* Haneke- White Ribbon
Bu aralar sosyal medyada en sevilen konulardan biri çocukların nasıl yetiştirilmesi gerektiği. Bir olay oldu mu, alakalı alakasız bir pedagoji konferansına dönüşüyor bütün Twitter. Daha önce kamusal alanda çocuk sesi üzerinden günlerce şımarık çocuklar/berbat ebeveynler konusu konuşulmuştu. En son da işinden edilen bir öğretmen üzerinden yine aynı konu saatlerce tartışıldı. Burada beni çok rahatsız eden bir kaç şeyden bahsetmek istiyorum.
Bunlardan ilki sanırım işinden edilen öğretmen konusunun konuşulma biçimi. Öğretmeni işinden eden insanlar sosyal medyayı bir “sosyal linç” mecrasına çevirmiş ve özel okulların tamamen PR (tanıtım) üzerinden işleyen sistemiyle birlikte bir insanı işinden etmiş.
Bu süreçte yanlış olduğundan somut olarak en emin olduğumuz şey bunun hukuk alanına girecek bir konu iken sosyal medya üzerinden gelişip karara bağlanmış olması. Fakat genel tabloya biraz bakınca tepkiler ve karşı tepkiler dışında bir bilgi bulamıyoruz. Son zamanlarda herkes pedagog olmaya hevesli olduğu için kimse “haksız olsa bile bu yöntemle bir insan işten çıkarılamaz” noktasına odaklanmıyor.
“Linç” diye adlandırılan toplu saldırı dalgasının karşı yansıması şeklinde hareket ederek haklı/haksız tartışması yürütülüyor. Oysa bu tartışmaya konu olacak bir bilgi yok, süreç yok ve Twitter bir mahkeme salonu değil.
Ne hukukçuyum ne de çocuk gelişim uzmanı ama bir yurttaş olarak bir öğrenci-öğretmen sorununun öncelikle okul bünyesinde, ebeveyn-öğretmen-öğrenci ekseninde gerçekleşecek konuşmalar ve oradan sonuç çıkmazsa mahkemede çözülmesini beklerim. Ne toplu saldırıyı yapanlar, ne hak verenler çok iyi bir şey yapıyor gibi gelmiyor bana.
Peki, haksızlığa uğramış birini savunmayalım mı sosyal medyada? Tabii ki savunalım ama çocuk gelişimi kitabı yazma gayreti pek bir işe yaramayacaktır. İşvereni suçlamak, sürecin hukuksuzluğunu dile getirmek ve buradan bir baskı kurarak bu sürecin hukuki bir düzleme çekilmesini sağlamak daha doğru düzgün bir yöntem olur sanırım ve haksızlığa uğrayan kişiye de daha çok faydası olur.
Rahatsız edici olan ikinci durum ise herkesin çocuk gelişimine dair bu kadar bilgi sahibi olduğunu sanması ve bunların dile geliş biçimi. Çocuk su istemiş, öğretmen vermemiş. Evet, su saati olabilir, kurallar ve sınırlar çocuklar için önemlidir ama dünya akla karadan ibaret değil.
Hele söz konusu çocuk olduğunda bu kadar kendinden emin yetişkinler güruhunun bir ağızdan bağırması biraz ürkütücü. Tarih yazımında kadınlar, işçiler, göçmenlere dair kayıt, bilgi bulmak çok zordur, çünkü sesi çok çıkan muktedirler en çok izi bırakanlardır da aynı zamanda. Ve çocukluk tarihi en karanlık alandır.
Tarihte çocuğun sesi yok denecek kadar azdır, olduğu ender durumlarda da asla emin olunamaz çocuğun kendi iradesini bize aracısız iletebildiğinden. Zira çocuk iktidarın en alt basamağıdır. Şimdi bir yandan aile, okul, iktidar eleştirisi yapan bizler bazı konularda inanılmaz bir galeyanla bir anda alakasız bir sürü argümanı bir torbaya koyabiliyoruz.
Bir kere her yaş grubunun ihtiyaçları, nörolojik gelişimi ve dolayısıyla idrak edip uygulayabilecekleri farklıdır. İnatlaşmalar, dikkat çekmeler bir yere kadar kişilik oluşumunun bir parçasıdır. Kimse bir öğretmenden her çocuğa ayrı ve biricik bir ilgi göstermesini bekleyemez, bu gerçek dışı olur ve aslen ailenin sorumluluğudur.
Okul başka bir işleve sahip, okul çocuğu toplum içinde davranmaya alıştırır önce. Dolayısıyla su saati tabii ki olabilir ama burada öğretmenin bir tweet’i var. Çocuk bunu gerçekten sorun etti mi, veli şikayetçi oldu mu, bu tweet atılmadan önce çocuk ya da veli için bu durum gündem miydi, bunları dahi bilmiyoruz. Yani belki çocuk şımarık değil, veli korkunç değil ve twitter’da her gün bir “sosyal medya linci” konusu bekleyen alakasız insanlar okulun imajını zedelediği için bir insanın işi feda edildi. Bilmiyoruz, çünkü biz çocuk gelişimi konuşuyoruz, konu buymuş gibi.
Ve bunun bağlandığı yer biraz tehlikeli. “Çocuklarınız özgür birey olacak diye ne hale geldik” yahut “bizi döverlerdi, haddimizi bilirdik” gibi tweetler azımsanacak sayıda değil. “Üç beş kitap okuyup kendini pedagog sanan ebeveynler” göndermesi de baya var. Evet, her konuda üç beş şey okuyunca kendini uzman sanan var doğru, ben mesela mimarım ve yıllarca koruma alanında çalıştım, kamuda görev yapıyorum ve tanıdığım entelektüel muhalif insanların neredeyse tamamının bu konularda yazdıkları şeyleri sabır imtihanı şeklinde okuyorum.
Yani diyeceğim o ki, bu sitemde bulunanlar tam olarak aynısını başka başka alanlarda yapıyor ve fikir beyan etmekle bu tuzağa düşmek arasındaki çizgi biraz ince gibi. Ama buna rağmen fikir beyan etme hakkı baki, değil mi? Konumuza dönersek, evet çocuğu olan kitap okuyor ve bu güzel bir şey. Şimdi neden bunu şeytanlaştırıyoruz? Ve bu esnada bahse konu veli hakkında hiçbir şey bilmediğimizi tekrar hatırlayalım. Bu tavır hem rahatsız edici hem tehlikeli. Nedir, çocuk gelişimine dair hiçbir fikri olmayan, ağzının ortasına bir tane oturtan veli hasreti mi çekiyoruz, yoksa kendi çocukluğumuzun hasetini mi döküyoruz ortalığa? Bundan bazen şüphe ediyorum açıkçası.
Buradan üçüncü rahatsız edici şeye geçiyorum. Batılı muhteşem çocuklara dair yerli yersiz övgüler. Gerçekten bir video ya da bir arkadaşın çocuğu ve hatta daha beteri bir haftalık tatilde yapılan gözlem üzerinden kocaman sosyal teoriler üretecek kadar iddialı olmanın kendisi başlı başına bir tehlike iken, Türkiye kadar çocuk düşmanı bir yerde çocuk büyütenlere bu kadar tuhaf bir yaklaşım anlaşılır gibi değil.
Avrupa’da -hangi Avrupa, hangi ülkeler, hangi mahalleler, hangi sınıflar diye başlar sormaya tarihçi ama bu soruların esamisi bile yok sosyal medya teorilerinde- çocuklar bireymiş, kendi işini kendi görüyormuş çünkü şımartılmıyorlarmış. Her şeyden önce evde dilediğiniz kadar sorumluluk verin sokağa çıktığınız an elini dahi bırakamayacağınız bir kentte yaşayan bir anne olarak bu yorumlara inanılmaz kızıyorum.
Ben de isterdim Berlin’in parklarında koşsun bebem, ben de uzanıp kitabımı okuyayım falan ama bu şehirde parkla araç yolu arası çocuk adımıyla 10-15 adımı geçmiyor. Ve herkes çocuğunun sorumluluk sahibi olmadan önce hayatta kalmasını istiyor. Dolayısıyla bu ülkede çocuklar birey olmakla bağımlı kalmak arasında bir arafta yaşıyorlar, mecburen.
Ne diyorduk, Avrupa? Avrupa’ya dair detaylara çoğu sosyal medya kullanıcısı kadar hakim değilim, dolayısıyla herkese bağlamından kopuk, koşulları gözetmeyen eleştiriler ve kıyaslardan kaçınmalarını öneririm. İstanbul’da bir otobüse çocukla binip de akıl sağlığı yerinde kalabilen ender sabırlı insandanım ve gerçekten korkunç zor. Şu anda çocukların bizim (kendi neslimden bahsediyorum, 30’larında olanlardan) çocukluğumuzdaki gibi 7 yaşında tek başına bakkala gidemeyecekleri bir şehirde yaşadıklarını unutmayalım. Bu yüzden bu çocuklar kamusal alanda bizlerden farklı davranıyor olabilirler. Ki şahit oldukları yetişkin kavgaları, gerginlikleri de var. Bağırıp çağırmayan çocuklar istiyorsak sokakta sürekli bağırıp çağıran yetişkinlere kızmalıyız belki de.
Neyse, son rahatsız ediciliğe geliyorum. İktidar. Okulun olumlu yanlarının yanı sıra bir iktidar mekanı olduğunu bu kadar çabuk unutmak çok enteresan. Öğretmen figürünün emektar ve öğreten rolünün yanı sıra döven, taciz eden, hakaret eden, kalabalık içinde rencide eden vs. olabileceğini de keza. Çocukların seslerini kısmak tehlikeli bir iş. Son kertede haksızlığa uğrayan bir öğretmen yetişkindir ve hakkını türlü mecrada arayabilir. Fakat çocuğun aile ve okul dışında bir varoluşu yok ve bu iki yerde de kendi sesini duyurması çok mümkün değil.
Haydi, beraber bir an seçelim çocukluğumuzdan: Ben kreşte meyveli yoğurt yemediğim için karanlık odaya kilitlenmişim çocukken. Öğretmen ve okul kutsal, biliyorum, kimseye anlatamamışım ama ertesi gün kapıda ağlama krizi geçirince annem bir şey olduğunu fark edip beni kreşten almış, iyi ki! Eğer çocuklarımız bir şey yemek istemediklerinde bunu söyleyemez ve “terbiye” edilirlerse ilerde iktidarları da eleştiremezler, değil mi?
Bütün konu mesnetsiz bir “korkunç özgür çocuklar” bağlamına gelince insan düşünmeden edemiyor: Hayalimiz nedir? Bence sorular önemli, ortaya sorular atmak: Susan çocuklar mı hayal ediyoruz? Sirklerde ki hayvanların bazı şeyleri yapabilmesi için nasıl bir terbiyeden geçmeleri gerektiğini biliyoruz ve karşı çıkıyoruz, değil mi? Peki, henüz zihinsel gelişimi açısından yetişkin bir memeliden çok daha düşük kapasitede, empati kurmayı kotaramayacak çocukların kamusal alanda fısıldamasını beklemek nasıl bir erk? Gerçekten sokakta havlayan köpeklerle kavga eden mahalle delisine dönüyor bazen bu işin boyutu. Ayrıca hangi yetişkin fısıldıyor? Bu ülkede kahkaha ve sesten yeterince rahatsız olan yok mu? Bütün bu mutsuzluğu yeniden yeniden üretip durmanın anlamı ne?
Ve işinden edilen öğretmene dönersek, işte konunun en rahatsız edici noktası: Nerede bu işin sınıfsal boyutu? Okul çağında çocukları olanlar bahseder, devlette bir öğretmenin tepesine binemez veliler. Eh, memuriyetten biliyorum ben de, kadro özerklik verir. Kimisi bunu tepeden gelen baskılara rağmen iyi iş çıkarmak için kullanır kimisi de kendi iktidarını kurmak için kullanır. Devlet okulu bu yüzden hem iyi hem tehlikeli olabilir. Bir olumlu yanı öğretmenlerin daha güvenceli olmasıdır.
Fakat özel okulda öğretmen okul yönetiminin iki dudağının arasına bakar, yönetim de sermayesine yani velilere bakar. Sosyal medyada kurulan “kitap okuyan, çocuğunu birey görmeye çalışan özgürlükçü ebeveyn” tipleri öyle çok da “paramı verdim, istediğimi yaparım” tipler değil diye düşünüyorum. Vakıf üniversitelerinde okulu basıp “çocuğumu geçireceksin” diye tehdit savuranlar da genelde maddi sermayesi bol ama kültürel sermayesini beğenmediğimiz bir stereotipe karşılık gelir, değil mi? Yani burada bir Twitter linçi sonucunda, tamamen halkla ilişkiler odaklı bir kurumun bir emekçisini gün içerisinde işten çıkarıvermesi büyük bir sorun ve hatta tek sorun. Zira çocuğu tanımıyoruz, aileyi bilmiyoruz ve kendi içimizde, belki de terapi koltuğunda çözmemiz gereken bazı şeyleri konuşup durmak o öğretmene fayda sağlamıyor.
Pedagoji neredeyse tamamen bağlamdışı. Bir görüş çocuklara su saati uygulamasını savunur, bir diğeri istediğinde su içsin der. Çocuk literatürüne giren herkes bilir ki her konuda en az 3-4 tane farklı ekole rastlanır. Kimisi bebek saatle emzirilir der, kimisi ne zaman isterse emmeli der ve emin olun bir zaman geçtiğinde bir başkası çıkıp bunların hepsi yalanmış diyebilir. Elbette 10 dakika su içmedi diye çocuğun hayatı kararmaz. Ama mesele bu mu?
Çocuğun tüm iktidar ilişkileri içerisindeki konumunu idrak etmek ve çok bağırıyor olmasının sesinin duyulduğu anlamına gelmediğini hatırlamak. Evet, hatırlamak diyorum çünkü hepimiz çocuktuk. Bir hocamız demişti, çocukluk tarihinin en ilginç yanı tüm insanlığı kesen bir ortak tarih olmasıdır diye. Çocukluğa has yalnızlığı, bunalımı hatırlamak çocuğu duymak için iyi bir araçtır, gelişim kitapları sonra gelir belki de. Kendi çocukluğuna temas eden insan kendi iktidarını da dengeler. Burada asla “içimizdeki çocuk yaşasın” falan demiyorum, mümkünse büyüsün, çocukluk bitmesi gereken bir evredir ama bitmesinin gerekmesi bütün hayatımızı etkileyen gücünü yok saymaz. İyi bir şekilde bitirilip yetişkinliğe geçilmesi gereken bir evredir. Ama çocuk nesne değildir. Yani içimizdeki çocuk nostaljisi ile “korkunç çocuklar, hepsi sussun” haseti arasında bir yeri bulmak, oradaki iktidar ilişkilerini düşünmek önemlidir. Bana göre türlü akım ve moda gelip geçebilir ama iktidar ilişkilerinin farkında olmak, kendimizi bu konuda her daim tartmak sürekliliği olması gereken bir eylemdir.
Çocukluk konuşmak için pedagog olmak, ebeveyn olmak gibi sıfatlara ihtiyacımız yok. Hepimiz çocuktuk. Sadece çocukken ne hissederdik bunu hatırlamak yeterli. Kolay bir şey değil çocuk olmak. Ve tekrar etmek gerekirse tamamen sistemle ilgili bir sorunu çocuk yetiştirme biçimlerine bağlayıp muhafazakar bir “yeni nesiller çok kötü” korosuna dönüştürmeden ele almak çok elzem. Ve hiç nesnel olmayan, tamamen kişisel fikrimle bitirmek istiyorum: Özel okullarda çocuğunu öncelikli kılmaya çalışan ebeveynleri “ilgili, değer veren” ebeveyn kategorisine koyamayız. Çocuğu kayırılsın isteyen, en parlak olsun isteyen ebeveynler aslında kendi PR’larının peşindedir, aynı öğretmeni hukuksuz bir şekilde işten atan okul gibi.
Sonuçta işinden atılan öğretmen konusunun asıl damarını bulamadığımız çok açık. Devlette çalışan öğretmene “çocuğuma istediğin gibi davranamazsın, çocuğum rahatsız olduğunda bunu ifade edebilir” diyerek oradaki iktidarı dengelemek kadar, özel sektörde pamuk ipliğine bağlı kadrolarda çalışan insanları bir imaj sorunu yüzünden, hukuki tüm süreçleri bypass ederek işten adan kuruma da bu iktidar üzerinden karşı çıkmak gerekir. Şu anda bu kurumu bilmiyoruz, hukuki bir süreç ısrarımız yok. Öğretmen işsiz kaldı, biz belki de çocukluğumuzda yaşadığımız nelerin öfkesini yeni nesil, daha birey ve daha özgür çocuklara lanet ederek yaşadık ve konu kapandı. İşsiz kalan insanın hayatına bir hayrımız da olmadı. Bu işten hiç hasar almadan çıkan da çalışanını hukuksuz bir biçimde işten çıkaran kurum oldu. (BA/EKN)