Bu yazı “Şiddet Uyguladığına Dair Bir Beyanla Karşılaşanlara 10 Önerileri” başlıklı yazıya giriş niteliği taşımaktadır. İki yazı mutlaka beraber okunmalıdır. |
Kadının beyanı esastır ilkesi erkek şiddetine karşı en önemli kazanımlardan biri. Trans erkeklerin, kendisine cinsiyet atfetmeyenlerin ya da kendisini bir şekilde kadın olarak tanımlamayanların da bahis konusu şiddete maruz kalması, cinsiyet kategorilerinin dışlayıcı işlevleri ve benzeri sebeplerle kadın kelimesini kullanmak içimize sinmiyor. Ancak aksi durumda hem bu ilkenin geliştirildiği bağlamın, hem de eril şiddete karşı örgütlü feminist mücadelenin görünmezleşeceğini düşünüyoruz. Bu sebeple, bu metinde bahis konusu ilkeyi kadının beyanı esastır olarak anacağız. Bunu lütfen “şiddete maruz bırakılan öznenin beyanı esastır” şeklinde okuyunuz. Ancak, burada kastettiğimiz özneye her zaman, herkes –örneğin natrans hetero erkekler- dahil değil. Zira kastımız cinsiyete, cinsiyet kimliğine ve cinsel yönelime dayalı şiddet.
Natrans hetero erkeklerin bahis konusu özneye dahil olmamalarının sebepleri muhtelif. Birincisi, cinsiyet hiyerarşilerinden nasibini almamış bir özne tarifimiz yok. Dolayısıyla hiyerarşik toplumsal cinsiyet ilişkilerinin avantajlı pozisyonlarını işgal edenlerle etmeyenleri aynı kefeye koymuyoruz.
İkincisi, kadının beyanı esastır ilkesi, erkek şiddetine maruz bırakılmış kadınların deneyimlerinden hareketle, beyanları esas alınmadığı için ve çeşitli ihtiyaçlara cevap vermek adına zaman içinde geliştirilmiş bir ilkedir. Çeşitli direniş pratiklerinin bir sonucudur. Karşısında direnilenler de çoğunlukla natrans hetero erkeklerdir. Oysa natrans hetero erkeklerin, ne bu bağlamda beyanlarının esas alınmama gibi bir sorunu ne de asimetrik cinsiyet ilişkilerine dayanan şiddet deneyimleri vardır.
Üçüncüsü, çeşitli eylemleri şiddet yapan şey o eylemin anlamını eşitsiz cinsiyet ilişkilerinde bulmasıdır. Bazı şeyleri erkekler yaptığında şiddet olmasına rağmen kadınlar yaptığında şiddet olmayacak olmasının sebebi de budur. Bu son söylediğimizi "kadın her zaman haklıdır" olarak anlayan (özellikle natrans hetero erkekler) olabilir. Bunun temel sebebinin feminist ve LGBTİ+ hareketin şiddete ve eşitsizliğe dair analizlerine, itirazlarına ve tartışmalarına "uzak" olmak olduğunu düşünüyoruz. Zira aksi olsaydı aynı eylemin natrans hetero erkeklere çağrıştırdığı şiddet deneyimleriyle kadınlara veya LGBTİ+’lara çağrıştırdığı şiddet deneyimleri arasında büyük bir fark olduğu biliniyor olurdu ve kastın bu olmadığı da bilinirdi.
Biliyoruz ki “ama bazı kadınlar/erkekler de …” diye başlayan cümleler, sanki biz aksini söylemişiz gibi zikredilebilir. Tüm bu sebeplerle şirin canımızı bu konuda daha fazla açıklama yapmaya çalışarak yormayacağız. Zira yazının tamamı bizce bu konuda yeterince açıklayıcı.
Tüm bu söylediklerimiz, örneğin, tecavüze maruz bırakılmış bir erkeğin beyanı esas alınmamalı veya erkeklere uygulanan şiddet önemsizdir gibi varsayımları içermiyor. Ya da kadınlar arasında vuku bulan şiddet kadınlara yönelen erkek şiddetinden daha önemsizdir gibi bir varsayımı da içermiyor. Natrans hetero erkeklerin kadınlar ya da LGBTİ+’lar gibi bir şiddet deneyimi yoktur, dememizin temel iki sebebi var. Bunlar gerçekten öyle şiddet deneyimlerinin olmaması ve maruz bırakıldıkları şiddeti –örneğin tecavüz– dile getirme, politikleştirme gibi bir deneyimlerinin olmaması. Cinsel şiddete maruz bırakılan erkeklerin deneyimlerini politikleştirebilmelerinin imkanları, hele ki natrans hetero bir erkek ise çok dar. Bu imkanları yaratacak ya da genişletecek olan da bu deneyimlerin özneleridir. Bu tartışmaya yanıtımız aynı zamanda tartışmanın özeti de olduğunu düşündüğümüz bir sorudur: Neden özellikle natrans hetero erkekler eşitsizliği bertaraf etmek amacıyla bu araçların geliştirilme sürecine anlamlı bir katkı yapmak yerine kendilerine açıklama yapılmasını ve ikna edilmeyi bekliyorlar?
Yazıları hazırlarken mutabık olmadığımız bir konu var. İkimiz de cinsiyetin sosyal bir inşa olduğunu düşünmemize rağmen eril şiddet mi yoksa erkek şiddeti mi dememiz gerektiği konusunda uzlaşamadık. Birimiz erilliğin bir eğilim olmasından hareketle eril şiddet sözcüğünün kullanılmasına karşı çıkıyordu. Diğerimiz de erkek şiddeti ifadesine hem daha dar bir anlamı olduğunu hem transfobik içerimleri olduğunu hem de (her ne kadar erkeklerin failliğini vurguluyor olmasının iyi olduğunu düşünse de) sadece faili işaret ederek sorunun bireysel seçimlere indirgenmesine katkı sağlayabileceğini düşündüğü için karşı çıkıyordu. Uzlaşmamayı seçtik ve hem bu yazıda hem de “Şiddet Uyguladığına Dair Bir Beyanla Karşılaşanlara Önerilerimiz” başlıklı yazıda tamamen rastlantısal bir şekilde bazen erkek şiddeti, bazen erkek egemen şiddet, bazen de eril şiddet ifadelerini kullandık.
Hayatta kalan kavramından neden rahatsızız?
Başlangıçta bir şeyin altını kalınca çiziyoruz: “Şiddet Uyguladığına Dair Bir Beyanla Karşılaşanlara Önerilerimiz” başlıklı yazıdaki öneriler şiddetin vuku bulup bulmadığının belirsiz olduğu kabulüne değil, bir şiddetin vaki olduğu kabulüne dayanarak yazılmıştır. Lakin bahis konusu metin, şiddetin vuku bulup bulmadığının belirsiz olduğu vakalar için de yol gösterici olabilecek öneriler içeriyor. İkinci metin aslında bir uyarlama ve bu uyarlamaya kaynaklık eden metinde de beyan sahibi kişi “survivor” olarak anılıyor. Yani kaynak metinde de şiddetin gerçekleştiğine dair bir kabul var. Bu kelime genellikle "hayatta kalan" şeklinde Türkçeleştiriliyor. Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği’nin sitesinde hayatta kalan ifadesi için yazılanlar şunlar:
Hayatının bir döneminde cinsel şiddetin herhangi bir biçimine maruz bırakılmış olan. İngilizcedeki survivor kelimesinden gelmektedir. Cinsel şiddete maruz bırakılmış bireyler için, "mağdur" ya da "kurban" yerine daha güçlendirici olan "hayatta kalan" kelimesinin kullanılması tercih edilir. Hayatta kalmak; yaşanılan şiddet ve yarattığı travmanın ölçüsü ne olursa olsun, içimizdeki güçle, kendimize tutunarak ve çevremizden destek alarak şifa bulabileceğimizi, daha tatminkâr ve üretken bir hayat yaşayabileceğimizi bize anlatır. Yaşanılan travmanın hayatınızı ele geçirmesine izin vermiyorsanız, bir şekilde bu metne ulaşmış ve okuyorsanız, zaten en kötüsünden kurtulmuşsunuz demektir. Siz kurban değil hayatta kalansınız.
Şunu not düşmeyi isteriz: "Survivor"ın epeyce yerleşmiş olan "hayatta kalan" şeklindeki Türkçe tercümesinde şiddete maruz bırakılan öznenin "güçlü, dayanıklı, mücadeleci, yılmayan" olarak kodlanma ihtimalinden hareketle, "hayatta kalan" ifadesini değil; "şiddete maruz bırakılan özne" ifadesini kullanmayı yeğliyoruz.
Zira kişi yaşadığı şiddetin ardından bu denli güçlü kalamayabilir, bunalıma girebilir, kendini salabilir, mücadeleden yorulabilir; "hayatta kalan" ifadesinin bu ihtimalleri es geçerek sürekli güçlü olmayı teşvik etmesi, özne güçlü olamadığında yanlış/eksik bir şey yapıyor hissine kapılmasına yol açabilir. Ya hayatta kalamazsak? O halde bize uygun ifade hangisi olur?
"Şiddete maruz bırakılan özne" ifadesi güçlendirici olmayan soğuk bir hukuki ifade olabilir. Hayatta kalan sözcüğüyle şiddete maruz bırakılan kişinin güçlenmesi işaret edilmek isteniyor olabilir. Peki, hayatta kalamazsak bu bizim kabahatimiz mi? Güçlenememişsek, kendimizi sağaltamamışsak kimdir sorumlusu?
Hayatta kalan kavramının artık kullanılmamasını önermiyoruz. Mağdurluğa yüklenen negatif anlamların bir kısmına mağdurları utandırma ihtimali sebebiyle karşı çıkıyoruz. Hayatta kalan konusundaki tavrımız bununla ilişkili. Maruz kalmak rahatsız edici bir ifade olabilir. Daha iyisini bulamadık. Aslında biz de çok emin değiliz tavrımızın doğruluğundan ama bu konuda diretmemizin bir sebebi daha var. "Hayatta kalmak" gibi küçüldüğümüzü hissettiren bir ifadeye geri dönmek istemiyoruz.
Cinsel şiddete maruz kalmış olmak utanılacak bir şey değildir. Bunu daha kolay konuşabilmemizi mümkün kılacak şeylerden biri de sözcük seçimlerimizdir. Maruz bırakıldım demek her zaman güçsüzlüğün bir ifadesi olmak zorunda değil. Bilakis hem maruz bırakıldığımızı ifade etmekten kaçınmak hem de hayatta kaldığımızı söylemek zorunda hissetmek bizi güçsüzleştiren bir şeye dönüşebilir. Hayatımızın bir parçası olan maruz bırakıldığımız cinsel şiddetin bizi ‘hayatta kalan’ haline getirmesini istemiyoruz. İstemiyoruz çünkü o halde hayatımızla cinsel şiddet arasındaki ilişki tersine dönüyor ve cinsel şiddet hayatımızı çevreleyen, kapsayan, kaplayan, yutan bir şeye dönüşüyor. İkimiz de cinsel şiddete maruz bırakıldık ve utanmıyoruz. Bunun hayatlarımızı ele geçirmesine de izin vermeyeceğiz.
Şiddetin, şiddete maruz bırakılan öznenin hayatındaki etkilerini eksiksiz ifade etme çabasını anlaşılabilir bulmakla beraber, bunun dışındaki ihtimalleri dışarıda bırakabilecek ya da görünmez kılabilecek ifadelerden kaçınmayı tercih ediyoruz.
Beyanın “doğruluğu” ve beyanın “esaslığı”
Kadının beyanı esastır ilkesine karşı bir direnç var. Bu kısmen ilkenin algılanışıyla alakalı. Kimileri ilkeyi sadece kadının beyanı esastır olarak anlarken, kimileri de kadının beyanı esastır; aksini ispat yükümlülüğü erkeğindir olarak algılıyor.
İlk kategoriye girenlerin bir kısmı kadının beyanı doğrudur ile kadının beyanı esastır ifadelerinin aynı şeyi ifade ettiğini varsayarak ilkeye itiraz ediyorlar. Bu ifadeler, en azından uygulamada, farklı şeylere işaret ediyor. Biz kadının beyanı esastırı tercih ediyoruz. Sözü daha fazla uzatmadan ilkeye dair itirazları ve onlara dair ne düşündüğümüzü söylemek istiyor, yukarıdaki ifadeler arasındaki farkların böylece belirginleşeceğini düşünüyoruz.
İlkeye dair itirazlardan biri, ilkenin masumiyet karinesine aykırı olduğu iddiasına dayanıyor. İlkenin kendisi bu karineye aykırı değil. Ancak bu ilkeyi işleten bazı kişiler bu karineye aykırı davranıyor "görünebilir". Bu ilkenin işletilmemesini mazur göstermez.
Açıklayalım: Eril şiddet vakalarının ezici çoğunluğunda şiddete maruz bırakılan kişi bunu dillendirdiğinde (inanmayanlara kıyasla) çok az kişi ona inanır ve ciddiye alır. Şiddet uyguladığı iddia edilen kişi ya da kişilere iddiaların doğru olup olmadığını sormadan önce (ki bazen hiç sorulmaz), beyan sahibi gereksiz ve alakasız sorulara maruz bırakılır. Ya da tekrar ve tekrar nelerin yaşandığını anlatması istenir. Örneğin birisi tecavüze uğradığını söylüyorsa ne giydiğinin, orada ne işi olduğunun ya da şiddet uygulayan kişiyle sevgili olup olmadıklarının konuyla ne alakası olabilir? Eğer bir sevgilinin diğerine "tecavüz etme hakkı" olduğunu düşünüyorsanız sizin için sevgili olup olmadıkları alakalı olabilir, ancak tırnak içindeki ifade size de kabul edilemez ve rahatsız edici geldiyse biraz olsun aynı yerden bakıyoruz demektir.
Şiddet vakasıyla alakası olmayan böyle sorular cinsiyete, cinsiyet kimliğine, cinsel yönelime ve cinselliğe dair belli kabullere ve tavırlara dayanır. Feminist ve LGBTİ+ hareket, konunun bu kısmını anlatan onlarca metin ürettiği için biz burada bu tartışmaya girmemeyi tercih ediyoruz. Konuyla alakasız sorular şiddete maruz kalan kişiye zarar verebilir. Dolayısıyla, bu zarara razı olmaktansa, susmayı tercih etmesine ve sonuç olarak bir şiddet vakasının üstünün örtülmesine sebep olabilir. Bir diğer sorun da yukarıda bahsettiğimiz olayı defalarca anlattırma durumudur. Kimi zaman anlatılanların inandırıcılığını sınamak, kimi zaman özne dikkatle dinlenmediğinden, kimi zamansa cinsiyetçi davranıldığı için veya devlet kurumlarının cinsiyetçi örgütlenişi ya da benzer başka sebeplerle şiddete maruz bırakılan kişiden yaşadıklarını sürekli olarak anlatması isteniyor. Karakola gidersiniz ve bir polis memuruna yaşadıklarınızı anlatırsınız. Sonra onun üstü olan başka bir polis memuru sizden yaşanılanları bir kez daha anlatmanızı ister. Ardından bir kez de komisere anlatırsınız. Sonra yazılı ifade için bir kez daha anlatmanız istenir. Dava açarsınız ve avukatınıza anlatırsınız. Dava başlar ve çoğunlukla size şiddet uygulayanların da dahil olduğu bir kalabalığın önünde ne yaşadığınızı anlatmanız istenir. Dolayısıyla yine benzer şekilde tüm bunlara maruz kalmaktansa susmayı seçebilirsiniz ve bu da bir şiddet vakasının daha üstünün kapanmasına sebep olabilir. Kadının beyanı esastır ilkesinin var olma amaçlarından biri, bu durumun önüne geçmektir. Masumiyet karinesini ihlal ettiği gerekçesiyle bu ilkeye karşı çıkanların, bu kısmı da dahil ederek konuyu ele almasını diliyoruz.
Oldu ya ilke sorunsuz işletildi. Bu durumda, şiddet beyanı esas alınarak şiddet uyguladığı iddia edilen kişi ya da kişiler hakkında bir süreç başlatılır ve sürecin sonunda eldeki verilere bakarak herkes kendi kararını verir. Kanaatimiz, beyanların ezici bir çoğunluğunun doğru olduğu yönünde olsa da şiddet beyanının varlığı, tek başına şiddet olduğu anlamına gelmez elbette. Biz de bir vakaya dair karar verirken, öncelikle, o vakaya dair eldeki verilere bakıyoruz.
Masumiyet karinesini ihlal eder mi?
“Kadın söylüyorsa doğrudur, dolayısıyla beyanın varlığını şiddetin varlığı olarak görüyorum” diyenler olabilir. Masumiyet karinesiyle çeliştiği iddia edilen temel şeylerden biri budur. Ancak bu, masumiyet karinesiyle çelişmez. Bunun öne çıkan iki sebebi vardır. Bu iki sebebe geçmeden önce değinmek istediğimiz bir konu var. Şiddete maruz bırakıldığına dair bir beyanda bulunmak başlı başına zor bir şeydir. Kadınların bu beyanların ardından maruz bırakıldıkları düşünüldüğünde, ister istemez bu zorluğun göze alınmış olması için bir şiddetin vaki olmuş olduğuna inanmaya meyledilebilir. Yukarıda andığımız iki sebebe geri dönelim. Birincisi, şiddet vakalarını değerlendirmenin eril ölçütlerinden farklılaşan feminist ölçütler, ikincisi ise konunun inanca dayandığı yerlerdeki farklardır. Kadın söylüyorsa doğrudur iddiası çoğu zaman feminist öncüllerle temellendirilmektedir. Şiddetin görünmezliğinin temel sebeplerinden biri yaygınlığıdır. Şiddeti tespit etmenin zor olduğu bazı durumlarda bu zorluk, mevcut ilişkilenme biçimlerinin kuruluşunda cinsiyete dayalı şiddetin bir unsur olmasından ve bazı şiddet biçimlerine bir sapma muamelesi yapılmasından kaynaklanır. Buna göre, bir eylemi şiddet olarak değerlendirebileceğimiz sınır olağan görülen şiddetin üzeridir. Dolayısıyla bir eylemi şiddet olarak anabilmenin koşulları çok daralır. Eğer bir beyana bunlardan hareketle bakarsanız, eril ölçütlere göre şiddet olarak görülmeyen bir durumun aslında ispata ihtiyaç duymayacak kadar açık bir şiddet eylemi olduğunu ya da öyle olduğuna dair çeşitli kanıtlar barındırdığını görürsünüz.
Peki, konu inanca dayanırsa ne yapacağız? Masumiyet karinesi de kadının beyanı esastır ilkesi de zaten bir boyutuyla inanç meselesidir. Bunun bir inanç meselesi olması, sadece devlet zorunu bir seçenek olarak görmeyip kendi içinde bir süreç başlatan örgütler/kişiler için değil; bizatihi hukuk denilen şey için de geçerlidir. Pek çok hakim ve savcı kanaatlerinden bahseder ve davalar bu şekilde ilerler; dahası masumiyet karinesi denilen ilke de bu şartlar altında inşa edilmiştir. Kısacası ilke belli başlı kabullere ve kanaatlere dayanır.
Daha da ileri götürelim: Bilgi denilen şey de bir inanç meselesidir ve değişebilir. Şunu da ayrıca belirtelim: masumiyet karinesi zaten sorunlu bir karinedir. “Aksi ispatlanmadıkça suçsuzsundur” diye ilke mi olur? Bir cinayeti işlediğin kanıtlanamadı diye o cinayeti işlememiş olmazsın. Bunun doğru olduğu, lakin bir hukuk sistemi inşa edebilmemiz için belli kabullerle hareket etmek zorunda olduğumuz, aksi takdirde ilerleyemeyeceğimiz, dolayısıyla her durumda adaleti sağlayamayacak olmasına rağmen böyle seçimler yapmak zorunda olduğumuz, itirazımıza verilen temel cevaptır. Ancak kadının beyanı esastır ilkesine itiraz ederken karşı argüman olarak savunulan masumiyet karinesinin bir kutsala dönüşmüş durumda olması sorundur.
Bu tartışmalarda feministlere akil olmadıkları, inançlarla/duygularla hareket ettikleri şeklindeki "suçlamaların" kökleri cinsiyetçi geleneklere dayanıyor ve yeni bir şey değil. Hasılı, kadının beyanı esastır ilkesine saldırırken yaslanılan şey de nihayetinde bir başka ilke; kadının beyanı esastır ilkesinden daha kesin ya da daha bilimsel/akil değil. İkisi de adil olmayan sonuçlara sebep olabilir. Fakat masumiyet karinesinin her durumda adil bir sonuç ortaya çıkarmayacağını kabul edenler bile, kadının beyanı esastır ilkesine itiraz ederken argümanlarını, kadının beyanı esastır ilkesinin adaletsizliğe sebep olabileceği ihtimali etrafına örerler.
Evet, kadının beyanı esastır ilkesi her durumda kesin sonuç veremeyebilir, tıpkı masumiyet karinesinin de her durumda kesin sonuç veremeyebileceği gibi ama hep sorgulanan ve masaya yatırılan kadının beyanı esastır ilkesi olur. Farkına varılması elzem olan şey, kadının beyanı esastır ilkesi masumiyet karinesinin karşısında değildir; bilakis onu da içerir. Masumiyet karinesine karşı olsaydı ilkenin adı kadının beyanı esastır değil kadının beyanı doğrudur olurdu. Eğer “kadın söylüyorsa doğrudur,” diyenlerin varlığından rahatsız oluyorsanız, hatırlatalım ki aynı durum masumiyet karinesinde de geçerli. Örneğin, her şey gün gibi ortadayken yankılanan “kanıtlayamıyorsan müfterisin” ifadesine çok yabancı değilsinizdir herhalde. Hukuki kararların her zaman adil olmadığı bir sır değilken, kadının beyanı esastır ilkesine karşı buradan hareketle geliştirilen itirazların da tıkandığı noktalar var. Ancak son olarak pozisyonumuzu netleştirelim istedik. İki ilkeyi kıyaslarken aynı kefeye koymuyoruz. Kanaatimiz, kadının beyanı esastır ilkesinin masumiyet karinesinden daha iyi, kapsayıcı ve adaleti tesis etmek için çok daha iyi bir araç olduğudur. Bunların da ötesinde bir ihtiyaç olduğudur.
Bu basitçe hukuk, kesinlik doğruluk ya da bilgi gibi konularla alakalı bir tavır farkı değil; erkek egemenliğin örgütleniş biçimiyle alakalı bir meseledir. Örneğin, şiddet olmadığına dair kesin kanıtlar olmamasına rağmen, şiddetin olmadığına inananlar mevcuttur; fakat sadece şiddet olduğuna dair kesin kanıtlar olmamasına rağmen şiddet olduğuna inanan feministler şeytanlaştırılır.
Feminist şüphe, erkeklere karşı bir komplo mu?
Kadının beyanı esastır ilkesine karşı çıkanların diğer dayanağı ise şiddetin vuku bulmadığını ispatın zor ya da imkansız olduğu iddiasıdır. Şiddetin varlığının aşikar olduğu vakaları bir kenara koyuyoruz. Diğer vakalarda şiddetin var olmadığını ispat etmek ne kadar zorsa, şiddetin var olduğunu ispat etmek de o kadar zor olabilir ve sonuçta iş yine gelip kanaatlere dayanır. O kanaatler maalesef ezici çoğunlukla erkeklerin ya da erillerin lehine işler. Dolayısıyla, bu da ilkenin işletilmemesini talep etmek için yeterli bir argüman değildir. Ya da şöyle soralım: Şiddete maruz bırakılanlara öneriniz nedir? Şiddet uyguladığı iddia edilenlere “hakkındaki iddialara dair ne diyeceksin?” diye sormak için kimlerin, ne şekilde ikna edilmesi gerekir?
Bu ilkenin eleştirilmesine dayanak olan bir diğer şey ise özellikle bazı erkeklerin ben ne dersem diyeyim kimse benim haklı olduğuma inanmayacak, kadınların haklı olduğu tartışmasız kabul görecek varsayımıdır. Bu yukarıda andıklarımıza ek olarak, zihinlerdeki feminist karikatürüyle de alakalıdır. Feministlerin doğru karar verme becerileri gelişmemiştir, bu konuda erkeklerin gerisindedirler demektir bu. İnanmazsınız ama feministler de şaka maka doğru kararlar verebiliyor arkadaşlar ve bir şiddet vuku bulmamışsa bunu ayırt edebiliyorlar.
Bununla ilişki içinde iki varsayım daha var. Biri feministlerin şiddet tanımının çok geniş olduğu, diğeri ise bazı feministlerin erkekleri rezil etmek, zor durumda bırakmak için açıklarını aradığı varsayımıdır. İlk varsayım şiddet tanımının geniş olduğunun değil, şiddetin epey yaygın olduğunun ve olağanlaştığının bir göstergesidir. Feministler bizim açığımızı arıyorlar demek ise feministler çok hassas demek, feminist şüpheyi kendine (ya da genel olarak erkeklere) dökadınınnük komplo sanmaktır. Feministlerin açık aradığını sanmak bahis konusu tavrı reaktif bir tavır sanmaktır ve feminizmi polislik faaliyeti olarak algılamaktır. Feminizmi bir bakış açısı olarak görmenin bir sonucudur. Belki de neresinden bakılırsa bakılsın sonuç aynıdır: Erkek şiddeti. Bu iki varsayım da tıpkı diğeri gibi doğru karar verme becerilerinin gelişmemiş olduğuna dair erkek egemen kanaatle ilişkilendirilebilir.
Bir diğer itiraz da bu ilkenin yalan beyanların önünü açtığıdır. Bu itirazın, kadının beyanı esastır ilkesinin icrasının iyileştirilmesine yönelik değil, bilakis hâlihazırdaki erkek egemen hukuka terkedilme isteğiyle alakalı olduğunu düşünüyoruz. Yukarıda bu itiraza cevap olabilecek şeyler söylendi. Ancak bir ek yapalım: şiddet uyguladığı ve/veya bununla gerçekten yüzleşmediği için teşhir edilen bazı erkekler (ve bazı kadınlar) lafı dolandırmayan samimi bir özeleştiridense, zevahiri kurtarmak için tereddüt etmeksizin cinsiyetçi tutum takınıyorlar. Bu, sosyal sermayelerine halel gelmesinin, canlarını şiddet uygulamış olmaktan daha fazla yaktığını gösteriyor. Hatta çoğu zaman ikincisinin canlarını hiç yakmadığını dahi iddia edebiliriz. Ben şiddet uyguladım mı ya da uyguluyor muyum? soruları etrafında dönüldüğüne denk gelmek zayıf bir ihtimal. Gelgelelim, kadının beyanı esastır ilkesiyle alakalı talep edilen şey aslında eril şiddet dışında başka alanlarda, örneğin mevcut hukukta uygulanmaktadır. Bir işçi işten çıkarıldığında ispat yükü işverenindir. İşveren işçiyi haklı sebeplerle işten çıkardığını ispatlamak zorundadır. Talep edilen bunun iş hukuku dışında da uygulanmasıdır.
Yukarıda söylediklerimizi örneklendirirken şiddet olduğu herkesçe aşikar vakaları bir kenara bırakmıştık. Şimdi onları önümüze alıyoruz.
Deneyimle sabit ki, istediği kadar aşikar olsun çoğu zaman şiddet var mı yok mu tartışmasından, şiddet uygulayanlara yönelik yaptırımların ne olacağı tartışmasına dahi geçilemiyor. Ayrıca, önerilerde kadının beyanı esastır ilkesi, tek başına bu ilkenin uygulanması talebiyle ifade edilmiyor. Çoğunlukla bu ilkenin işletilmesini iyileştirecek, neyin şiddet olduğu ya da olmadığının daha iyi kavranmasına ve olası haksızlıkların ve eşitsizliklerin önüne geçilmesine yönelik çalışmaları da içerecek şekilde sunuluyor. Ancak müthiş bir sebatla diğer talepler duyulmuyor ve bu ilke bağlamından koparılıyor.
Bu metin size yer yer sert gelebilir. Bu şiddet uygulayanların muhtaç kıldığı bir zarurettir. Çoğunlukla şiddet uygulayanlar, ilkenin doğru düzgün işlemesine engel oluyor ve bunu bir manipülasyon aracı olarak kullanıyorlar. Hele ki hatırı sayılır bir sosyokültürel sermayeye ve geniş bir ilişki ağına sahipse… Sonuçta kabaca iki kamp oluşuyor. Biri diğerini mikrofaşizmle/mikroiktidarla, “feminazizmle”, erkek düşmanlığıyla suçlarken diğeri de erkek dayanışmasıyla, böyle erkeklere alan açmakla, cinsiyetçi/erkek egemen davranmakla, eril şiddete ve erkek egemen şiddete karşı mücadeleye zarar vermekle suçlanıyor. Yine sık rastlanan bir örüntü de şiddet faili bazı kişilerin (erkekleri düşünerek yazdık ama erkeklerle sınırlamamak için şiddet faili kişiler dedik) bu kamplaşmadan, sosyokültürel sermayelerinden, ilişki ağlarından ve/veya cinsiyetçi örüntülerden aldıkları güçle çıkmalarıdır. Hatta çoğu zaman –dayanışmayla– bu sürece "maruz kalmayı" dahi sermayeleştirmeyi başarıyorlar. Bu kamplaşmanın diğer öznelerine ise olası birçok dayanışmayı zorlaştıran bir miras kalıyor. Zaman zaman feminist ilkelerin başka çekişmelerin aracı haline getirilebiliyor olduğuna, başka hesaplaşmalar için taciz beyanlarının bir araç olarak kullanılabiliyor olduğuna da şahit olduk elbette. Sırf bu tür araçsallaştırmalara atıf yaparak şiddet beyanının güvenilirliğini sarsmak da yapılan başka bir manevradır. Şiddet karşısında mücadele eden insanların mücadelesini, bir mücadele değil de bir rekabet ya da komplo olarak “sunmak” da şiddet faillerinin işine yarayan bir tutumdur.
Şiddet Uyguladığına Dair Bir Beyanla Karşılaşanlara 10 Öneri başlıklı yazıyı okumak için tıklayın. (ÖK/BG/ÇT)