Ekolojik krizin kaynaklarından bahsederken, çoğunlukla mevcut sistem eleştirisi yaparak işe başlarız. Daha sonra sanayi devrimi ve yedi milyarı aşan insan nüfusundan dem vururuz. Son olarak ise doğal kaynakları daha dikkatli ve tasarruflu tüketmekten bahsederek, yenilenebilir enerji kaynaklarını teşvik etmeye çalışırız.
Bunların tümü doğru fakat kriz daha derin. Dolayısıyla daha detaylı analizler gerekir. Ruşen Keleş vd. Çevre Politikası kitabında, ekolojik krizden şöyle bahseder: çevresel sorunlar ekonomik kriz gibi aşılabilir, yönetim krizi gibi gelip geçici, sinir krizi gibi denetim altında tutulabilir bir sorundan daha derin, daha uzun soluklu ve daha karmaşık sorunlar yumağı.
Bu krize sorunlar yumağı derken, biyolojik çeşitliliğin yok olmasından, ormansızlaşma ve iklim krizine kadar uzanan geniş bir yelpazeye yayıldığı gerçeğine dikkat çekilir. Birleşmiş Milletler bünyesinde faaliyet gösteren Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporuna göre; şu an bütün fabrikalara kilit vurulsa, uçaklar uçmasa ve arabalar kontak kapatsa yani sera gazı salınımı tamamen dursa, iklim krizinin etkileri en az 100 yıl daha sürecek.
Dünyadaki mevcut suların yalnızca yüzde 3’lük bir kısmı tatlı su. Yani çok az bir miktarı içilebilir. Bu sular hızla kirletilerek yok ediliyor. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Çevre Mühendisleri Odası’nın raporuna göre, Türkiye’deki suların yüzde 79’u kirletildi.
Bunun yanı sıra, 20. yüzyılın hemen başlarında iki bin yılda yok olan kadar hayvan türünün ortadan kalkması ile şu anki canlıların yaklaşık yüzde 20’lik bir kısmının 21. yüzyılın sonunda yok olacak olması gibi etkiler, ekolojik krizin bazı yansımaları. Bu örnekler krizin ne denli ciddi olduğunu ve acil bir şekilde çözüm üretilmesi gerektiğini gösteriyor.
Ekolojik krizin aşılması için bilhassa son 50 yılda birçok çözüm yolu denendi. Bu çözüm yollarında, genellikle tekno-bilimsel yöntemler ön plana çıkarıldı. Halbuki sorunun politik, psikolojik, felsefi ve etik boyutları var.
Geçmiş tecrübeler, çevresel sorunların aşılması konusunda salt tekno-bilimsel girişimlerin bazen çözüm değil aksine krizi derinleştiren neden olduğunu gösteriyor.
“Ozon gazının delinmesi” olarak bilinen soruna getirilen çözüm, çevre meselesinin yalnızca bilimsel yöntemler ile çözülemeyeceğine iyi bir örnek. Ozon gazının incelmesi ya da seyrelmesi olarak bilinen olay, günümüzde artık tartışılmıyor. Çünkü 1986 yılında Montreal Protokolü ile ozonu kemiren gazın kloroflorokarbon olduğu anlaşıldı ve bu gazın sanayide kullanımı yasaklandı.
Kloroflorokarbon gazının yasaklanması sonucunda ozon gazının incelmesi veya seyrelmesi sorunu çözüldü. Ancak kloroflorokarbon yerine halokarbonların kullanılması sonucunda nur topu gibi yeni bir sorun dünya gündemine damgasını vurmuştur: küresel iklim değişimi.
Nitekim halokarbon kullanımının atmosferdeki sera gazı etkisini arttırdığı bazı çalışmalarla anlaşıldı. Bugün iklim krizinin temel nedeni, sera gazı salınımında meydana gelen artışa bağlı olarak iklimin aşırı ısınması ve buzulların erimesi. Dolayısıyla ozon gazının seyrelmesini engellemek için kloroflorokarbon yerine kullanılan halokarbon yeni sorunların ortaya çıkmasına sebep oldu.
Burada vurgu yapılmak istenen durum, bilim ve teknoloji karşıtlığı değil sorunun tek bir yöntemin peşinden gidilerek çözülemeyeceği.
Bu yazıda, ekolojik problemlerin az dillendirilen bir kaynağına değineceğim. Bu kaynak; sanal ve hiyerarşik bakış açısıdır. Sanal ve hiyerarşik bakış açısından kasıt, toplumun özünde olmayan yani sonradan kazandığı “kötü huyları”.
Bu kötü huyların kökenine inilecek olursak, günümüzdeki neo-liberalist sistemin de buradan beslendiğini göreceğiz. Zira mevcut sistem ilk defa hiyerarşiyi ortaya çıkaran toplumsal alt-üst oluşun kökleri üzerinde filizlendi.
Murray Bookchin’e göre, günümüzde yaşanan çevresel felaketin ilk kıvılcımı toplumsal alt-üst oluşla çakıldı. Toplumsal alt-üst oluş ne? İlk defa hiyerarşinin ortaya çıkışı. Bir başka anlatımla; gerontokrasi (yaşlıların topluluktaki yerlerini korumak için bilgi birikimini kullanması ve yönetimde ayrıcalığa sahip olması) ve patriarşinin (yetki alanı genişleyen kas gücüne sahip erkeğin, hiyerarşik olarak kadına tahakküm etmeye başlaması) ortaya çıkması. Sosyal alt-üst oluşla birlikte cinsiyet cinsiyetten, emek emekten, ırk ırktan üstün tutulur hale geldi.
Yerleşik hayata geçiş süreciyle birlikte, insanın nesneleşmeye başlaması veya nesne haline indirgenmesi, kadının, gencin, yabancının ve benzerlerinin ötekileştirilmesine, hiyerarşik olarak kategorize edilmesine yol açtı. Tahakkümü elinde bulunduran kesimler, insanın doğanın parçası olduğunu görmezden gelerek, büyük ölçüde özgürlükten, ahlaktan ve vicdandan yoksun bir toplumsal yapı inşa etti. İnsanın insan üzerindeki tahakkümü ve sömürüsünden kaynaklanan bu yapı, doğanın da sömürülmesine ve tahakküm altına alınmaya çalışılmasına neden oldu. Böylelikle doğal evrim sürecinin bir parçası olduğunu unutan insan, üstün tür olduğuna inanmaya (veya inandırılmaya) başladı ve kendisini var eden birinci doğanın yasalarını yok saydı.
Kısacası bugünkü sanal ve hiyerarşik bakış açımızın kökü aslında çok eskide ve derinde. Bu anlayış sonucunda;
İnsan insandan,
İnsan doğadan,
Doğadaki bazı canlılar da diğerlerinden üstün tutulmaya başladı.
Halbuki doğada ne fare aşağılık bir canlı unsurdur, ne de aslan soylu bir hayvandır. Bu tarz çıkarımlar, kökenini ilk toplumsal alt-üst oluştan alan insana dair kötü huylu sanal üretimler. Doğal ekosistem insan-biçimci, hiyerarşik bakış açısından uzak ve tamamlayıcılığı esas alır. Bu bağlamda ekoloji, ne bir “hayvanlar kralı” ne de “aşağı yaratıklar” şeklinde hiyerarşiler kurar.
Hiyerarşik kavrayışa göre, aşağı görülen canlılar gereksizdir. Bu canlıların yeryüzünde varoluşu anlamsızdır. Bunun yanı sıra, bazı canlı varlıklar insana somut fayda/çıkar sağlarlar ve bu türlerin korunması gerekir. Halbuki ekosistem bir zincir ve bu zincirin her bir halkası biyosferdeki yaşam için vazgeçilmez.
Bireyler ve şeyler birbirinden daha iyi ya da kötü değil. Hepsi kendi içerisinde değerlendirilir ve eşsiz niteliklerinden ötürü değer görür. Dünya pek çok bileşenin bir araya gelmesinden oluşan bir yapı olarak algılanır ve onun bütünlüğü ve uyumu için her parça vazgeçilmez önemdedir.
Sanal bakış açısının dışavurumuna bir başka örnek olarak; “bülbülün altın kafese konulması” gösterilebilir. Bülbülün altın kafese konulması insanın sanal bakış açısına göre “bir ödül” olarak görülebilir fakat bu durum bülbülün ontolojisine aykırı. Bülbül uçmak ister, insan bülbüle kendi yarattığı manayı/değeri dayattığı noktada, çevreci olmaktan çıkar.
Sanal ve hiyerarşik anlayışın anti-tezi, organik bakış açısı. Organik anlayışın sosyal ve doğal çeşitlilikten anladığı; farklı fenomenleri çeşitlilik içinde birlik olarak ele almak. Hiyerarşik anlayış, organik duyarlılıktan uzaktır. Çünkü söz konusu zihniyet, en ufak unsurları dahi “değersiz/değerli” ya da “üst/alt” kavramları etrafında inşa eder. Hiyerarşik anlayış, doğal ve insani unsurların çoğunu birbirine düşman piramitler şeklinde derecelendiren hiyerarşik bir mantık organize eder. Halbuki organik ya da ekolojik insanlar, yaş grupları ve cinsiyetler arasındaki farklılıkları hiyerarşiler şeklinde algılamaktansa, Hegel’in de belirttiği gibi, “farklılığın birliği” ya da “çeşitliliğin birliği” şeklinde görür.
Son olarak organik düşünmek için doğa ile iç içe yaşamak gerekmez ya da bir insan betonlar içerisinde yaşadığı için sanal ve hiyerarşik düşünmez. Bir başka ifade ile bir insan anti-ekolojik kentlerde, beton ve kirlilik içerisinde de, organik düşünebilir. Bu noktada, organik ya da tam tersi olarak sanal ve hiyerarşik düşünmek için “nerede yaşanıldığından” öte “nasıl düşünüldüğü” ve “nasıl yaşanıldığı” ön plana çıkar. (MAÇ/BK)