* Fotoğraf: Akkuyu Nükleer Santral Temel Atma Türeni / Anıl Bağrık / Mersin / AA
Türkiye 1962’de İstanbul Küçükçekmece gölü kıyısında bir megavatlık araştırma reaktörü kurulduğundan beri nükleer santral hayali, hedefi, planı, söylencesi ile yaşıyor. 1986’da Çernobil faciasının yaşanmasıyla ortaya çıkan radyasyon yayılımı ve sonuçları ülke kamuoyunda uzun süre yer alırken; Akkuyu Nükleer Güç Santrali (NGS) için Rusya, İnceburun NGS için de Japonya ile anlaşma yapılması endişe ve kaygıları daha da artırdı.
Nükleerin devletin enerji politikalarına dahil olması 50-55 yıl öncesine gidiyor. Süleyman Demirel hükümeti tarafından hazırlanan 1968-1972 dönemi için İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda elektrik enerjisini artırmaya yönelik sıralanan tedbirlerden biri de nükleer güç santralleri kurulmasıydı: “Nükleer enerji kaynaklarından faydalanma imkanları araştırılacak ve nükleer enerji santralleri kurulmasına çalışılacaktır.” [1]
Nükleer santralin riskleri yeterince değerlendirilmiş miydi bilinmiyor ama 1970’ler Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) bünyesindeki Nükleer Enerji Dairesi ve Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun (TAEK) yürüttüğü çalışmalarla etüt, lisanslama, maliyet-fayda hesabı yapıldığı ve santraller için yer tayin edildiği yıllar olmuştu: İlki (Mersin) Akkuyu’da, ikincisi (Sinop) İnceburun’da, üçüncüsü (Kırklareli) İğneada’da kurulacaktı.
Kurulması planlanan NGS’lerin ekonomik alt yapısında yol yöntem ise ilk olarak, ekonomide radikal dönüşümler içeren 24 Ocak Kararlarının mimarı Turgut Özal tarafından ortaya atılmıştı. 12 Eylül döneminde maliye bakanlığı yapan Özal, askeri yönetim sonrası yapılan ilk genel seçimde başbakan olduktan bir yıl sonra “müjdeyi” vermişti: “NGS’ler imalatçı firmalarla oluşturulacak bir ortaklık vasıtasıyla kurulacak, 15 yıl süreyle işletilmesi ve tüm borçların enerji satışlarıyla geri ödenmesinden sonra devredilecek!”
Nükleer santrali ülke için temel mesele haline getiren ve bu hayalle yaşayan piyasacı sağ siyasi iktidarlar tarafından NGS’lerin nasıl inşa edileceği dikte edilse de, örneğin 1996 yılında Kanada’dan AECL - Almanya Fransa ortaklığı Siemens-Framatom ve ABD’den Westinghause şirketlerinin katılımıyla yapılan ihalelerden bir sonuç alınamayacaktı.
Türkiye’de devletin hiç değişmeyen nükleer enerji politikasındaki istikrarı, ısrarı öncülleri gibi AKP de devam ettirdi. 2008 yılında NGS’lerin kurulması ve işletilmesiyle ilgili bir yönetmelik yayımlandı. 5710 sayılı yönetmelik “nükleer güç santralleri için yarışmaya katılacaklarda aranacak şartlar, şirketin seçimi, yer tahsisi, lisans bedeli, altyapıya yönelik teşvikler, seçim süreci, yakıt temini, üretim kapasitesi, alınacak enerjinin miktarı, süresi, enerji birim fiyatı oluşturma ve yapılacak yarışma ile sözleşmeye ilişkin usul ve esasları” (Madde: 1) düzenliyordu. [2]
Yönetmeliğin “yer tahsisi” ve “aktif elektrik enerjisi birim satış fiyatını oluşturma usul ve esasları” kısmının yürütmesi Türk Mimar ve Mühendis Odaları Birliği’nin (TMMOB) açtığı dava ile Danıştay tarafından durdurulmuştu. Buna koşut yine Türkiye-Rusya ortaklığı Atomstroyexport-Inter RAO-Park Teknik’ten oluşan konsorsiyum tarafından verilen tek teklifli ihale 2009’da iptal edildi.
NGS’de devletlerarası anlaşma “yöntemi”
Birkaç gün önce temeli atılan Akkuyu NGS’nin yapım şekli ise önceki yıllarda ortaya atılan yollardan tamamen farklı bir seyir izledi. Daha önce teknik ve ekonomik alt yapısı araştırma, deneme, yer belirleme, yapımı ve işletimi için ortaya atılan yöntem, çıkarılan yönetmelik ve kurulan kurumlarla belirlenmiş, hatta ihaleler açılmış olsa da; Türkiye’nin NGS’deki macerası veya siyasi iktidar(lar)ın inadı, 12 Mayıs 2010 tarihinde Rusya, 3 Mayıs 2013’te de Japonya ile yaptığı anlaşmalarla başka bir boyut kazandı.
H. Yasemin Özuğurlu ve Esra Ergüzeloğlu Kilim’in “Kapitalist Gelişme ve Enerji Sorunu Çerçevesinde Nükleerin Ekonomi Politiği” adlı makalesinde ifade ettiği gibi 2010 sonrasında Türkiye, tüm şirketlerin rekabetine açık ihale süreçlerine girmeden nükleer santral projelerine imza atmakta: “Hükümet uluslararası anlaşma yoluna giderek, nükleer enerji konusunu kamusal tartışma alanının dışına çıkarmıştır. Bu tutum anlaşmaya dâhil edilen her konuda yargısal denetim alanını sınırladığı gibi, rekabeti düzenleyen piyasa kurallarının bağlayıcılığından da kaçınmayı sağlamıştır.” [3]
Akkuyu NGS’yi, bilindiği gibi 20 milyar dolara Rusya devletinin nükleer şirketi Rosatom inşa edecek. Çeşitli vergi muafiyetlerden ve gümrük ayrıcalıklarından yararlanması için stratejik yatırım kapsamına alınan dört bin 800 megavat kapasiteli santralin üreteceği elektriği Türkiye, Rusya’dan 15 yıl boyunca kilovatsaat başına 12,35 sentten satın almış olacak. Oysa en yalın ifadeyle elektriğin piyasa fiyatı dört-beş sent/dolar. Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) tarafından verilen lisanstaki satın alım şartı bu nedenle çokça eleştirildi.
Günlerdir televizyonlarda dönen “kamu spotu”nda “Güçlü Türkiye’nin yeni enerjisi” olarak sunulan nükleer enerjide Türkiye’nin uzun bir süre Rusya ve Japonya’ya tabi olduğu/olacağı aşikar. Ayrıca Cengiz-Kolin-Kalyon konsorsiyumu ortaklıktan çekildikten sonra Akkuyu NGS’nin yüzde 49 hissesini hangi şirketin alacağı meçhul! Akkuyu değindiğimiz gibi yüzde 51 çoğunluk hisseyle Rusya, Sinop İnceburun NGS de Japonya-Fransa tarafından kurulup işletilecek. Ne denir ki: -işte “dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri olma” iddiasıyla “bağımsız, yerli ve milli enerji”(?)
Nükleer santralden önce radyasyon
Türkiye’de nükleer enerji uygulama planları ile iktidarların nükleer enerji için devasa ilanlarla, açılan tanıtım bürolarıyla, okullarda ikna çalışmalarıyla ve de yayın organlarıyla nükleere rıza üretimi eş zamanlı yürüyor. Halbuki dünya tarihi nükleer enerji santralleri kurulduğundan beri nükleer facialarla dolu. 1957’de SSCB’de Kyshtym, 1958 Kanada’da Chalk River, 1979’da ABD’de Three Mile Island, 1986’da Ukrayna’da Çernobil, 2011’de Japonya’da Fukuşima nükleer kazaları boyutları ve sonuçlarıyla en çok bilinenleri. Ancak Türkiye henüz aktif olarak NGS bulunmamasına rağmen radyasyona maruz kalan bir ülke.
bianet, "Facianın 25. Yılında 'Çernobil'in Çocukları' Hikâyeleriyle Beyoğlu'nda" haberi, 25 Nisan 2011
Geçtiğimiz yüzyılın en büyük nükleer kazası olarak tarihe geçen ve patlamadan sonra yayılan radyasyonun Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının toplamından 200 kat fazla olduğu tespit edilen 26 Nisan 1986’daki Çernobil felaketinin sonuçları ortada. Ukrayna’da binlerce insanı yerinden, sağlığından eden, tarım arazilerini kirleten ve ekonomik bedeli milyar dolarları bulan ölümlü Çernobil kazasının etkileri Türkiye’nin Karadeniz kıyılarında da hissedildi.
1986’daki kazadan hemen sonra yayılan radyoaktif bulutlar yağmur olarak yeryüzüne düştüğünde bundan hem insanlar, hem toprak, hem de tarım ürünlerinden çay etkilendi. Karadeniz illerinde pek çok evde lösemi, kanser şikâyetleri ve bağlı ölüm olayları ortaya çıkarken Çernobil ile kanser ilişkisini araştıran akademik çalışmalara YÖK aracılığıyla yasak getirildi. Müzisyen Kazım Koyuncu’dan oyuncu Kamuran Usluer’e, yönetmen Ömer Kavur’dan gazeteci Sibel Kalaycı’ya tanıdığımız veya tanımadığımız pek çok insan kanserle boğuştu Karadeniz’de. Türkiye’nin en çok yetiştirilen ve tüketilen içeceklerinden çay ise o yıllarda hiçbir şey olmamış gibi önce piyasaya sürüldü, sonra da imhasına karar verilerek toprağa gömüldü.
Devletin yıllardır büyük bir hevesle kurmayı planladığı NGS’nin olası kaza durumunda ortaya çıkıp nesiller boyu sürecek ölümcül etkilerini pek de hesaplamadığı görülüyor. O bir gerçek. Ancak siyasi egemenlerin Çernobil faciasından sonra, örneğin çaylarda radyasyon bulunmadığını televizyonlardan çay içerek kanıtlamaya çalışmaları, radyasyonlu çayın daha lezzetli, hatta radyasyonun kemiklere yararlı olduğunu ifade etmeleri yalnız “ölçüsüz bir demeç” ya da bir “şaka” olmasa gerek. İşin gerçeği şuydu ki insan sağlığını yakından ilgilendiren hayati bir konuyu bile hafife almalarıyla toplumu hem de bile bile güle eğlene felakete sürükleme girişiminde bulunuyorlardı.
Radyoaktif atıklar
Dünyada çoktandır nükleer santraller devletlerin enerji politikaları minvalinde tartışmaya açılmışken devletin geçmiş yüzyıldan kalan nükleer enerjiye bakışı da, olası radyasyon yayılımının yol açacağı sonuçları değerlendir(e)meme tutumu da değişmedi. Almanya 2022’ye kadar nükleer santrallerini kapatmaya hazırlanıyor, İtalya’da nükleer enerjinin geleceği referandumla halka soruluyor, ABD’de maliyeti nedeniyle inşasına devam edilemiyor; Yunanistan, Avusturya, Norveç, İrlanda gibi ülkeler daha baştan nükleer enerjinin dışında kalmayı tercih ediyor ki en çok reaktörün olduğu Fransa bile elektrik üretimde nükleer enerjinin payını düşürmeye gidiyor.
Nükleer enerjiden uzaklaşmanın tek sebebi kaza riskleri değil. Ortalama bir santralin ömrü 50-60 yıl! Her bir bin megavatlık nükleer santralin yılda 30 ton son derece güçlü radyoaktif atık ürettiğine vurgu yapan Özuğurlu ve Kilim şöyle devam ediyor: “Nükleer atıklar geçici depolama tesislerinde bekletilmektedir. Bugüne kadar bu atıkların nasıl yok edileceğine dair kesin bir yöntem bulunamadığı gibi, bu işlemin maliyeti yatırım hesaplarında dikkate alınmamaktadır.”
Nitekim Akkuyu NGS’nin sorunlu Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporunun iptali için meslek örgütlerinin açtığı davada en çok dikkat çekilenin de kurulacak santral tipinin daha önce denenmemiş olmasının yanı sıra nükleer atıkların yönetiminin değerlendirilmediğiydi. Yargı sürecinde Danıştay son olarak ÇED’deki eksikliklerin TAEK’e sunulacak Ön Güvenlik Analizi Raporu ile giderilmesine karar vererek davayı reddetti. Böylece Akkuyu ve diğer NGS projeleri yargı denetiminden de çıkarıldı.
Faal olacağı yıllarda yalnız Akkuyu NGS’den en az sekiz bin 640 ton radyoaktif atık ortaya çıkacak. Pasif duruma gelmesi binlerce yılı bulan bu atıklar yine toprağa gömülecek. Santral görevini tamamladıktan sonra bile atıklar orada kalacak. Belki de yağmur olarak düşecek ya da yer altı sularına karışacak.
İzmir’in Gaziemir ilçesinde de, yaşam sahası içinde bulunan bir kurşun fabrikası üretim esnasında işlenen nükleer çubukların artıklarını yıllarca arazisine gömmüştü. Asıl sahibi kanserden öldükten sonra bir süre daha damatları tarafından işletilen fabrika şu an atıl durumda ancak fabrika arazisinden atıklar firmanın sahipliğindeki değişiklikler, yüksek maliyet, ilgili kurumların göz artı etmeleri gibi nedenlerle hala temizlenebilmiş değil.
Türkiye’de bu tür atıklarla ilgili denetlemeleri ve takibini yapan, “toplumu radyasyon tehlikelerinden korumakla” görevli kurum TAEK. Ancak bu kurum yıllardır yerleşim yerinde, çevresinde okul ve çocukların oynadığı sokakların yanı başındaki “İzmir’in Çernobil’i” olarak anılan fabrika arazisinden radyoaktif atıkların temizlenmesini sağlayamadı. Teknolojileri gelişmiş ülkelerde dahi nihai bir çözüm bulanamamışken Akkuyu NGS’nin ve kurulması planlanan diğer nükleer santrallerin atıklarının bertaraf edilmesi işlemi nasıl kontrol edilecek?
“Kamu spotu” reklamlarında nükleer enerji tıp, uzay teknolojileri gibi alanlarla ilişkilendirilerek ünlü bilim insanlarının, çocukların üzerinden “Türkiye’nin geleceği” olarak gösteriliyor. Slogan “temiz ve bağımsız” enerji! Ancak enerjide tek alternatif olarak tanıtılan, meşrulaştırılmaya çalışılan nükleer enerji hakkında toplumsal araştırmaların sonucundan bahsedilmiyor.
2012’nin mart ayında KONDA’nın Çevre Bilinci Araştırması’nda yüzde 63,4 ile “Riskli olduğunu açıkça bile bile nükleer santral kesinlikle yapılmamalıdır” sonucu çıkıyor. [4] Yine 2016’da Mezitli Kent Konseyi’nin 13 ilçede yaptığı “Mersin Halkının Akkuyu Nükleer Santraline Bakışı” adlı çalışmada Akkuyu’da NGS kurulmasını istemeyenlerin oranı yüzde 86.
Uluslararası anlaşmalar yoluyla nükleer santrali kamusal tartışma alanının dışına iterek, demokratik süreçleri tanımayarak, alanlarda zor kullanarak; doğayı, çevreyi, insanı, hayatı karşına alarak nasıl bir gelecek kurabilirsin ki? (SE/BK)
[1] Devlet Planlama Teşkilatı, İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1968-1972), sf. 59
[2] Nükleer Güç Santrallarının Kurulması Ve İşletilmesi İle Enerji Satışına İlişkin Kanun Kapsamında Yapılacak Yarışma Ve Sözleşmeye İlişkin Usul Ve Esaslar İle Teşvikler Hakkında Yönetmelik. 2008.
[3] Serbest Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (22), Temmuz-Aralık, 2016, s. 71-90.
[4] KONDA Barometresi, Çevre Bilinci, Mart 2012.