Bu coğrafyada kadınlar her gün şiddet görüyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı verilerine göre, ülke genelinde yaşamının herhangi bir döneminde eşi veya eski eşi tarafından fiziksel şiddete maruz bırakılan kadınların oranı yüzde 39,3. Cinsel şiddete maruz kalan kadınların oranı yüzde 15,3, fiziksel ve cinsel şiddetin birlikte yaşanma yüzdesi 41,9. Yaşadıkları şiddeti kimseye anlatamayan kadınların oranı yüzde 48,5. Her 10 kadından biri gebeliği sırasında fiziksel şiddete maruz kalıyor ve şiddet yaşayan kadınların sağlık sorunları yaşama, intihar etmeyi düşünme ya da deneme olasılıkları en az iki kat artıyor. Bu rakamların hepsi maalesef tespit edilmiş gerçekler. Ve yine maalesef büyük ihtimalle eksiği var fazlası yok.
Gerçeklerin çok çarpıcı ve yakıcı olduğu yerde sadece gerçeği göstermek tıpkı bu rakamlarda olduğu gibi bir bilgi olarak kalır. Durumu tespit ediyor ama nedenleri ve çözümlerine dair kafa yormuyoruz. Yaşanan her vaka bir insan hikâyesi iken, kiminden hiç haberdar olamıyor kiminden de bir üçüncü sayfa haberi çıkarıyoruz. Yaşayanın hayatına neler getireceğini neler götüreceğini bilmediğimiz o haberleri çok da düşünmeden okuyoruz. Haber bittiğinde kısa bir üzüntü anından sonra da sayfayı çeviriyoruz. Hep olan şeye haberin çarpıcılık derecesine göre ilgi gösteriyor, münferit bir vakaymış gibi değerlendiriyoruz.
Nihal Yalçın’ın oynadığı İlham Yazar’ın yönettiği ve Seray Şahiner’in aynı adlı romanından sahneye aktarılan Antabus oyunu işte tam burada başlıyor.
Leyla Taşçı isimli genç kadının başına gelenler bir üçüncü sayfa haberi olarak karşımıza çıkıyor. Oyun televizyondan gelen haber seslerinin arasından sahnede beliren Leyla’nın seyircinin gözüne bakarak konuşması ile açılıyor. Leyla, “Hepiniz oradaydınız, ama hiçbir şey yapmadınız. Şimdi sayfayı çevirmeyin ve hikâyemi dinleyin” diyor.
Leyla tek başına yer yer durumuyla dalga geçerek İstanbul’a taşınmalarından itibaren başına gelen her şeyi anlatıyor. Olanları sadece Leyla’nın gözünden izliyoruz ve Leyla’nın başına o kadar çok şey geliyor ki, hikâyenin gerçek olma ihtimalini bilmeseniz “bu kadarı da fazla” diyesiniz geliyor.
Yaşanabilecek tüm olumsuzlukların tek bir kadının başına gelmesi ve bunların böylesine yoğun bir arada oluşu hikâyeyi klişelere boğuyor. Klişelerin yarattığı en büyük tehlike ise, “onlar zaten hep öyledir” duygusu yarattığı için; sorunla mücadele etme azmini kırıyor oluşu. Baştan bir kabul ediş.
Leyla hikâyesini anlatırken oldukça aktif ve becerikli iken, başına gelenler karşısındaki edilgenliği ve boyun eğmişliği kafanızı karıştırıyor. Böylesine konuşabilen her şeyin farkında olan bir kadın nasıl olur da yaşadığı bunca şeyi böyle karşılar. Kendince geliştirdiği direniş, Antabus adlı ilacı kocasına verip onu içki içmekten vazgeçirmeye çalışmaktan öteye geçemiyor.
Oyun bildiğimiz dayak şiddet, tecavüz, baskı, emek sömürüsü, para karşılığı evlendirilme ve evlendikten sonra devam eden tüm bunlarla beraber, annelik durumlarını ve cinayeti de içeriyor. Yani anlatılan, kadınların hepimizin bildiği hikâyesi. Oyun bittiğinde elinize geçense sadece üçüncü sayfa haberinin tüm detayı oluyor. Ama bununla ne yapacağınızı bilemiyorsunuz. Anlatılan, pek çok kadının benzerlerini yaşadığı bir hikâye olmasına rağmen öylesine Leyla Taşçı ismi ile bütünleşiyor ki, ne toplumsal bir sorun olarak ele almak ne de mekanizmasını anlayıp üzerine düşünmek mümkün oluyor.
Oyun için iki farklı son yazılmış. Bu sonların ikisini de sahnede görüyoruz. İlkinde canından bezen Leyla çocuklarını ve kendini öldürüyor. İkincisinde ise kocasını. Finalde ise mahkeme meşru müdafaa diyerek Leyla’yı serbest bırakıyor. Yani Leyla ne uyanıyor, ne kendi düşünme biçimini sorgulayıp değişiyor, dolayısıyla ne de özneleşebiliyor. Devletin onu affetmesi ile birlikte, kadın meselesinde sorumluluğu olanlar da bu tekil vaka üzerinden aklanıyor.
Keşke oyun dramaturjik olarak feminist bir bakışla ele alınmış olsa, toplumsal cinsiyet rollerini sorgulayan bir anlayışla, üçüncü sayfa haberi bozularak başka son seçenekleri yaratılabilseydi. O zaman Leyla’nın bireysel değişim ve uyanış hikâyesi anlatılmış olacaktı ki; bu da tiyatronun toplumsal, tarihsel ve hukuksal kaynakları olan bir meseleyi mekanizmasını açığa çıkaran, düşünme alternatifleri sunan bir sorumlulukla ele almasını sağlayacaktı. Leyla kendi meselesine mesafe alarak bakacak, gelişine yaşamak yerine karar vermeyi öğrenecek, bilinçlenecekti. Bu bağlamda belki ölmek ve öldürmek dışındaki seçenekler de görünür hale gelecekti. Leyla uyanacak ve kendisi için başka yollar bulacaktı.
Bunun yanında, metnin kurduğu ironik ve alaylı dil, Nihal Yalçın’ın oyunculuğuyla da birleşince oyunun duygu sömürüsü yapmayan bir yere oturmasını sağlıyor. Bir buçuk saat boyunca sahnede tek başına olan Nihal Yalçın oyunculuğu, Leyla karakteri hikâyesinin çarpıcılığıyla oyunu izletmeyi başarıyor.
Yer yer oyunun bilindik hikâyesinden kaynaklı uzamış bölümleri olduğu düşünülse de oyun izleyicide yarattığı “şükretme” hali ile akıp gidiyor. Bu şükretme halini yaratansa; hikâyenin anlatımından kaynaklı ataerkil söylemin yeniden üretiliyor oluşu ve dolayısıyla bizden kültürel ve sosyoekonomik olarak uzakta olan bu kadının başına gelenlerin bizim başımıza gelmeyeceği düşüncesi. Ki bu düşünce, Antabus oyununu niyet ettiği yerden, çok uzağa düşürmüş gibi görünüyor. Antabus Leyla’ya ilaç olmadığı gibi bize de ilaç olmuyor. (NK/ÇT)