“Muzaffer Kale’nin yeni kitabını okudum” dedi yakın bir arkadaşım. “Bu hangi kitaptı?” diye sordum. Belki kitabın adından bir şeyler hatırlarım ümidiyle… Çaresiz kabullendim ve itiraf ettim henüz okumadığımı. Arkadaşım dışarı çıkarken kitabı sıkıştırdı çantama. Ve benim de Muzaffer Kale’yle hikâyem başlamış oldu.
Kendimi sorguladım elbette acaba az mı okuyorum diye. Ancak her okurun yazarla tanışıklığının başladığı bir an olur. Bu an bazen bir şiir, bir roman ya da bir öykünün içinden geçer. Ben de Sabahın Bir Devamı Vardı ile Muzaffer Kale’nin okurları arasında yerimi aldım.
Kale’nin 2015 yılında yayımlanan ilk öykü kitabı Güneş Sepeti 2016 yılında Sait Faik Öykü Ödülü’ne değer görülür. Muzaffer Kale’nin Bir Günlük Güneş, Gözlerim Akşama Ölür, Acıtmıyor Boynumu Dünya, Işıktan Kalan Kırılma, Hiçbir Şeyi Unutmadım, Sakın Zar Atma, Lirik Aksan, Menekşenin Sayılı Günleri ve Kayıp Saklambaç adındaki şiir kitaplarını da okumak mümkün. Muzaffer Kale’ye geç kalmış bir okur olarak Kale’nin son kitabı Sabahın Bir Devamı Vardı’yı konuştuk.
Sabahın Bir Devamı Vardı’dan önce bir öykü kitabınız daha var: Güneş Sepeti. Ancak daha da önemlisi siz aynı zamanda bir şairsiniz. Üslup olarak yazım sürecinde bu iki tür birbirini beslese de her edebi tür kendi içinde biricik olmasından kaynaklı bir değer taşıyor. Diğer taraftan neredeyse kırk yıllık bir edebiyat serüveniniz olmuş. Konumuz, Sabahın Bir Devamı Vardı ve dolayısıyla öykü. Öykü yazmak sizin deyiminizle “Herkesin başına geldiği halde, çoğunun ayrımında bile olamadığı ayrıntılar”dan mı ibaret? Öykücü Muzaffer Kale, herkesin baktığı taraftan ayrı bir yere bakabilme yetisini nasıl kazanmış olabilir?
İnsana ait bir ışıktan söz etmeye kalktığımızda dilimiz anadilinden (edebiyatın anadili şiirdir) alması gereken asıl yaratıcı gücünü alır. Edebiyat, öncelikle dil ile bir atmosfer kurma çabası olduğundan, bu atmosfer kurma işi bile başlı başına şiirli bir eylemdir. Yaşanmış veya yaşanabilir veya yaşanamayacak denli uçuk bir gerçekliği, vardır öyle gerçeklikler, siz tutup dönüştürerek yazıya geçiriyorsunuz.
Bu yaratım sürecinde dille ettikleriniz içinde şiirin olanaklarıyla yapılmış parlamalar yoksa, yaptığınız iş kuru kuruya adres tarif etmekten başka bir şeye yaramaz. 18. yüzyıldan sonra dünya anlama dar geldiği için sanatta taklit aşaması bitmiş onun yerine dönüştürülerek farklılaştırılma öne çıkmıştır; çünkü özgünlük adına bireyin bakış açısı farkı da eklenmiştir yapıta.
Yani diyeceğim, elindeki yetersiz gerçeklikle yeterli bir gerçeklik kurmaya kalkanın aklında mutlaka şiir mayası bulunmalıdır. Yoksa anlattıkları birbirinden kopar. "Herkesin başına geldiği halde, çoğunun ayrımında bile olmadığı ayrıntılardan mı ibarettir öykü." Bunu ben bir öykü kahramanına söyletmiştim. O yeniyetme bir öykücüydü, öykünün ne olduğunu daha çoook deneyecekti, hoş, yazmak işi hep denemektir ya; ama o biraz daha fazla deneyecekti, denedikçe bu işte kararlılığın artar, senden bir şey eksilmez, çoğalırsın... Elbette ‘ibaret’’ değildir; ama herkes benzer durumları yaşadığı halde yazıda o durumla karşılaştığında, bu bende de böyle oluyor, der; ben de böyle düşünüyorum… böyle hareket ediyorum… farkına varır bir çeşit, yazıda kendisiyle karşılaşmış olur. Edebiyatın önde gelen işlevlerinden birisi de insanı kendisiyle tanıştırması değil midir? İnsan kendisiyle başkası aracılığıyla tanışır.
Gelelim, ‘‘herkesin baktığı taraftan ayrı bir yere bakabilme yetisine". Bunun bende böyle olup olmadığını bilmiyorum, ben yazarken bütün dikkatimi yazdığım her neyse onun görünebilir hale gelmesine ayırıyorum. Hangi cepheden bakılırsa bakılsın, o üstünde çalışılan şey görülebilsin istiyorum; ama şuradan bakınca farklı görünüyorsa, orada ortaya çıkan anlamla buluşma noktasında tam da tasarlanmamış, bütünüyle rastlantı da olmayan bir parlama gerçekleşiyorsa, bu durum benim de hoşuma gider.
Öyküleriniz olayların toplamından çok, an’lar silsilesi gibi. Yani okura çarpıcı bir olayı anlatmak yerine, yaşamdan bir kesit sunup, insanlık durumunu o kesit içinde anlatmayı tercih ettiğinizi görüyoruz. Metinlerinizde olayın kendisinin yarattığı gerilimden çok, o olaydan kaynaklanan izlenimler, çağrışımlar yer alıyor. Bu yöntemi bilinçli olarak mı tercih ediyorsunuz?
An’lar silsilesi… Güzel bir tanımlama. Öyle! Başka öykücüler anlatabilir, güzel de anlatabilirler, güzel olaylar anlatan oldukça yetenekli öykücü, romancı arkadaşlar var, zevkle okuyorum yazdıklarını; ama bana göre olay anlatarak öykünün içini rahatlatmak, diye bir şey yok veya kalmadı. Bundan sonra, artık olay anlatarak giriş, gelişme, düğüm, çözüm bölümleri olan bir bütün ortaya koyma sinemanın işi gibi görünüyor bana. Olmayadabilir!
Ben edebiyattan sineması yapılamayan şey’i anlıyorum. Uyarlama olur o başka bir şey. Bir dilden başka bir dile çeviri gibi… Anlatımım zaman zaman sinematografik gibi görünse de iki adım sonra derdimin o olmadığı anlaşılabilir. Bir duruma çalışmaktayken sinema kareleri şeklinde birkaç görüntü verilmiştir. Beni asıl ilgilendiren, olay başlamadan önceki telaşın görünür olma halidir. Veya olay yaşanırken rastlanan bir an’ın bütün bir olayın sınırlarını genişletebilmesi, veya olay bittikten sonra sönümlenmeye başlayan ateşin insandaki karşılığı. Durum takibi…
Bu yöntemi bilinçli olarak sürdürüyorum; çünkü hem kısa hem de yoğun anlamlılık istiyor. Bir şey kendisinden daha çok olursa dikkatimi çekiyor. Sizin de söylediğiniz gibi an’lar silsilesi… tek gibi görünen bir an, bir durum asla tek değil, kendine benzeyen veya benzemeyen onlarca an’ı, onlarca durum’u gizlisinde çoğaltıyor.
Sabahın Bir Devamı Vardı biraz hüzünlü bir kitap ismi olmuş. Buruk bir tamamlanmamışlık hissi veriyor. “Aynen” öyküsünün sonunda ince bir duygu olarak sezilse de, ben “Işıklar” öyküsüyle daha çok hissettim bu ismi. Sonra kitapta yer alan bütün hikâyelerin içinde de anlamını bulabiliyor; kâh ümit kâh ümitsizlik çağrışımı yaratıyor. Bu bağlamda kitabın nasıl bir atmosferi var?
Senin tasarladığın gibi olmuyor hiçbir şey. Söyledim, yine söylüyorum, sanırım ölünceye kadar da aynı şeyi tekrar edeceğim, bu acı veriyor, ülkem adına acı veriyor, yaşadığım dünya adına acı veriyor: Anormal yaşıyoruz! İnsan kapasitesi bu kadar kinle, nefretle, şiddetle, kanla, kıyımla, kaçla, göçle, açlıkla, sefaletle, insana acı veren politikalarla, yalanla, dolanla, birbirinden çakal devletlerle, ikiyüzlülüklerle baş edemez.
Bütün bunlar sıradan bir insanı normal koşullarda yaşatamaz. O kadar olağanüstü, inanılmayacak şeyler yaşıyoruz ki bunların ardından normalleşemiyoruz! Ya avız, ya da gözü dönmüş bir avcı. Korkudan görmüyoruz, duymuyoruz, konuşamıyoruz. Bu koşullarda her şeyde bir yarım kalmışlık, bir eksik oluş, kendini tamamlayamama zaten var. Ama yine de şöyle diyoruz, ‘‘ Yok değil, ışık var, uzakta da olsa bir ışık var, ya o da olmasaydı ne yapardık!’’ İşte ne olsun, kitabın da böyle yırtık, parça-bölük bir atmosferi var(dır) herhalde!
“Işıklar” öyküsüne özel olarak değinelim istiyorum. Ankara katliamının “o” anı. Unutmayacağımız ve unutmamamız gereken “o” an. Toplumsal belleğe kazınmak üzere sizin kitabınızda da bir öyküyle yerini almış oldu. Öyküde önemli iki metafor var ışıklarla oynayanlar ve ana rahmine dönüş. Toplumsal önemi olan olayların edebiyatta yer alması titizlik gerektirten bir konu olsa gerek; bu konuda neler düşündüğünüzü öğrenmek isteriz ve bu iki metafor üzerine biraz durabilir miyiz?
Metaforların hayati özelliği, hangi ögelerle yapılırlarsa yapılsınlar, nesnel bağlılaşıklarının arıza teşkil etmemeleridir. Orda ışık, görünebilir olanla gerçek anlamda da örtüşük, mecazını da genişletiyor. Ana rahmine dönüş, yabancılaştırılmış bir metafor. Akıldandoğumlular gibi. Gerçekliği bir üst katmanda yakalama çabası… Biraz önce de söylemiştim, ya avız, ya da gözü dönmüş bir avcı derken lânet gerçekleşiyor. Orada, barış için eylem yapanlar en başta kendilerini patlatarak ölümlere neden olanların kurtuluşu için de oradaydılar. Asıl kanama burada! Kalsın istedim. Belki ilerde bir işe yarar!
“Boşlukta” öyküsünde, “Yaşanması dayanılmaz gibi gelen bazı olaylar insanın başına gelince normal, katlanılır bir şeylere dönüşüyor,” diyorsunuz. Üstüne bombalar yağan ve sevdiklerini yitirmiş bir karakterimiz var. Unutmak istemiyor. Yitirdiği aklıyla birlikte unutacaklarından da korkuyor. Ve körfezdeyiz. Paylaşılamayan şey kayabalıkları; yenilebilir olmayan kayabalıkları kedilere verilmiyor da çöpe atılıyor. Halbuki deniz herkese yeter. Her ortam kendi eşitsizliğini ve ezilenini yaratıyor ve bu durum “normalleşiyor”, sistematik değil de doğal akış içinde mi gelişiyor?
Evet, Boşlukta oluşu da bu yüzden değil mi! Belki bir gün gerçekten normalleşiriz. İnsan gülmeye, neşeli olmaya, yaşamdan zevk almaya eğilimlidir. Sevmek vardır insanın mayasında, paylaşmak, birlikte şarkı söylemek. Yaşıyor olduğunun farkına varmak vardır. İnsanın aklı başındaysa, sürekli insan kalmak ister. Fakat kapitalizm aklı başındalığı temsil eden bir sistem olmadığı için, binlerce yıldır süregelen yarayı beter azdırır. İflahını söker insanın. Anasından emdiği sütü burnundan getirir. İnsan bütün bunlara nasıl dayanır. Dayanır işte; çünkü insan kendinden güçlüdür.
“Herkesin yolu kendi içinden başlıyor”. Ama sonrası öyle gelişmiyor. Kendi içimiz bir anda başkalaşıyor, rollerimiz dağıtılıyor ve perdeler iniyor. Ve bir yabancılaşma seziliyor çok boyutlu. Şanslı olanlar da var elbette kendi hayatlarına dokunabilenler. İnsanın kendi yolunu bulması neye bağlıdır sizce? Henüz o yola çıkamamışken, varlığından bile habersizken tükenen ömürler var.
Kalıplaşmış olanlarının dışında bu sorunun yanıtını asla bulamadığım için şiirle, öyküyle, resimle uğraşıyorum. Şiir, öykü ve resim (aslında müzik bu soruların yanıtını biliyor, dinlerken anlıyor insan bunu, müzik bu soruların yanıtını gerçekten biliyor; ama biz müziği tam olarak çözemiyoruz.) temiz kalacağım yere daha yakınmış gibi geliyor, müziğe daha yakın hissediyor insan kendini orda. Herkesin yolu kendi içinden başlıyor, demek kolay. Çelişki içtedir, demek kolay. Hadi bin bir tuzaklı hayatın içinde sürdür bakalım sen, o içinden başlayan, eşi benzeri bulunmayan ışıklı yolu, iç çelişkini aman vermeyen dış çelişkiler içinde şaşmadan ilerlet bakalım! Dikkat etmezsen yürüdüğün yolu kendinin yolu sanıyorsun bir zaman… Önünde çok kullanılmaktan aşınmış eski bir yol… Şüphe! İçine bir kurt düşmezse bittin!
Öykülerinizde karakterleri fiziki ve ruhsal olarak uzun uzadıya betimlemediğiniz görülüyor. Hatta onlara dair, gerçekte kim olduklarına ilişkin herhangi bir ipucu da yok. Dolayısıyla herhangi bir karakterle özdeşleşmek yerine karakterlerin karşılaştığı durumlar vesilesiyle öykü içinde ilerliyoruz. Bunun sizin öykücülüğünüz açısından özel bir nedeni var mı?
Doğru. Sorduğunuz bu anlamda epik bir çıkma olarak da okunabilirler sanıyorum. Çünkü klasik anlamda bir karakterle özdeşleşmek, doğrusu hiç amacım olmadı. Benzerlikler olacaksa, bu benzerliklerden oluşsun istiyorum, özdeşleşmelerden değil. Bir prototip yaratıp kahraman oluşturmak bana göre değil. Çünkü bilinenleri biriktirmekten çok farkına varılmayanlara, bilinmeyenlere doğru çalışmak hoşuma gidiyor. İşte, bu yeni bir şey, diyorum, yıllarca burnumun ucundaymış da ben onu görmemişim. Yoksa yeni bir şey dediğimiz, yoktan var olmuyor… Siz uyduruyorsunuz, yani uygun hale getiriyorsunuz.
Sizin birey olarak insanın varoluşsal durumlarını inceleyen tavrınızın yanında, insanı / bireyi çevreleyen düzenle de bir derdiniz olduğu görülüyor. Ancak bunu bilinen anlamda toplumsal gerçekçi diyebileceğimiz bir üslup ya da tarzla da yapmıyorsunuz. ‘Değiştirme’ idealinden geri düşmemiş bir edebiyat, yaşadığımız çağda hangi dille insanlık kavgasını veriyor? Sarkacın bir ucundaki bireyciliğin topluma yaklaşan bir salınım içinde olduğu söylenebilir mi günümüzde?
Yaşanan nesnel gerçekliği eleştirel boyutlarda yakalayarak çelişkinin bütün ayrıntılarını görünebilir düzeye çekmek, edebiyatçının günün tanığı olmak esprisini de günün sanığı olmak esprisini de karşılar niteliktedir, bunu yapayım derken didaktik kaymalara uğramadan slogan düzeyinde bir sığlığa düşmeden elimizdeki metni daha çok insanın kıyısına yaklaştırabilmek önemlidir, diye düşünüyorum. Bu değiştirme gücüne ne katar… belki o dediğimiz uzaktaki ışık, iyi ki o ışık var, o da olmasa ne yapardık kadar!
Bu güzel söyleşi için teşekkürler…
Sevgili Yetgül, ben teşekkür ediyorum, bu söyleşi için, umarım söylediklerimizden bir ışık çıkmıştır. Gücünü o, uzaktan görünen ışıktan alan... (YK/ÇT)