Amerikalı ya da İngiliz bir dostunuz “yahu sen ne diyorsun?” dese nasıl çevirirdiniz? Işıklar içinde yatsın Vedat Örs hocamız, “ ‘Batılılaştıramadıklarımızdan mısınız?’ sözünü çevirin bakalım!” der ve boş gözlerle bakan sınıfa gülerek “Are you one of those whom we may not succeed in westernizing?” derdi. İngilizcede “rhinocerosising” gibi bir deyim olduğunu sanmıyorum. Yaşasın güzel Türkçemiz!
19. yüzyılın başından itibaren çok hızlı gelişen sanayileşmenin hammadde ve enerji ihtiyaçları bir yandan, dünya pazarını denetleme gereksinimi öte yandan, kapitalizmi uluslararası düzeyde çatışmaya hazır hale getirdi. Marx’ın sözleriyle “ liberalizmin o asil giysisi üzerinden düştüğünde en zalim ve acımasız despotizm tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı.”
Almanya’da Nazizm, İtalya’da Faşizm, Japonya’da güce tapan otokratik iktidarlar dünyayı kana buladılar, milyonlarca insanın ölümüne ve felaketine yol açtılar. Savaş sonrası Avrupası yıkıntıya dönmüştü.
Savaş sonrası dönemin aydınları, yazarları, çizerleri, sanatçıları bu yıkımdan derinden etkilendiler.
Kitlelerin kökenci inançları kısa sürede benimsemesi ve kör itaatleri sanatçı aydınları önemli ölçüde umutsuzluğa yönlendirdi. Yalnızlık duygularını güçlendirdi. İletişimsizlik ve yabancılaşmayı çok yoğun yaşadılar.
Bu süreç içinde doğup büyüyen Romen asıllı oyun yazarı Eugene Ionesco (1912 – 1994) yazarlığını bu ortamda geliştirdi. Yaşamının çoğunluğunu Paris’te geçiren Ionesco, Dadaizm, Sürrealizm gibi akımlardan derinden etkilendi. Artaud’un “Eziyet Tiyatrosu”, bizim meşhur “Übü” oyunuyla anımsayabileceğimiz Dadaist oyun yazarı Alfred Jarry’nin “Patafizik akımı” gibi düşünce akımları ve denemelerden de etkilenerek “Absürt Tiyatro” olarak da adlandırılan kendi çizgisini buldu.
1950’de “Kel Şarkıcı” oyunuyla ilk kez ünlenen Ionesco, “Sandalyeler”, “Gergedan”, “Jacques ya da Boyun Eğme” başta olmak üzere on kadar oyun yazdı.
Bu oyunlar içinde, “Gergedan” (Rhinoceros) en yaygın bilinen ve oynananı oldu. Oyunun adı, tiyatro çevrelerini de aşarak genelde fiil haliyle siyaset biliminden psikolojiye kadar pek çok disiplinde belirli halleri tanımlamak için kullanılır oldu. “Gergedanlaşma” sözcüğü tepkisizlik, vurdumduymazlık, adamsendecilik, paranoya derecesinde güvensizlik, sıkışmışlık, iletişimsizlik halleriyle eşdeğer oldu.
Ionesco’nun, Gergedan’ı, Fransız halkının Alman işgaline yeterince tepki göstermemesine duyduğu kızgınlık nedeniyle yazdığı söylenir. Garip bir rastlantıyla oyun ilk kez Almanya’da sahneye kondu ve izleyiciler tarafından çılgınca alkışlandı.
Oyun özetle şöyle: Bir kasabayı gergedanlar basar. Kasabalı önce inanmaz, aldırmaz ama bir süre sonra gergedan sayısının, kasabalıların birbiri ardına gergedana dönüşmesiyle arttığı ortaya çıkar. Oyunun baş karakteri Berenger, kasabalıları, - sevgilisi Daisy de dahil olmak üzere- direnmeye, gergedanlaşmaya karşı durmaya çaba gösterir. Bu çabalar başarılı olmaz. Sevdikleri ve yakınları dahil herkes birer birer gergedanlaşır. Oyunun sonunda aynaya baktığında kendini tanımakta zorluk çekmektedir. O da –muhtemelen, gergedanlaşmıştır.
***
Mine Söğüt, bir yazar. Hikaye, roman, biyografi yazmış. Gazetecilik, editörlük yapmış. Çok genç başladığı yazın hayatını yirmi yılı aşkın zamandır sürdürüyor. Son öykü kitabını yeni yayınladı. Kitabın adı “Gergedan”(*). Kitabın içinde, kitaba adını veren “Gergedan” hikayesiyle birlikte toplam 15 hikaye yer alıyor.
“Gergedan”, bir “leitmotiv” olarak tüm hikayelerde geziniyor. Ana öykünün de başkahramanı. Ya da başkahraman olması gerekenler durumdan vazife çıkartmadıkları için görev başkalarına ihale ediliyor. Mine Söğüt hikayesinin ön deyişinde çok açık söylüyor zaten:
“Sana devamlı aynı şeyi söyleyeceğim.
İnsanların arasına dalmış gergedanlardan daha tehlikeli tek şey
Gergedanların arasında yapayalnız kalmış bir insandır diyeceğim.
Sen yine bir şey anlamayacaksın, susmayı ve katlanmayı sürdüreceksin.
Kendi aklından yaptığın yıkılmaz bir demir kafesin içindesin.
Ne küfrün küfür, ne isyanın isyan.
Kaderin senin o gergedan.”
Mine Söğüt, yapıtlarında, fantastik edebiyatın bir türü olarak gerçeküstücülüğe yaklaşan metaforlarla zaman zaman okurun gerçeklik duygusunu hırpalamayı ve bıçağı derine sokmayı deniyor. Psikiyatri ve “abnormal” psikolojinin araçlarını ustaca kullanarak kendi özel dünyasını yaratıyor. Dil ustalığı ve kurgusu ile en can yakıcı, en kabul edilmez durumları anlaşılır kılıyor ve okuru mindere çekiyor.
“Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey” (2010) ve “Deli Kadın Hikayeleri”nde (2011) daha somut şekillenen tematik, ‘Gergedan’da da sürdürülüyor. “Aile Ölüyor”, “Ablamın Cesedi”, “Anne Eti” gibi hikayelerdeki –hikayelerin isminden de anlaşılabilecek, sert metaforlar yeni bir Mine Söğüt okuyucusu için “overdose” olabilir mi diye düşünüyorum.
Cinsiyet meselesine sakin ve yansız bakışı, krizlerin ve çatışmaların insan karakterini öne çıkartıyor ve bir umut – umutsuzluk dengesine yaslanıyor. Umutta umutsuzluğu, umutsuzlukta umudu okumak mümkün.
Kitabının sonunda, “ona bu hikayeleri yazarken ilham veren yazarlar arasında” öfkesi ve ikircimi ile Eugene Ionesco, eşsiz ve çok özel dünyası ve diliyle Franz Kafka, “büyülü gerçekçilik”leriyle Jose Saramago ve Gabriel Garcia Marquez‘in var olduğunu söylüyor Mine Söğüt.
“Gergedanlaşma” metaforunu ödünç alıp kullanırken prizmanın başka yüzlerinden bakmayı bilmesi “Gergedan”ı özgün yapıyor. Metinlerarası gezinti ve ödünç alma etiği konusunda da iyi bir örnek oluşturuyor.
Kitapta yer alan resimler Bahadır Baruter’in verimi. Kitaba değer katıyor ve düşündürüyor.
Siyasal ortamın çatışmalı ikliminde, duyarsızlıkları, bananecilikleri besleyen o kalın kabuğun oluşmaması için düşünüp kafa yormak gerektiği kesin. Bunu anımsatmanın yollarından birisi de edebiyat. Ars longa vita brevis! (AE/EKN)
(*) Mine Söğüt, “Gergedan, Büyük Küfür Kitabı” , Yapı Kredi Yayınları (YKY), Şubat 2019, İstanbul.