Yönetmen Zeki Demirkurbuz’un C Blok isminde bir filmi vardır hatırlarsanız. Film, konusu itibariyle o dönem Ataköy’deki yeni yapılan sitelerden birinde C blokta yaşayan orta sınıfa mensup bir kadın olan Tülay’ın mutsuz evliliği içinde yaşadığı sıkıntıları, bir gün hizmetçisiyle apartmanın görevlisini kendi yatağında sevişirken yakalaması sonuncunda geçirdiği ruhsal değişimleri ve daha sonra aynı adamla girdiği ilişkiyi anlatır.
Yanılmıyorsam, C Blok, yönetmenin 1980 askeri darbesinden sonra siyasi suçlu olarak girdiği cezaevinde kaldığı bloğun da ismidir. Film ilk bakışta orta sınıf bir kadının cinsel bunalımını anlatıyor gibi görünse de, yönetmen filmde o dönem şehir hayatında, bilhassa Ataköy gibi bir dönemin sosyoekonomik açıdan alt sınıf insanlarının yaşadığı mahallerde art arda ortaya çıkan siteleri, orada yaşayan orta sınıf insanının çevreden yalıtılmışlığını ve bir anlamda bu sitelerin onlar için bir hapishane biçimine dönüşümünü ele alır. Zaten kendisi de bu sitelerin etrafındaki yoksul mahallelerde yetişmiş, bu mahallerin içine kurulan sitelerin sınıfsal kimlikleri netleştirdiğine, orta sınıf insanlar için “konforlu” bir cendere olduğuna da bizzat şahit olmuştur.
C Blok yapım yılı 1994 olması itibariyle artık çoktan mazide kalmış bir İstanbul’u anlatıyor gibi görünse de, şehrin geçirdiği dönüşüme dair yansıttığı tablo bugün hala geçerliliğini koruyor. Bugün şehrin yalnızca uzak mahallelerinde değil, merkezinde yer alan siteler şehrin dokusunun büyük bir kısmına hakim konumda. Orta ve üst gelir grubuna hitap eden, çok katlı apartman dairelerinin veya müstakil villaların oluşturduğu bu siteler 7/24 güvenlik kameralarıyla izleniyor. Kapıda duran güvenlik görevlileri kuş uçurmuyor.
İnsanların izlendiğinin farkına varmadan en ufak hareketlerinin bile gözetim altında tutulduğu “panopticon” türü hapishaneleri kuran aklın insanları iktidarı altına almayı ve disipline etmeyi amaçladığını iddia eden Michel Foucault, her adım başında güvenlik kameralarıyla sakinlerini izleyen bu siteleri görseydi ne derdi bilinmez ancak bu sitelerin, modern insanı sınıfsal kimliklerin iç içe olduğu mahalle kültüründen kopardığı, neoliberal bir ideal olarak tasarlanan tel örgülerle veya yüksek duvarlarla çevrili, her davranışlarını kontrol etmek zorunda kaldıkları bir alana mahpus ettiği de yadsınamaz bir gerçek.
Özal döneminden sonra ortaya çıkan ihracat zenginlerinin ve küresel şirketlerde çalışan üst düzey yöneticilerin ihtiyaçlarına yönelik inşa edilmeye başlayan siteler, son on yılda inşaat sektörüne sağlanan teşvikler dolayıyla büsbütün arttı. Şehir hayatının keşmekeşinden sıkılan, çocuklarına sakin bir ortam sağlamak isteyen beyazyakalı çalışanlarının yanı sıra, her türlü imkan ve gösterişle tasarlanan konforlu bir sitede yaşamanın tıpkı lüks bir arabaya binmek gibi statü göstergesi olduğunu düşünen –bilhassa İstanbul’a sonradan gelip zenginleşen- üst sınıf arasında da sitelere rağbet arttı. Malum tüketim kalıplarının artık ne kadar kazandığımızdan ziyade kim olduğumuzu gösterdiği bir çağdayız. İçinde kafe, kuaför, spor salonu, alış veriş merkezi gibi imkanların bulunduğu siteler haliyle tüm bu insanları şehrin göbeğinden, dün adı sanı bilinmeyen semtlerine doğru çekiyor.
Pek çoğu İstanbul’un etrafındaki banliyölerde yer alan bu siteler, benzer hayat tarzı ve dünya görüşü olan insanları bir araya getirdiği gibi, etrafındaki yoksul mahalledeki insanlarla buradaki eğitimli orta-üst sınıf arasındaki kimlik farkını net bir şekilde ortaya koyuyor. Bu iki kesimi birbirinden yüksek duvarlarla veya tel örgülerle öyle kesin çizgilerle ayırıyor ki, bu sitede yaşayan insanlarda, etrafta yaşayan yoksulların potansiyel suçlu olduğu hissi uyandırıyor. Bu karşıtlık ve kimliksel ayrım, kendi kimliklerini sahip oldukları lüks tüketim araçları üzerinden kurmaya çalışan üst düzey yöneticiler ve yeni zenginler için ayrıcalık ve seçkinlik gibi kavramlarla nitelendirilse de, büsbütün toplumsal kutuplaşmayı körüklüyor.
Bu ayrım sadece insanlar arasında değil, çevre düzeni olarak da kendini gösteriyor. Yüksek peyzaj bütçeleriyle adeta bir çiçek bahçesine çevrilen bu siteler, etrafındaki mahallelere belediyelerin yeterli hizmeti vermemesi yüzünden farklı bir coğrafyaya aitmiş gibi duruyor. Üstelik sitelerdeki bu çevre düzenlemesi, sosyal olanaklar ve vaat ettiği statü göstergesi sayesinde, aynı mahallede yer alan yakın metrekaredeki evler birbirinden çok farklı fiyatlarla alıcı buluyor.
Dahası bu sitelerde yaşamak için otomobil kullanmak neredeyse mecburi. Konutlardan site çıkışlarına yürümek bir hayli vakit aldığı gibi, sitelerin çoğu toplu taşıma imkanlarına uzak kaldığı için bir yerden bir yere gitmek için otomobil tek alternatif gibi görünüyor. Zaten bu sitelerde oturanlar genellikle otomobillerini otoparklarında bırakıp toplu taşıma vasıtalarını kullanma alışkanlığı taşımıyor. Buranın sakinleri gidecekleri yere özel otomobilleriyle gittikleri için şehrin caddeleri ve mahalleleri onlar için üzerinden geçtikleri bir güzergahtan fazla bir şey ifade etmiyor. Bu insanların şehirle ilişkileri de, aidiyetleri de zamanla azalmaya başlıyor ve belki de en başından beri kendini gerçekten de İstanbul’a ait hissetmeyenler şehre uzak bu sitelerde yaşamayı tercih ediyorlar.
Suç oranının gün be gün arttığı, sokakta koşup top oynayan çocukların dahi artık tehdit altında bulunduğu, şehrin en mutena semtlerinin bile dokusunun bozulduğu günümüzde kimseyi korunaklı sitelerde yaşadığı için suçlayamayız elbette. Ne var ki her geçen gün sayıları artan sitelerle birlikte şehir hızla betonlaşıyor, şehrin dokusu bozuluyor. Rengarenk çiçeklerle yapılan peyzaj çalışmaları dahi sitelerin bir beton yığını olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bunun yanı sıra bu siteler şehirde farklı bir sosyoloji meydana getiriyor. Benzerlerin benzerlerle yaşadığı, sınıfların ve mahallelerin kat’i sınırlarla ayrıldığı ve uzlaşamadığı yeni bir sosyoloji. Bu yalnızca yeni İstanbul’un değil, yeni Türkiye’nin sosyolojisi galiba… (MK/HK)
* Fotoğraf: C Blok filminden.