* Ömer Hayyam
“Tanrılara gelince; var olup olmadıkları ve neye benzeyip benzemedikleriyle ilgili bir şey söylemem mümkün değil.”
Bundan aşağı yukarı 2500 yıl evvel, bugünkü Kavala ve Dedeağaç arasında kalan, köyden hallice bir kent olan Abdera’da doğmuş Yunan düşünürü Protagoras’ın Peri Theon (Tanrılar Üzerine) isimli eserinden geriye yalnızca bu satırlar kaldı. Ondan bugüne, sayısız yazar çizer, düşünür ve hatta din adamı içlerinde yaşadıkları toplumların dini inançlarının temellerini değişik yöntemlerle - üstü kapalı veya açıkça – sorguladılar, sarstılar ve hatta yıktılar.
Batı’da, Katolik Kilisesi’nin ve genel olarak Hrıstiyanlığın öğretilerinin alenen eleştirilmeye, reddedilmeye ve hatta alaya alınmaya başlandığını 17. Yüzyıldan itibaren rahatça gözlemleyebiliyoruz.
O dönemde, ‘atheorum pessimus’ (en korkunç dinsiz) lakabı verilen Spinoza ve İngiliz meslektaşı Hume gibi felsefeciler, peygamberler veya azizlerin mucize gerçekleştirme iddialarını, batıl inançları ve tanrının dünyevi işler peşinde koşturan, her bir kulunun günah çetelesini tutan bir ahlak bekçisi olarak resmedilmesine karşı çıkmışlardı. İncil’i oluşturan metinler eleştirel bir gözle okunarak delik deşik ediliyor ve anlatılan birçok hikayenin hem gerçekçiliği hem gerçekliğiyle ilgili şüpheler açıkça seslendirilmeye başlıyordu.
Lucilio Vanini (ö.1619) eserlerinde Musa, İsa ve Muhammed’in peygamber değil sahtekarlar olduğunu ima ettiği, Giordano Bruno (ö.1600) ise dünyanın güneşin etrafında döndüğü ve evrende başka gezegen ve galaksiler de bulunduğu yönündeki fikirlerinden dönmeyi reddettiği için canlı canlı yakılarak idam edildiler.
Fakat Kilise, bu meydan okumalara yalnızca kan ve gözyaşı akıtarak cevap vermedi. André d’Abillon’dan Leibniz’e, sayısız ilahiyatçı tanrıyı ve Hristiyan/Katolik dogmalarını savunmak için risaleler kaleme almaya başladı - d’Abillon’un 1641’de yazdığı La Divinité défendue contre les athées (Ateistlere karşı Tanrı’nın Savunması) isimli çalışma yüzlerce örnekten yalnızca biri.
Diğer taraftan, Pierre Bayle (ö. 1706) ve Pierre Charron (ö. 1603) gibi bazı dindar düşünürler, dinsiz ve ateistlerin de inançsızlıklarına rağmen pekala toplumun itibar ettiği değerlerle uyumlu biçimde, ‘ahlaklı yaşamlar’ sürdürebildiklerini kabul ediyorlardı. Toplumda ‘imansızlara’ küçük de olsa bir yer açılıyordu.
18. Yüzyılda, Fransız düşünür Baron d’Holbach (ö.1789) İsa’nın peygamber değil insan olarak ele alındığı bir biyografisini yayınladı. Aynı yüzyılda, Jean Meslier (ö. 1729) adında bir köy papazı ölürken masasında bir yazma bıraktı. Evinde gizlice yazdığı ve sağlığında yayınlamadığı bu 500 sayfalık eserde, Hristiyanlığın tüm öğretilerine amansızca saldırıyordu. 1729’da yayınlanan kitabın alt başlığını vermek içeriğini anlamak için yeterli: Dünyadaki tüm dinlerin sahteliği ve manasızlığına dair açık ve kesin kanıtlar.
1811’e gelindiğinde ünlü İngiliz şair Shelley (ö.1822), üniversiteden atılmasına yol açacak olsa da Ateizmin Gerekliliği adlı kısa bir eser yayınlamış, ‘Tanrı bir hipotezdir ve varlığı kanıta muhtaçtır’ demişti bile. 19. yüzyılla beraber dinsizlik veya ateizm kabul edilebilir manevi seçenekler halini almış, Batı toplumları da genel itibariyle din prensip ve temelleri üzerinden idare edilmeyi - ağır adımlarla da olsa - terk etmişlerdi.
İslam toplumlarıyla ilgili genel algı, Müslümanların İslam’ın buyruklarını, Muhammed’in peygamberliğini veya Allah’ın varlığını ciddi anlamda sorgulamamış olduğu yönündedir.
Oğuz Atay’ın tabiriyle ‘mış gibi yapan’ toplumlar olarak, kişisel boyutta böyle bir sorgulamaya gidenler de bunu alenen yapmaya cesaret veya niyet etmemiş, ‘şahsi görüş’lerini kendilerine saklamış ve ‘resmi görüş’ maskelerini takarak sessiz sedasız ‘cumaya gitmeye’ devam etmişlerdir. Fakat konuyla biraz daha içli dışlı olunca, Osmanlı/İslam toplumunda değişik köken ve meslek gruplarından birçok kişinin dinin yerleşik bazı inanç ve düsturlarını, peygamberlik kurumunu (nübüvvet) ve hatta Tanrı fikrini (uluhiyet) açıkça ve ısrarla sorguladıklarını, eleştirdiklerini veya reddettiklerini görmek mümkün.
İslam tarihinde bu minvaldeki çıkışlarıyla meşhur, kayıtlara geçen ilk düşünür İbnü’r Ravendi’dir (ö. 910 civarı). Fars kökenli bir aileden geldiği rivayet edilen bu filozof, Kitab-ı Zümürrüd adlı eserinde kainatın bir yaratıcısı olduğunu kabul etmekle beraber onun İslami gelenekte tasvir edilen türden bir tanrı olmadığını savunur, peygamberlik kurumunun sahteliğinden dem vurur ve Kuran’ın vahiy ürünü olmadığını iddia eder. İslam’ın farz kıldığı ibadetler de geçersiz ve gereksizdir. İbnü’r Ravendi’nin ‘sapkın’ (zendeka, zındıklık) düşünceleri dönemin otoritelerinin kulağına kadar gitmiş, yaşadığı Bağdat’tan kaçarak Küfe’de ölmüştür.
Benzer şekilde, onunla aşağı yukarı aynı dönemde yaşamış büyük düşünür ve bilim adamı Er-Razi’nin de (ö. 925) peygamber ve vahiylere inanmadığı ve bu konuda kitaplar yazdığı, aklı her şeyin üstünde tuttuğu ve akıl varken peygamberlere ihtiyaç olmadığını söylediği belirtiliyor. İbnü’r Ravendi’nin aksine onun tüm bu fikirlerini açıkça dile getirebilmiş ve saygıdeğer bir bilim adamı olarak doğduğu şehir olan Rey’de vefat etmiş olduğu anlaşılıyor.
İbnü’r Ravendi ve Razi gibi dinin sunduğu/dayattığı ‘hakikat’e şüpheyle bakan, fakat Tanrı veya bir yaratıcının varlığına inananların (deist) yanında ‘agnostik’, yani insanoğlunun doğaüstü meselelerle ilgili bilgi sahibi olmasının mümkün olmadığını savunan, Yunan düşünür Protagoras gibi kuşkucu bir tavır takınan kişiliklere de rastlıyoruz. İlk akla gelen isimlerden biri, şu mısralarıyla Ömer Hayyam (Rubaiyat, 345):
Bu varlık denizi nerden gelmiş bilen yok
Öyle bir inci ki bu büyük sır delen yok
Herkes aklına eseni söylemiş durmuş
İşin kaynağına giden yolu bulan yok
Hayyam’a atfedilen bu mısraların yanına, tanıdığı bildiği tüm dinleri amansızca -günümüzün ‘hassas’ koşullarında savcıları harekete geçirecek kadar sert biçimde - eleştirmiş büyük Arap şair Al Ma’arri’yi koyabiliriz (ö. 1057). Ona göre, ‘Müslüman, Yahudi, Zerdüşt, Hristiyan - hepsi günahkar; Ademoğlu iki yolun yolcusudur. Akıllı ama kitapsız, ya da dindar ama kafasız’. Sivri diline rağmen Arapça edebiyatın en büyük ustalarından biri olarak kabul edilen Al Ma’arri’nin tartışmalı görüşleri ve kişiliği bugün hala gündemde; Halep’in yakınlarında doğup öldüğü kent olan Ma’arrat al-Numan’da bulunan heykeli 2013’te El Nusra militanları tarafından havaya uçuruldu.
Tıpkı diğer dünyalılar gibi, ‘ecdadımız’ın içinden de bu son derece karmaşık varoluşsal meseleleri toplumda genel kabul gören kalıpların dışına çıkarak yorumlayanlar oldu. Kanuni devrinde, Molla Kabız (ö.1527) isimli bir din adamı Hz. İsa’nın Hz. Muhammed’e üstün olduğunu ve Kuran’ın Kitab-ı Mukaddes’e (İncil) dayalı olmasına rağmen tahrif edilmiş bir kitap olduğunu vaaz etti. İddialarının çıkarttığı patırtı sarayda duyulunca, tutuklanarak Divan-ı Hümayun’a çıkartıldı. Karşısında bulunan din adamlarını İncil ve Kuran’a dayanarak alt etmeyi başarınca, düelloyu kafes arkasından gizlice takip eden Sultan Süleyman ‘cevabı virilmeyüp niçin hakkından gelinmedi?’ diye sinirlendi.
Kaynaklarda ismi ‘Kabız-ı mülhid’ (ateist), ‘Kabız-ı bi-din’ veya ‘Kabız-ı yave-gu’ (yalancı) diye geçen Molla Kabız, ertesi gün farklı bir ulema kurulunun huzuruna çıkarıldı ve - resmi kaynaklara göre - tezleri çürütülmesine rağmen fikirlerinden vazgeçmeyince zendeka (sapkınlık) suçundan şer’i usul gereği idam edildi. Benzer şekilde, Behram Paşa Medresesi müderrislerinden Nadajlı Sarı Abdurrahman Efendi (ö.1602) de inatla Kıyamet gününü, cennet ve cehennem fikrini reddettiği ve bu fikirleri yaymaya çalıştığı için, ‘şer-i şerif mucebince katline hükm olundı’ ve boynu vuruldu.
Meşhur Gülşeni şeyhi Muhyiddin Karamani (ö.1543), sıradışı ve sakıncalı dini yorumları yüzünden idam edilmeden önce çıkarıldığı mahkemede ‘Haşr yoktur, öteden kim gelüp size kim cevap verdi’ demişti. 17. yüzyıl İstanbul’unda yaşamış Lari Mehmet Efendi (ö. 1665) adlı ünlü bir din adamı yalnızca İslam’ın temel prensiplerini ve peygamberlik kurumunu reddetmekle kalmamış, Allah fikrine de karşı çıkmıştı. Onun sesi de ‘seyf-i şeriat’la (şeriatın kılıcı) kesildi.
1747’de, bugün Makedonya’da kalan Manastır şehride yaşayan Derviş Emini isimli bir din adamının mahkeme kayıtlarında, tanıklar onun Kuran için alenen ‘Osmanlı defteridir, aslı yoktur’ dediğini, cennetin cehennemin gerçek olmadığını ve şarabın helal olduğunu iddia ettiğini bildiriyorlar. Derviş’in sonunun ne olduğunu tahmin etmek zor değil.
Kuşkusuz, bu örneklere dayanarak Osmanlı/İslam toplumlarında dini şüpheciliğin Batı’daki gibi sürekli ve tutarlı bir entelektüel akım oluşturduğunu iddia etmek mümkün değil. Fakat her ne kadar bölük pörçük de olsa, bazı düşünür ve din adamlarının genel kabul görmüş dini öğreti ve ibadetleri inatla - ve hayatları pahasına – sorguladıkları ve akıntıya karşı kürek çekmeye gayret ettiklerini görülüyor. Bu tür şüphe kırıntılarına yalnızca Osmanlı mahkeme sicillerinde değil, bazı geleneksel türkü ve deyişlerde bile rastlamak mümkün. Kaygusuz Abdal’a (15. yüzyıl) atfedilen bir şiirde, varoluşun anlamı ve Tanrı’nın bizzat yarattığı kulları acımasızca cezalandırmasının mantığı sorgulanıyor:
Ademi balçıktan yoğurdun yaptın
Yapıp da neylersin, bundan sana ne
Halk ettin [yarattın] insanı saldın cihana
Salıp da neylersin bundan sana ne
Bakkal mısın teraziyi neylersin
İşin gücün yoktur gönül eğlersin
Kulun günahını tartıp neylersin
Geçiver suçundan bundan sana ne
Yine Kaygusuz’a atfedilen ve Sivas katliamında yanarak hayatını kaybeden Nesimi Çimen’in de yorumladığı bir şiirde, sınırlar iyice zorlanarak insanın yaratıcısı olan Tanrı’nın yaratıcısının kim olduğu ve Tanrı’nın ulaşılamazlığı ele alınıyor:
Yücelerden yüce Tanrı
Gündüzlerden gece Tanrı
İsmin vardır cismin yoktur
Sen benzersin hiçe Tanrı
Bazı kulların var imiş
Felan oğlu filan derler
Elin ana atası var
Sen benzersin piçe Tanrı
Yukarıdaki örnekler, Osmanlı/İslam toplumlarında sanılanın aksine hiçbir zaman tek bir hakikatin tam olarak hakim olamadığını, sarsılamaz, tartışılamaz kabul edilen en temel inançların bile zaman zaman tersyüz edilebildiğini gösteriyor.
Diyanet gibi resmi kurumların yüzleşmemekte ısrar ettiği fakat Müslüman/muhafazakar kesimin içinde sessizce cereyan ettiğini bildiğimiz deizm-ateizm tartışmalarının köklerinin en kadim zamanlara uzandığı ve bir anlamda ‘Müslümanlık kadar eski’ olduğu açık.
Tarih, günümüzdeki yaygın kanaate ve siyasal İslam ideologlarının kendisine biçtiği dar gömleğe sığamayacak kadar hareketli, çalkantılı, karmaşık ve renkli. (AE/EKN)