*Serdar Korucu (Fotoğraf: Vecih Cuzdan)
Gazeteci-yazar Serdar Korucu, Alfa Yayınları'ndan çıkan "Türk Basınında Yahudi Mülteciler: 1938-1945" adlı kitabında II. Dünya Savaşı döneminde Yahudi mülteci gemileri ve Türkiye'nin Yahudi mülteci krizine bakışını ele alıyor.
Bu kapsamda hem dünya literatürünü hem de dönemin Türk basınında yayımlanan gazete ve dergileri tarayarak kapsamlı bir çalışma kaleme alan Korucu, "Bu dönem içerisinde Almanya'dan gelen Yahudi akademisyenler ile Türkiye'deki Yahudi toplumunu birbirine bağlayan tek şey, geleceğin her iki kesime de ne getireceğini bilememesi. Sık sık bu belirsizlik hali Türkiye'deki Yahudilere basın tarafından hatırlatılacak" diyor.
Serdar Korucu ile "Türk Basınında Yahudi Mülteciler: 1938-1945" kitabını, savaş yıllarında Türkiye'deki siyasi atmosferi ve mülteci politikasını konuştuk.
Özcan Alper filminin hatırlattıkları
Kitapta, dönemin Türk basınındaki Yahudi temsiline ilişkin yazılı ve görsel birçok örnek sunuyorsun. Tüm bunlar kaç yıllık bir arşiv çalışmasının sonucunda ortaya çıktı?
2015 yılında başlamaya karar vermiştim bu kitaba. Özcan Alper'in "Rüzgarın Hatıraları" filmini izlerken orada bir sahne vardı. İstanbul'dan kaçmak zorunda kalan Aram'ın dinlediği radyodan şöyle bir haber geçiyordu: "Alman ajanslarından alınan bilgilere göre Varşova gettosunda mukim bulunan Yahudi cemaatinin dahil olduğu gayrikanuni bir ayaklanma hareketi bu ay içinde tamamen muvaffakiyetle nihayete erdirilerek..."
Bunun üzerine aklıma II. Dünya Savaşı, Holokost ve Türk basını üzerine bir kitap çıkarma fikri gelmişti. Fakat araya başka projeler girdi. Ama pandemi vurunca, hepimiz evlere kapanmak zorunda kaldık ve fırsattan istifade bu basın taramasını yapmak istedim. Arşivin bir bölümü zaten dijital olduğu için işim zor değildi, fakat geri kalanı için kütüphane taraması yapmam gerekiyordu. Uzun zaman kütüphaneler de kapalı kaldı. İlk açıldıkları dönemde maskeyi takıp gitmem gerekti eski gazetelerin arasına.
"Zor kısım yayımlanmasıydı"
Çalışmaların sırasında ne gibi zorluklarla karşılaştın?
Bence en büyük zorluk kitabın yayımlanma kısmıydı. İşte bu noktada kitabın editörü olan Seçkin Erdi'ye teşekkür etmem gerekiyor. Çünkü ben bu çalışmayı yayımlamaktan vazgeçmiştim. Yazdıktan sonra pek kimsenin ilgisini çekmeyebileceğini düşünmüştüm. Sanırım o benden daha çok inandı kitaba. Alfa Yayınları'na da teşekkür etmem lazım, çünkü kendileri de projeyi kendilerine götürdüğümüz andan itibaren sahiplendiler, hızla yayıma hazırladılar.
Bu kitap aslında adından da anlaşılabileceği üzere Struma gemisi başta olmak üzere II. Dünya Savaşı sırasında Holokost'tan, soykırımdan kaçmaya çalışan Avrupa Yahudilerinin, bir dönem neredeyse tek kurtulabilecekleri hat olarak kalan Türkiye üzerinden geçmeye çalışmalarını konu ediniyor. Kitabın gerçek çıkış tarihi bu nedenle 24 Şubat olacaktı. Olamadı, çünkü 6 Şubat depremleri nedeniyle Türkiye'de kimsenin bir başka konuyu okuyacak, konuşacak takati kalmadığını düşündük. Kendimiz de dahil. O nedenle bir başka tarihi Yom HaShoah, yani Holokost'u Anma Günü'nü 17-18 Nisan'ı seçtik.
"Bu sürecin Türk akademi kültürüne büyük etkisi oldu"
Göç sürecinin savaştan önce başladığı ve dönemin Türk yetkililerinin, Yahudilerin ülkeye alınmaması konusunda kararlı oldukları anlaşılıyor. Diğer yandan bu dönemin, Mustafa Kemal'in hayatta olduğu ve 1933'ten itibaren onlarca Yahudi bilim insanının Türkiye'ye kabul edildiği bir dönem olduğunu da görüyoruz. Bu iki farklı durum hakkında ne düşünüyorsun?
1930'lar akademisyen göçünün çok yoğun olduğu bir dönem. Almanya'dan Türkiye'ye gelmeyi bir kenara koyalım, Peter Burke, Theodor W. Adorno'nun sürgünlüğüne Oxford'da başlarken zorlandığını ve kendi felsefe tarzını İngilizlere anlatamamaktan, bu yüzden de bir "çocukla" konuşur gibi konuşmak zorunda kalmaktan yakındığını aktarır.
İstanbul Üniversitesi'nin bir zamanlar Almanya'nın yurtdışındaki en büyük yükseköğretim kurumu sayıldığını göz önünde bulundurursak bu akademisyenlerin Türkiye'de karşılaştıkları zorlukları tahmin etmek güç değil. Erich Auerbach ve Leo Spitzer 1933-1934 eğitim öğretim yılında İstanbul Üniversitesi'nde istihdam edilen kırk iki mülteci akademisyenden en meşhurları. Auerbach'ın tecrit halinden, Liselotte Dieckmann'ın da etraftaki güvensizlik havasından rahatsız olduğunun altını çizmek gerek. Bu tip pek çok anlatı var, Kader Konuk'un "Doğu Batı Mimesis" kitabında da hatırlattığı gibi.
Mesela, Leo Spitzer İstanbul günleri için "neredeyse hiç kitap yoktu ne yazık ki" der. Şikayetini İstanbul Üniversitesi dekanına ilettiğindeyse şu yanıtı alır: "Kitapları dert etmiyoruz. Ne de olsa yanıyorlar." Öte yandan bu sürecin Türk akademi kültürüne de büyük etkisi oldu. Bilim felsefesinde Viyana Çevresi'nin düşüncesi aktarıldı, filolojide çeviri programı başlatıldı, Ankara Üniversitesi'nde siyaset bilimine yeni bir yaklaşım getirildi ve hukuk alanında bir kuşak yetişti.
"Türkiye için tam bir arada kalmışlık hali vardı"
Evet, Mustafa Kemal Türkiye'si akademisyenlere kapıyı açmış olsa da ilerleyen yıllarda Türkiye'nin politikasının değişkenliğini görüyoruz kitapta da. Geçişler uzun zaman imkânsız halde. Bunda elbette Ankara politikası kadar İngiltere'nin Filistin politikası da önemli. Çünkü Türkiye'den geçen Yahudi mültecilerin hedefi Filistin'e gitmek, fakat Londra net bir şekilde bölgeye Yahudi göçünü kotayla kısıtlamış, yani neredeyse yasaklamış durumdaydı. Nazi Almanyası'yla Corry Guttstadt'ın deyimiyle "tek taraflı tarafsızlık" politikası izleyen Türkiye için tam bir arada kalmışlık hali vardı. Tüm baskılara, savaş iklimine rağmen Türkiye farklı bir politika izleyebilir miydi? Struma ya da Salvador gibi faciaların önüne geçmek için adım atabilir miydi? Altan Öymen şöyle der bu soru için: "Türkiye bu Yahudileri kabul etmeliydi... Kabul etmese bile, başka devletlerle temas ederek onlara sığınacak bir yer bulmalıydı."
"Antisemitizmin yükseldiği bir dönem"
Gerek Yahudi mültecilerin Türkiye'de yaşadıkları, gerekse Türkiye ve Nazi Almanyası arasında artan ilişkiler Türkiyeli Yahudileri nasıl etkiledi?
Nazi Almanyası'yla yakınlık, Türkiye'nin iç politikasını da etkiliyor. Mesela, bu konuyu araştıran isimlerden Avner Levi, 1940 yazından 1943 ilkbaharına kadar hiçbir Türk devlet yetkilisinin Yahudilerin eşitliği ve hakları hakkında açıklamasına ulaşamadığını söylüyor. Antisemitizmin yükseldiğini anlatılardan da takip etmek mümkün. Örneğin, Hitler'e karşı direniş grubunun kurucusu Helmuth James Graf von Moltke, İstanbul'a geldiğinde, 1943 Temmuz ayındaki durumu şöyle özetler:
"Irk denen şeyin gayet bilincinde herkes (...) Yahudiler burada tamamen dışlanmış durumda; para içinde yüzseler de baştan aşağı Avrupalılaşmış olsalar da kimse hürmet gösterip 'siz' diye bile hitap etmiyor onlara, ne ellerini sıkıp tokalaşan var ne de onları bir yere buyur eden."
Bu dönem içerisinde Almanya'dan gelen Yahudi akademisyenler ile Türkiye'deki Yahudi toplumunu birbirine bağlayan tek şey, geleceğin her iki kesime de ne getireceğini bilememesi. Sık sık bu belirsizlik hali Türkiye'deki Yahudilere basın tarafından hatırlatılacak. Mesela, Son Telgraf'ta yazan Reşat Feyzi, Salvador gemisi faciasını işaret edip, "Türkiye Musevileri bir yiyip hallerine bin şükür etmelidir (...) Dünyanın bu karışık zamanında Türkiyeden daha rahat, Türkiyeden daha bolluk memleket tasavvur edilemez (...) Musevi vatandaşların her nevi yurt ve memleket hizmetinde ve fedakarlığında aynı hız ve sırayı benimsemeleri lazım" diyor.
"Benzer mülteci karşıtı kodlar bugün de yaşıyor"
Anadolu topraklarında tarih boyunca yoğun bir göç hareketliliği yaşandığını biliyoruz. Sence bugünün mülteci karşıtı kodlarının geçmişten günümüze taşındığını söyleyebilir miyiz?
1930'lar, 1940'larda... Örneğin, Romanya'daki Türklerin göçmenliğine sıcak bakılıyor, teşvik ediliyor, yaşadıkları sorunlar için Ankara eleştiriliyor. Yahudi mülteciler söz konusu olduğundaysa karşımıza birden "yabancı kan" vurgusu çıkabiliyor. Bugün de olduğu gibi.
Mesela, Yaşar Nabi Nayır "(...) yabancı kandan azlıklardan çok çekmiş olan Türk illeti yeniden vatanına başka ırktan insanların girmesine tabiidir ki müsamaha edemez" diyor. Yahudi mülteciler için basında antisemit bir de dil hakim. Dönemin ünlü kalemleri mülteci olan Yahudiler için "erimiyen çakıl", "Musanın serseri ahfadı", "bu unsur hicret esnasında parasını beraber götürebilse hiçbir şeyden korkmaz", "hiç kimseye husumet vesilesi olmasınlar" gibi ifadeler kullanıyorlar. Hatta Struma faciası sonrasında Çanakkale Milletvekili Ziya Gevher Etili "Devletin başına belâ oldu. Gittiler, belâlarını da kendileri buldular" diyor. Üstüne de dönemin başbakanı Refik Saydam, "Türkiye, başkaları tarafından arzu edilmiyen insanlara melce, olamaz. Türkiye başkaları tarafından arzu edilmiyen insanlar için vatan hizmeti göremez. Bizim tuttuğumuz yol budur" ifadelerini kullanıyor, kitabın da zaten alt başlığını işte bu söz oluşturuyor.
Yani evet, benzeri mülteci karşıtı kodlar bugün de hala yaşıyor, yaşatılıyor ne yazık ki...
(VC/AÖ)