Fotoğraf: Haluk Tarcan, 2013'te aramızdan ayrılan Osman.
Evin içi
"Sessizlikte yavaşlayacak dünya
Gürültüsü makinelerin susunca"*
Gürültüsü makinelerin susunca”*
Balkonlu ev dedim durdum senelerce, sonunda buldum. Malta eriği ağacıyla konuşan bir balkon hem de. Küçük bir avluya açılıyor. Panço da çok sevdi.
Ağaçların, duvarların tepesinde dolaşan kediler Panço’nun çağrılarına kayıtsız kalamıyor. Pencere önünde, duvar dibinde sohbetleri pek koyu.
Gel gör ki insan huzuru kemiriyor. İçimizden epeydir nadir dökülen oh be, dünya varmış’ı hem kendisine hem kendisi dışındaki canlılara fazla görüyor. Yalanım yok, epeydir dilimden düşürmüyorum oh olsun, oh olsun sana!
Hatta en son “Ahlat Ağacı”nı izlerken söyledim. Hani, çocuk babasının köpeğini satıyor da o parayla kitabını bastırıyor, sonra da kitapçıya gidip sorduğunda öğreniyor ki bir tane bile kitabı satılmamış.
Ah işte o sahnede, oh olsun sana dedim. Canıma değsin! Sen misin o köpeği... Âh’ı eksilmesin üzerinden.
Kötülük. Örgütlü, organize, sıradan... sıfat kalmadı nitelemeye, nihayetinde işte kötülük. İnsandan yayılıyor her yere. Eğitimden siyasete, hayatın her alanda sonsuz yaşam hakkı var. Arınmak mümkün değil.
İnsandaki o hücre bulunuyor, kışkırtılıyor, çoğalıyor ve harekete geçiyor. Aksi, elbette mümkün; ama ona pek yaşam alanı tanınmıyor.
Ben bizim balkona döneyim. Sardunyaları dizmişim, yasemin duvarı sarmaya başlamış, Panço miy miy miy kedilerle sohbette, müzik açmıyorum çünkü kuşlar, çünkü yaprakların hışırtısı, kedilerin konuşması...
Vay be, sonunda ferah feza okumaklar, yazmaklar... derken karşı çaprazımızdaki üç katlı bir binanın etrafını metal paravanlarla çeviriyorlar. Eyvah, diyorum, bi şey olacak! Olmaz mı, hem de hıphızlı.
Önce o bina indiriliyor, güm pat güm pat. Kocaman makineler geliyor sonra, dibe doğru kaz anam babam kaz. Tar tar tar... Sonra temel atılıyor. Kocaman bir ağızdan dökülüyor harç. Hor hor hor...
Sonsuz bir uğultu. Derken üç katlı bina oluyor mu sana altı katlı! Panço, ben, malta eriği mutsuzuz. Göğümüzü delen ağaç olaydı iyiydi, bina deldi geçti. Fallik fallik! Allah kahretsin seni.
Kahır kahır da bi yere kadar diyoruz Panço’yla. Ağacımızı kesmediler ya, kediler de burada hem hâlâ. Onların duvarlarına dokunmadılar. Göğü görüş alanımız azaldı, o kadar. Ya ağaç da gitseydi! İyimserliğimize kibrit suyu! Ama n’apalım?
Birkaç gün sonra, Panço güneşleniyor yaseminin dibinde. Döne döne. Arada gidip arka patilerini seviyorum. Dokunma rızası üç senede henüz bu kadar. Öyleyse öyle. Kedi hakkı. Ki haklı.
Masadayım ben. Mektup yazıyorum cezaevine. O da ne! Küt pat bam küt pat bam! Zıplıyor Panço yerinde, kaçıp dolaba giriyor. Ama oldu mu şimdi diyorum başımı yukarı çevirip. Kıllar, ekmek kırıntıları, tozlar yağıyor tepemizden. Kimse yok. Sessizlik.
Başka bir gün yeniden, yeniden... Bu böyle olmayacak, alışmışlar belli ki diyorum, apartman girişine bir not yazıyorum. Kavga edecek değilim ya. Not şu: “Çiçeklerim nefes alamıyor, kedim Panço korkuyor siz halı, kilim çırptıkça. Bilginize.” N’oluyor? Hiç.
Bir beklentim var mıydı? Elbette yahu! Umutlara şerh düşüyorsak karamsarlığa, kötümserliğe teslim olmuş değiliz. Şerh, bir tedbir. Umut sözde kalmasın, eylemesi eksik olmasın diye.
Bayram temizliğidir belki, birkaç gün biz de ön tarafta takılırız Panço diyorum; hem önceden balkonumuz mu vardı, hatırlasana, şahane bir avluya ufacık pencereden bakıyorduk, sen ceviz ağacının dallarındaki kargalarla zar zor konuşuyordun.
Nostalji de romantizm de iyimserlik de senin olsun; orası öğleden sonra güneş almıyor, sizin sebebinize ben neden rahatımı bozayım ki? Haklı. Ama dayanamıyor. Geliyor salona o da.
Pencereler açık. Tül kenera sıyrılı. Bak diyorum, kuzum burada da sardunyalarımız var. Pembesine su kaçmış karanfil bile diktik ya, ne güzel de büyüdü diyorum. Hem sokakta çocuklar oynuyor.
Gözlerini gözlerime dikiyor, ben gözlerimi kitabıma çeviriyorum. Kanepeye yayılmışım. Elimde John Berger, “Portreler”. Mis. Bakıyorum, çocuklara laf atmaya başlamış Panço da. Oh diyorum, keyfi yerine geliyor. O da ne? Tar tar tar! Allahım sen aklımı koru! Hayır, diyorum, ama bu kadarı da!
Asfaltı orta yerinden deliyor bir hilti. Ama Meli diyor Panço, koridora mı gitçez şimdi? Yine haklı. Kaldı ki bununla da bitmiyor, sözleşmişler gibi, alt kattan yükseliveriyor tak tuk güm pat kazma çekiç sesleri. Neymiş, banyo yenileniyormuş! Yıkıyorlarmış. Hay sizin banyonuza... kaldım burada, bu kadarla.
İçeride dışarıda bitmiyor hilti ve matkap sesi. İnsanın kılı, tüyü, kiri pisi. Gürültüsü. Sokakta oynayan çocukların sesi bile itici. Küfür, hakaret, kavga gırla.
Birbirlerine öyle acımasız, kaskatı ve sertler ki. Mutlaka ağlıyor biri ikisi üçü. Nerede, nasıl, ne ara öğrendiler bunca kötülüğü? Sormuyorum kendime bile tabii.
Dışarıdan önce ara toplam: Bağır bağır bağırma, lütfen bağırma!
Çözüm ne balkona kavuşmakta ne ağaca, ne ön odaya kaçmakta ne koridora. Çözüm, bizzat insanın kendinde. İnsana bi şey yapmalı, ama ne? Haddeden geçirmeli dilini, zihnini, kalbini, aklını; ama nasıl?
Zira stadyumlardan, şimdilerde yeniden tanık olduğumuz miting meydanlarından yayılan, herkesin zihnini, kalbini, bedenini, dilini hücre hücre kaplamış. Üst kat komşuna çiçekler, kedi, toz, ekmek kırntısı, kıl tüy dediğinde; alt kat komşuna inşaat yapıyorsunuz evde, tamam ama pazar günü mesela yapmasanız mı dediğinizde...
Bir kuyrukta pardon, sıra bendeydi ama dediğinizde... kafede yan masaya amlı, sikli, orospulu konuşmasanız çünkü... dediğinizde... her nerede kime ne dersek diyelim... gerçi diyemiyoruz ki. Yutuyoruz. Demeye kalkalım hadi? Karşılaştığımız üslup kirli ve kibirli bir bağırtı. Bugünlerde miting meydanları için söylenen şak diye cevap vermek, çat diye yakalamak, pat diye oturtmak... ve goooll!
Ya da bu da mı gol değil?! Nasıl oturttum ama, ne cevaptı be, neymiş rahatsız oluyormuş hanfendi!.. Çatır çutur patır kütür katır kutur şrrak şrrakkkk bir dil, üslup bu.
Herkes bir yerden devşirdiği güçle, bir diğerine, başkasına doğrultuyor bu silahı ve bam!
Evin dışı:
“Şimdi sizinle ne yapılabilir
Hangi kavgaya girsek
Bileğiniz kırılgan ve kaypak
Hangi ölüme karşı dursak
Midenizde kuzular, kuşlar.”
Son üç dört günden: İnsan, kedinin bacaklarını kesiyor, köpeğin. Kediye, köpeğe tecevüz ediyor. Demiri saplıyor ağzından kedinin ya da köpeğin. İneğin başını kesip karnındaki yavrularını alıyor. Bacaklarını iple bağladığı kediyi, köpeği denize atıyor.
Ölü bedenler kıyıya vuruyor. Hakikat de. Aylan bebek hep aklımızda. Türk, Suriyeliler de Suriyeliler diye tutturmuş hırsızlık, hastalık her şeyi ondan biliyor. İktidar partisi vekili, sana benden oy yok diyenin iş yerini silahla tarıyor. Yaralıları hastanede öldürüyor. Keserek. Meydanlardan idam arzuları yükseliyor.
Çocuklara tecavüz ediliyor. Kadınlar öldürülüyor. Kuzuyu, ineği, danayı, keçiyi fabrikalara kapatıp sütünü sağıyor da sağıyor, daha çok süt versin diye midesini delip doğrudan besliyor. Her gün. Hepsini kesmek için çeşit çeşit alet yemek için çeşit çeşit pişirme yöntemi icad ediyor. Tabut tabut, tabak tabak ceset.
Kesme biçme parçalama öğütme yok etme katliam... linç, bu şiddet kültürü insandan insana ve kendisi dışındaki tüm canlılara zarar veriyor. Kimseye nefes alma, yaşama hakkı tanımıyor. Elden, bakıştan, dilden taşıyor da taşıyor.
Birine itiraz etmemek, birini görmemek, duymamak, yok saymak diğerine yol açıyor. İşte bu sebeple haldur huldur bir dil haldur huldur bir zihnin ve yaşamın hem taşıyıcısı hem yansıtıcısı oluyor.
Peki, şifa?
“Bana iyi bak ben
Sonra hayvan olacağım
Sonra çağlar dökeceğim tarihine dünyanın”
Sardunyaları, yasemini, malta eriği ağacını, Panço’yu ve kendimi matkap, hilti, insan sesinden, kirinden, tozundan, pasından yakın gelecekte nasıl koruyacağımı bilmiyorum. Kedileri, köpekleri, kuzuları, inekleri de.
Öteki addedilip ezileni, ayrımcılığa maruz kalanı da. Bunların biri diğerinden ayrılamaz. Biri, diğeri için feda edilemez. Hepsi birbirini içererek, birbiriyle konuşarak, birbirinin yaşam hakkını gözeterek varolabilir.
Kesişimsel bir bakış ve yaklaşımla. Okullardan siyasete esaslı bir mücadeleyle. Eşitlikçi ve barışçıl.
Balkondaki usul susul sabahları, salondaki mırıl mırıl uykuları, sokaktaki iyicil fısıltıları korumak, kollamak, çoğaltmak şart. Belki buradan başlamalı. Çok zor olsa da. Ve kamusal alanda üçüncü yola, bakışa, dile yaşam hakkı tanıyarak.
Belki 24 Haziran’da sadece 16 senenin eseri ve sonucu olmayan, kökü çok eskilerde ve derinde bu kötücül dil ve üslup, şiddet bir yerinden çatlar. Çatlayayazar. Zerafet, tevazu, nezaket oradan bir kanal açar kendine akmak, yaşamak, çoğalmak için. Tüm canlılar için. Başka türlü iyileşemeyecek hiçbir yaramız. Bağır bağır bağır şifa değil zira asılı kaldığımız bu buluğ çağına.
Deniz Gezgin’in insanı çırılçıplak bırakıp kendisiyle yüzleşmeye davet eden romanı “YerKuşAğı”nın açılışından bir alıntıyla bitireyim: “Geceyi cana batıran bu eski sancı, vaktidir, der sırtına yük olduğun hayvanın göz kenarlarına tutunup içeri seslenmenin.” (MK/PT)
* Elif Sofya’nın “Dik Âlâ” isimli kitabından alıntılananlar sırasıyla: “İşleyişi İşlerin” (s. 53), “Kuzular Kuşlar” (s.23), “Sonra Hayvan Olacağım” (s. 33)