alıyordu. Bu gelenekte hizmet etmenin reddi, devletin yurttaşları üstündeki hak iddialarının meşruluğunu red ilkesine dayanıyordu.
Prensler ve devletler profesyonel (ya da paralı) ordularla iş görürken bu pek de sorun yaratmıyordu. Ancak, Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nda G. Washington'un getirdiği ve daha sonra Fransız Devrimi sırasında çok daha büyük boyutlarda tekrarlanan, zorunlu askere almayla başlayan evrensel (erkekler için) askerlik hizmeti gündeme gelince, bunun pek çok Avrupa ülkesinde vicdani red olasılığını da hesaba katan biçimde yasa ve düzenlemelerle çerçevelenmesi kaçınılmaz oldu.
Ancak vicdani redle ilgili özel bir yasa ilk kez Birinci Dünya Savaşı sırasında Danimarka'da kabul edildi. Britanya da sorunla, Birinci Dünya Savaşı sırasında zorunlu askerliğe ilk kez başvurduğunda yüzleşmiş oldu. Bunun sonucunda, Avrupa'nın belli başlı tüm savaşan devletlerinde, sosyalist partilerin bile ülkelerinin savaş girişimlerini desteklemesine rağmen, binlerce erkek askerlik hizmetinden muaf olma imkânından yararlanmaya çalıştı. Redçilerin bir kısmı orduda geri hizmette görev alırken (örneğin, sedye taşıyıcı olarak) diğerleri de "ulusal öneme haiz işler"e alınmışlardı: Çiftliklerde ağır işçilik gibi. Rusya'daki Menonit toplulukları da her ikisini de yapıyordu: Hastaneleri işletiyor ve devlet için odun kesiyorlardı. Az sayıda vicdani redçi de hapse atılıyordu ve genellikle kötü muamele görüyordu.
Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde diğer çağdaş Avrupa devletleriyle kıyaslandığında nüfusun hatırı sayılır bir kısmı askerlik hizmetinden muaf tutulmuştu. Ancak, bunun vicdani redle bir ilgisi yoktu. Muaf tutulan gruplar, 1909'a dek, Müslüman olmayan nüfusun tamamı ve Müslüman nüfusun belirli zümrelerinden oluşuyordu (İstanbul, Mekke ve Medine'de yaşayanlar, hacılar, din görevlileri ve dinî okulların öğrencileri, kabileler). Müslüman olmayanlardan askerlik hizmeti yapmamak karşılığında bir muafiyet vergisi (bedel) alınıyordu. Batı'da vicdani redçileri ortaya çıkaran akımlar Osmanlı İmparatorluğu'nda neredeyse hiç yok gibiydi. Protestan geleneği (çoğu Ermeni Cemaati'ndeki dönmelerden oluşuyordu) zayıf ve köksüzdü ve politik etkisi çok azdı. Protestanlığı kabul edenler de Quakerlar ya da Yehova Şahitleri gibi pasifist gelenekleri olan kiliseler yerine büyük kiliselere bağlı kalıyordu. Sosyalizm de gecikenler arasındaydı. Sosyalizm, 20. yüzyılın başlarında vücut buldu. Ancak, imparatorluğun birkaç büyük şehrindeki, neredeyse tamamı Müslüman olmayan azınlık cemaatlerinden oluşan marjinal bir hareket olarak kaldı. Aslında yerli bir Müslüman pasifizm geleneği yoktu.
Dünyanın önde gelen dinleri arasında yer alan İslam, bunlar arasında önemli bir pasifist mirasa sahip olmayan da tek dindir. Bu durumda şüphesiz vicdani red kavramı ordunun ana kısmını teşkil eden köylü genç erkekler gibi Osmanlı elitleri için de tamamen yabancı bir olguydu. Ancak dinî ya da politik ilkeler temelinde savaşmayı reddetme kavramı bilinmiyor olsa şüphesiz askerlerin ihtilaflarını ortaya koyan çok daha eski yöntemler biliniyordu. Hatta, bilinmekle de kalmıyordu. Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı ordusundaki asker kaçaklarının sayısı o sırada Batı ve Orta Avrupa'da akla hayale gelmeyecek oranlara ulaşıyordu.
Sorunun boyutu
"Büyük savaş"a katılan tüm ordular asker kaçaklığı sorunlarıyla karşılaştı. Alman ordusunda, tarafsız komşu ülkelere kaçan (Hollanda, Danimarka, İsveç) 130-150.000 kadar kaçak vardı. Bu sayı, Almanya'da Birinci Dünya Savaşı sırasında askere alınan erkeklerin sayısı olan 13,5 milyonun kabaca yüzde 1'ini teşkil ediyordu. Rakamlar, karşı taraf için de aşağı yukarı aynıdır. İhtilaf Devletlerinin başlıca seferberliklerinde kaçak- asker sayısı yüzde 0.74 ve 0.92 arasında değişiklik göstermiş ve asla yüzde 2'yi geçmemiştir.
Osmanlı ordusuna baktığımızdaysa tamamen farklı bir tabloyla karşılaşıyoruz. Burada, asker kaçaklığı, şehit düşme ve bulaşıcı hastalıkların da önüne geçerek ordunun savaşın ikinci yarısında muzdarip olduğu insan gücündeki ve dolayısıyla savaş yeteneğindeki düşmesinin başlıca nedeni olmuştur. Aralık 1917 itibariyle, yaklaşık 300.000 asker kaçağı vardı ve Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Alman askerî birliğinin başı, süvari generali Otto Liman Von Sanders alarm durumu verdi.
"Türk ordusunun mevcut durumu" üstüne bir raporunda şunları söyledi:
"Türk ordusunda şu anda 300.000'den fazla asker kaçağı mevcuttur. Bunlar düşmana katılmamakta ancak memleketlerinin art bölgelerine kaçıp burada yağma ve talan yaparak ülke güvenliğini tehdit etmektedirler. Her yerde birlikler bu kaçakları yakalamak üzere harekete geçirilmelidir."
Daha sonra bunun savaş alanlarındaki orduların asker yetersizliğini gayet iyi açıkladığını ifade ederek devam etmektedir. Kafkas cephesindeki 2. ve 3. orduların toplam silah gücü 20.000 tüfekten oluşurken Bulgar sınırından Alanya'ya kadar uzanan 2.000 kilometrelik sahil şeridiyse 26.000 tüfekle korunmaktaydı. 6. ordunun (Kuzey Mezopotamya'da) ön cephe birlikleri 13.000 kişiden oluşuyordu. Görece kuvvetli iki ordu Galiçya (Almanların komutasında iki tümenle) ve Filistin cephelerine odaklanmıştı ki; burada 1917 Noel'i öncesinde Kudüs'ün düşüşüyle sonuçlanacak bir İngiliz saldırısı bekleniyordu. 1917'de neredeyse tüm birimler ciddi biçimde güç kaybetmişti (genel olarak yüzde 50'den fazla).
Liman'ın, kaçakların genelde cephe gerisine gittiği yorumu biraz fazla genelleme içeriyordu. Savaşın başlangıcında Kafkaslarda Ermeni askerler kaçarak Rus güçlerine katılmıştı (bu da Şubat 1915'ten itibaren Ermenilerin silahsızlandırılmasıyla sonuçlanmıştı) ve 1917 ve 1918 yıllarında İngiliz güçlerine katılmak üzere Filistin ve Mezopotamya'da sınırı geçen Ermeni ve Arapların sayısı ciddi biçimde artmıştı. Kürt, Türkmen, Pers ya da Arap olsun kabile boyları zaman zaman duruma göre taraf değiştirerek eşyalarını toplayıp ortadan kaybolma eğilimindeydiler. Yine de cephe gerisine ya da hücum sırasında cephe ilerisine kaçmak temel nitelikti.
Liman'a göre, cepheye sevk edilen her bir tümen baştaki gücünden binler kaybetmekteydi. Bavyeralı subay Kress von Kressenstein, Ekim 1917'deki raporunda İstanbul'dan 10.057 adamla ayrılan 24. Tümen'in Filistin'e 4.635 kişiyle vardığını belirtmektedir. Tümen cepheye varmadan önce neredeyse dörtte biri kaçmıştı.Suriye'de bazen aşırı baskı uygulanarak Arap askerler cepheye zincirlenerek sevk ediliyordu.
Savaşın sonunda asker kaçaklarının sayısı yarım milyona ulaşmıştı; ki bu savaş alanında kalan asker sayısından çok daha fazlaydı. Bu çok daha kalabalık olan Alman ordusundaki asker kaçaklarının üç katından daha fazlaydı. Avrupa'da seferber edilen orduların yüzde 0,7 ile yüzde 1'i kadarını asker kaçakları oluştururken, Osmanlı İmparatorluğu'nda bu oran yüzde 20'lere varıyordu. Türklerin genel kabul gören savaşçı nitelikleri göz önüne alındığında (pek çok meslektaşının anılarında Liman von Sanders'in Türkler için "mükemmel askerî malzeme" dediği aktarılmaktadır) insan bunun nedenlerini sormadan edemiyor.
Türkiye'de elbette, Birinci Dünya Savaşı'nın Bağımsızlık Savaşı (Milli Mücadele) şeklinde tezahür eden bir sonucu olmuştur. Bu savaş, hem "Millî Güçler" (Kuvayi Milliye) olarak bilinen düzensiz gönüllü birlikler hem de Osmanlı ordusunun kalıntıları tarafından yürütülmüştür. Ankara'daki politik ve askeri önderlik hem Büyük Savaş'tan miras kalan ve silahlı güçlerce işgal edilmiş bir taşrayla sonuçlanan asker kaçaklarının sorunlarıyla hem de kendi güçleri arasında devam eden asker kaçaklığı sorunuyla karşı karşıyaydı. Daha Temmuz 1920'de Meclis asker kaçaklığıyla mücadele etmek için "İstiklal Mahkemeleri" açma önerisini müzakere ediyordu. Mecliste yaptığı konuşmasında Konya vekili Vehbi Bey, sorunun boyutunu şu sözlerle vurguluyordu:
"Ordudaki asker kaçakları, tüm arkadaşlarımız bundan haberdar. Konya'da iki yüz adamı trene yerleştiriyorlar ve Karahisar'a (Afyon) sadece otuzu varıyor. Üç yüz kişilik bir tümen üç gün içinde yüz elliye düşüyor..."
Aynı zamanda bir "Kuvayi Milliye" gerilla grubuyla bir haydut grubu arasındaki ince çizgiye de dikkat çekmiştir. Kuvayi Milliye'den ayrılan asker kaçakları kolayca silahlı soygunculara dönebilirdi çünkü "ne de olsa silahlarına güvenen soyguncu gruplarından oluşuyorlardı. Bir an Kuvayi Milliye'dirler ama Karesi sınırlarını geçer geçmez de gene soyguncu oluverirler."
1920 yazı boyunca asker kaçaklarının sayısı artmaya devam etti ve 1920 Eylülü'nde Meclis harekete geçti. Hükümetin ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa'nın ısrarlarıyla 11 Eylül tarihinde "Firari Kanunu" çıkarıldı ve İstiklal Mahkemeleri kurularak bunlara kanunu uygulamada sınırsız yetki verildi, iki hafta sonra bu mahkemelere "Hıyaneti Vataniye Kanunu" altında getirilen davalara bakma yetkisi de verildi.
Nedenleri
Onlara defalarca belirtildiği üzere Kuran'da savaş alanını terk etmemek konusunda kesin bir hüküm bile varken neden bu kadar çok Türk askeri firar ediyordu? Liman, 1917'de öncelikle askerî politikaları suçlamaktaydı. Savaşın başlangıcından bu yana eğitim ihmal edilmişti. Tükenen birlikler yeni askere alınanlarla takviye edilmişti. Birlikler sürekli dağıtılıp yeniden kuruluyordu ve bu da birlik ve takım ruhunu engelliyordu. Askerler aynı zamanda subayları tanımıyor ya da güvenmiyordu ve ne olup bittiğine dair çok az fikirleri vardı. "Tek bildikleri işlerin yanlış gittiği bir yere yollanmakta olduklarıydı."
Liman'a göre pek çok askerin aç kalmasına yol açan felaket ikmal koşullan ancak ikincil bir öneme sahipti. Bu fikre kuşkuyla bakmak gerek. Ahmet İzzet Paşa'nın yetkisiyle her ne kadar asker kaçaklığının Türk ordusunun kalıtsal bir özelliği olmadığı ve çok yakın tarihlere dek hiç rastlanmadığında ısrar etse de 1912 Balkan Savaşı seferberliği raporları tam aksini gösteriyor. İngiliz konsolosluğu cephede hizmet için pek çok askerin başvurduğunu ancak birkaç günlük yürüyüşten sonra erzakın tükendiğini ve aç kalan birliklerin kümeler halinde kaçtığını rapor etmiştir. Filistin, Mezopotamya ve Doğu Anadolu'daki birliklere sürekli giyecek, yiyecek, ilaç ve gazyağı sağlamak Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı devletinin gücünü aşıyordu" ve 1912'de erzak ikmali askerden kaçmak için bir gerekçe olmuşsa, şüphesiz beş yıl sonra da olmuştur.
Vehbi Bey, 1920'de, asker kaçaklığının nedeni olarak gördüğü şeyleri de sıralamaktadır. Öncelikle, bazıları sadece kendi çıkarlarını gözeten vatan hainleri olan subayları suçluyor; ikinci olarak yedi yıl boyunca şehirli asilzadeler kahraman olarak geri dönerken köylülerin öldürüldüğü ve bu sefer bunun tersini görmek istediklerini belirtiyor ("Bu seferde biz gazi, kasaba eşrafı şehit olsun" diyorlar.) ve son olarak da askerlerin hasta ve aç olması ve çaputlar giymesini büyük bir haksızlık olarak niteliyordu. Bir asker bu koşullar altında nasıl vazifesini yerine getirebilirdi?
Umut vermeyen bir önderlik ve katıksız sefalet kitlesel firarların ardında yatan temel itkiler olsa da Osmanlı askerleri aynı zamanda Avrupalı askerlerin sahip olmadığı firar fırsatlarına da sahipti. İngiltere, Fransa ya da Almanya gibi ülkelerde askerler kayıtlarını yaptırdıkları andan itibaren sıkı gözetim altındaydılar. Cepheye en yakın ileri karakollara trenle sevk ediliyorlardı. Cepheye vardıklarında ise kaçmak için çok az şansları oluyordu. Çünkü, nüfusun yoğun olduğu iç bölgelerde inzibat güçleri sürekli olarak "sürüden ayrılanları" arıyordu. Osmanlı imparatorluğumda ise tam aksine birlikler çok seyrek nüfuslu bölgelerde binlerce kilometre hareket ettiriliyordu ve bir ay süren yürüyüşler hiç de istisnai değildi. Liman'ın sözleriyle "sık arazide ya da kampta nasıl kaçıyorlarsa trenden de öylece atlayıp kaçmaktadırlar".
Fırsatları varsa çoğu silahını da beraberinde götürürdü. Tüfekleri ve cephaneleri varsa ve jandarmaların elinden kurtulabilirlere, taşranın küçük parçalarını kontrol eden çeteler oluştururlardı. Eğer bunlar yoksa, geçtikleri köylerde misafir olarak kalabilirlerdi. Firarilerin bunu yapabilmesinin nedeni nüfusun onlara genelde sempati duymasıydı. Bu muhtemelen Birinci Dünya Savaşı boyunca Avrupa ülkelerindeki durumla Osmanlı arasındaki en büyük farktı. Osmanlı İmparatorluğu tüm güçlerini seferber etmek zorunda kaldığı modern, endüstriyel bir savaşa katılmış olabilir ama savaş girişimini etkili bir propaganda ve beyin yıkama aracılığıyla nüfusun modern seferberliğiyle destekleyemiyordu. İngiltere'de bir firari saklanarak yaşamak zorundaydı. Çünkü, yardım etmeleri için en yakın aile çevresine bile güvenemezdi.
Hükümet, medya, partiler, sivil toplum örgütleri - hepsi de savaşın nihai bir güç testi, iyiyle kötü arasındaki mücadele ve ulusal beka meselesi olduğu fikrini nüfusa aşılayarak kararlılığı güçlendirmek için çalışıyordu. Bu ortamda vicdani redçiler "kaytarıcılar" olarak küçük görülüyordu ve çoğu 1914'te gönüllü olup da 1916'da artık tükenmiş olan, "savaş sendromu" yaşayan ve siperlerde daha fazla kalamayan askerler ödlek ve hain sayılıyordu. Gidecek hiçbir yerleri yoktu. Osmanlı İmparatorluğu'nda Almanların da yardımıyla bir propaganda aygıtı oluşturmak için girişimde bulunuldu, ancak neredeyse hiç okuma yazma bilmeyen kırsal nüfusa pek ulaşamadı ve seferberlik girişimi başarısız oldu. Köylüler, kendilerini kaçan köylü çocuklara devlete ya da orduya olduğundan daha yakın hissediyorlardı. Bu, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki "ulusal mücadele" için de geçerliydi. İstiklal Mahkemeleri vazifelerini yerine getirdi, 1920- 21 aralarında bir terör rüzgarı estirdi. Stanford Shaw, yakalanan firarilere verilen cezaların ne denli ağır olduğunu betimlemektedir. Yüzlercesi idam edildi. Diğerleri kürek cezasına, hapis ve kamu önünde kırbaçlanma cezasına çarptırıldılar. Yoklama yaptırması istenen ama yapmayan firarilerin aileleri de sıkıntılarla karşılaştı. Mülkleri istimlak edildi ve aileleri hapishane kamplarına sevk edildi.
İstiklal Mahkemeleri, zalim bir bakış açısıyla, başarılı olarak nitelenebilir. Nüfusa korku ve dehşet saçarak firar oranını öyle bir düşürdüler ki, Türk milliyetçileri Eylül 1921'de Sakarya Savaşı'nı kazanan 120.000 kişilik güçlü orduyu toparlayabildi. Sırf, Yunanlıların Anadolu'nun bağrını tehdit ettiği Sakarya Savaşı esnasında bir sürü gönüllü tek bir sancak altında toplandı ve vatansever coşku doruk noktasına ulaştı. Yine de savaşın dönüm noktası olan bu büyük zafere farklı bir açıdan bakıldığında tuhaf bir tablo ortaya çıkıyor: Tüm Anadolu'dan sancaklar altında toplanan pek çok gönüllünün olduğuna dair raporların yanı sıra bir İngiliz Genelkurmay raporunda bu destansı savaş sırasında bile 10.000 asker kaçağı olduğu belirtiliyor, toplam askerî gücün yüzde 8'i.
Avrupa'nın başlıca muharip devletleri (Britanya İmparatorluğumun eski sömürgeleri de dahil) Birinci Dünya Savaşı sırasında firar ya da korkaklıktan dolayı idam edilen tüm askerlerin, kendilerine tahammül ötesi yükler yüklendiği gerekçesiyle, itibarını iade etti. Fransa ve Almanya bunu çoktan gerçekleştirmişti ve İngiltere ve Kanada'da, sırasıyla 2001 ve 2006'da bu ülkelere katıldı. "Şafakla vurulan" askerlerin tümünün ismi şimdi şeref kayıtlarına eklendi. Birinci Dünya Savaşı'ndaki Osmanlı firarileri Aralık 1918'de Sultan'ın hükümetinden bir iade-i itibar aldılar. Ancak, bildiğim kadarıyla Türkiye'nin ulusal bağımsızlık savaşı sırasında İstiklal Mahkemeleri'nin emirleriyle idam edilen firarilere itibarları asla iade edilmedi. (EJZ/EKN)
* Çarklardaki Kum: Vicdani Red, yayına hazırlayanlar Özgür Heval Çınar ve Coşkun Üsterci, İletişim Yayınları, 2008, İstanbul