Türkiye’nin iki buçuk yıllık “çözüm süreci”nden sonra 2015’te yeniden girdiği çatışmalı dönemde karşılaştığı ağır yıkım her açıdan önümüzdeki on yılları bulacak bir etki gücüne sahip. Ancak bu ağır yıkım hükümetin ülkeyi medyasızlaştırma politikası sonucu herhangi bir şekilde gündeme getirilmediği için tartışılamıyor da.
Bu nedenle yüzbinlerce insanı doğrudan ilgilendiren gelişmelerden pek kimsenin haberi olmuyor. Bu yazı, dolayısıyla bu yönden bölgedeki duruma dair genel bir bilgi güncellemesi ve toparlama çabası olacak.
İnsan Hakları Derneği ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı gibi kuruluşların verilerine göre 16 Ağustos 2015 tarihinden sonra en az 35 ilçede sokağa çıkma yasakları uygulandı. Bu yasaklar sırasında yürütülen operasyonlarda ağırlıkla Cizre, Nusaybin, Şırnak ve Yüksekova’da olmak üzere 321 sivil vatandaş hayatını kaybetti. Bu kişilerden 73’ü çocuk, 70’i kadın, 30’u ise 60 yaşın üzerindeydi. İçişleri Bakanlığı’nın açıklamasına göre de, 20 Temmuz 2015 tarihi sonrası hayatını kaybeden sivil sayısı 320, yaralanan vatandaş sayısı da 2 bin 38. Bakanlık bu kişilerin PKK saldırılarında öldürüldüğünü veya yaralandığını savunurken sivil toplum örgütleri ve uluslararası kuruluşlar güvenlik güçlerini, devletin sorumluluğunu işaret ediyor.
Yine cezasızlık politikası
İlk vakaların üzerinden yaklaşık iki yıl geçmesine rağmen hiçbir sivil ölüm olayı hakkında şimdiye kadar güvenlik güçleri aleyhine açılmış bir dava, dolayısıyla da verilmiş bir mahkumiyet kararı bulunmuyor. Bu durum Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin “Türkiye’nin Güneydoğusunda İnsan Hakları Durumu” başlıklı raporuna şu ifadelerle yansımıştı: “(…) yüzlerce insanın kanuna aykırı şekilde öldürülmesi iddialarına ilişkin tek bir soruşturmanın bile başlatılmamış olması açıkça göstermektedir ki Güneydoğu’da insan haklarının korunması 2015’ten itibaren kesin bir şekilde askıya alınmıştır.”
Sivil ölümlerdeki devlet sorumluluğunun soruşturulmayacağının en çarpıcı örneği en fazla ölümün yaşandığı yer olan Cizre’den çıktı. Buradaki operasyonlarda üç binanın bodrum katlarında hayatını kaybeden 177 kişiyle ilgili yapılan suç duyuruları savcıların takipsizlik kararlarıyla karşılaştı. Bölgeden görüştüğümüz avukatlar, hala herhangi bir dava açılmadığını, yalnızca bir takım soruşturmaların devam ettiğini söylüyor. Şırnak Barosu Başkanı Nuşirevan Elçi’nin verdiği bilgiye göre bu soruşturmalar 200 civarında. Avukat Ramazan Demir başlatılmış hiçbir soruşturmanın davaya dönüşmediğine dikkat çekiyor. Demir, bu soruşturmalara güvenlik güçlerinin dahil edilmediğini, hatta ifadelerine bile başvurulmadığına vurgu yapıyor.
30 Aralık 2015’te yaralı bir kadına sokakta müdahale etmeye çalışırken vurularak öldürülen Cizre Devlet Hastanesi çalışanı Abdulaziz Yural’la ilgili soruşturma bu durumun somut örneklerinden. Dönemin Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu olayın yaşandığı gün yaptığı açıklamada “Bakanlık olarak olayın aydınlanması noktasında takipçisi olacağız” demişti. Ancak Avukat Büşra Demir, aradan bir buçuk yıl geçmesine rağmen Yural’ın öldürülmesiyle ilgili soruşturmanın hala tamamlanmadığını söylüyor. Benzer olaylarda soruşturmaların normalde 4-5 ay gibi bir sürede tamamlanması gerektiğini söyleyen Demir, “Ancak bu soruşturmalarda fiilen bir çalışma yapıldığını görmüyoruz. Öyle ki mağdur ailelerin bile ifadelerine başvurulmuş değil” diyor.
Bu tür soruşturmalarda savcılıkların takipsizlik kararı vermesi durumunda mağdur ailelerin Sulh Ceza Hakimliklerine itiraz hakkı bulunuyor. Sulh Ceza Hakimliklerinin de takipsizlik yönünde karar vermesi halinde Anayasa Mahkemesi’ne etkin soruşturma yürütülmediği gerekçesiyle bireysel başvuru yapma hakkı var. Bu durumda yeniden bir soruşturma yürütülebilmesi AYM’nin vereceği karara bağlı olacak. Ancak hukukçular AYM’nin daha önceki başvurularda verdiği ve devleti koruyan kararlarından şaşmayacağı kaygısını paylaşarak geriye yine AİHM yolunun kalacağı görüşünde. AİHM’in kovuşturmaya yer olmadığına yönelik kararın etkin soruşturma yapılmadan verildiğini tespit etmesi durumunda ise CMK 172. madde uyarınca “üç ay içinde talep edilmesi halinde” yeniden soruşturma açılması gerekiyor. Ancak tüm bu süreç –böyle devam etmesi durumunda- temel bir adalet arayışının daha yine uzun yıllara yayılacağı anlamına geliyor.
Avukatların dikkat çektiği bir başka husus yakınlarını kaybedenlerin bölgedeki ağır OHAL koşulları nedeniyle şikayette bulunmaktan veya soruşturma süreçlerine dahil olmaktan çekinmesi. Aileler, kendilerinin de hedef olabileceği korkusu veya zaten olumlu bir sonuç alamayacakları düşüncesiyle müdahil olmaktan uzak duruyor.
Kentsel yıkım rakamları
Can kayıplarıyla ilgili aslında yürümeyen veya sürüncemeye bırakılmış hukuki süreç genel olarak böyle görünüyor. Meselenin bir de devasa bir mal kaybı boyutu var. Çevre Bakanlığı’na göre Nusaybin’deki operasyonda 6 bin 182 bina yıkıldı veya ağır hasara uğradı. Bunların dışında az hasarlı olarak tespit edilen bina sayısı 3 bin 512 olarak duyuruldu. Nitekim hükümet burada 8 bin konut yapmayı planlıyor. Bu binaların yapımına geçen Mart ayında başlandı ve 4 bin 600 konutun temeli atıldı.
Yine Çevre Bakanlığı’nın tespitlerine göre Yüksekova’da 6 bin 650 yapı hasar gördü. Bunlardan 2 bin 491’i ağır hasarlı, 248’i yıkık, 3 bin 911’i de az hasarlı olarak tespit edildi. Kentte bu kapsamda toplam 10 bin 750 konut yapılması planlanıyor. Bu yıl, yani 2017’nin bitimine kadar tamamlanması planlanan konut sayısı ise bin 830.
Cizre’de de benzer bir tablo var. Eski Çevre Bakanı Güldemet Sarı’nın açıklamasına göre ilçede ağır hasar görmüş bina sayısı 2 bin 700. Devletin burada yapmayı planladığı konut sayısı da 3 bin 500 civarında. Bine yakın binanın bu yıl içinde tamamlanması planlanıyor.
Büyük bir yıkımın yaşandığı Şırnak merkezde ağır hasarlı bina sayısı ise Vali Ali İhsan Su’nun açıklamasına göre 2 bin 44. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın Şırnak’la ilgili raporunda kentteki 11 mahalleden yedisinin yıkıldığı belirtiliyor, 2016’nın Mart ayından Kasım ayına kadar geçen sürede 2 bin (6 bin haneye denk geliyor) binanın yıkıldığı bilgisi veriliyor. Rapora göre 700 ile bin arasında da iş yeri yıkıldı veya kullanılamaz hale geldi. Hükümet burada toplamda 10 bin 126 konut inşa edeceği vaadinde bulundu.
Silopi’de Çevre Bakanlığı’nın açıklamasına göre 369 bina yıkıldı veya ağır hasar gördü. Burada da 848 konutun inşası planlanıyor.
İdil’de 4 bin 125 az hasarlı, 641 ağır hasarlı ve 89 yıkık yapı tespit edildi. Burada bin konutun bu yıl içinde tamamlanması bekleniyor.
Diyarbakır’ın Sur ilçesinde de yıkılan veya ağır hasar gören bina sayısı 2 bin 24 olarak tespit edildi. Hükümetin Sur’da inşa etmeyi planladığı konut sayısı 7 bin.
Böylece yedi ilçedeki toplam hasar gören konut sayısı resmi açıklamalar dikkate alındığında 24 bin 824 olarak görünüyor. Hükümetin planı bu kentlerde toplamda 36 bin konut inşa ederek konut açısından doğan mağduriyetleri gidermek.
Fakat bu mağduriyetlerin de gerçekten giderilip giderilemeyeceği hayli tartışmalı. Öncelikli sorunlardan biri devletin tazminat olarak sunduğu/sunacağı konutla vatandaşın yıkılan konutlarının bulunduğu yerler. Devlet ağırlıkla kentlerin dışında TOKİ binaları inşa ederek bu yükten kurtulmak istiyor. Ancak kent sakinleri mahalleleri, arsalarını bırakıp bir apartmana sıkıştırılmak istemiyor. Devlet ise yıkım yapılan yeri kamulaştırarak sakinlerini buradan uzaklaştırmak düşüncesinde. Siteler halinde inşa edilecek TOKİ konutları da halkın daha rahat şekilde kontrol edilmesini bir anlamda devlet açısından kolaylaştırmış olacak.
Zarar tazmininde hukuki yollar
Operasyonlarda ev ve işyerleri yıkılan, hasar gören veya aylarca işlerinden mahrum kalanların hukuken başvurabileceği iki yol bulunuyor. Bunlardan devletin tercih ettiği yol, 2004’te çıkarılan Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun’un (5233 sayılı) gösterdiği yol. 1990’larda binlerce davanın AİHM’e taşınması ve Türkiye’nin yüklü miktarlarda tazminatlara mahkum edilmesi sonrası bu yolu kapatmak için çıkarılan kanun bir anlamda sorunun çok büyümeden kapatılması amacını taşıyor. Bu nedenle de hızlı ve etkili şekilde işletilmeye çalışılıyor.
Bu kanun kapsamında valilikler bünyesinde oluşturulan zarar tespit komisyonları, vatandaşın “olayın öğrenilmesinden itibaren 60 gün içinde, her hâlde olayın meydana gelmesinden itibaren 1 yıl içinde” başvurması durumunda uğranılan maddi zararı bilirkişi aracılığıyla belirleyip ilgiliye bu zararın maddi karşılığını ödemeyi öneriyor. Devlet bu kanunla, vatandaş ile giderilecek zararın miktarı konusunda bir sulhname imzalama yolunu seçiyor. Vatandaşın bu sulhnameyi kabul etmesi zorunlu değil. Ancak kabul etmesi durumunda idari yargı yoluna başvurma hakkı maddi tazminat talebi açısından ortadan kalkıyor. Manevi tazminat talebi açısındansa idari yargı yoluna başvurma hakkı saklı duruyor.
Kusursuz idare
Fakat Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun yoluna başvurulması birkaç açıdan mağduriyetleri gidermekten uzak duruyor. Öncelikle kanun, devletin ortaya çıkan zarar ve mağduriyetteki kusurunu örtüyor, sorumluluğunu da gizliyor. Kanunun gerekçesinde de belirtildiği üzere oluşan can ve mal kayıplarındaki tüm kusur ve sorumluluk “devletin anayasal düzenini yıkmayı amaçlayan terör eylemleri”nin üzerine atılıyor. Kanunda devlete yönelik yalnızca bir serzenişten bahsedilebilir, o da “İdarenin önlemekle yükümlü olduğu halde önleyemediği zararlar” ifadesiyle dile getiriliyor. Bu kanun yoluyla “sosyal risk” kavramı çerçevesinde oluşan külfetin toplumca paylaşılması ilkesi doğrultusunda bir çözüme gidiliyor ve maddi zararlar böylece karşılanıyor. Ancak idarenin, yani devletin kusur ve sorumluluğu aranmıyor. Dolayısıyla ölüm olaylarındaki takipsizlik/cezasızlık hali idarenin tazminat borcu sözkonusu olduğunda da kendini “kusursuz sorumluluk” olarak gösteriyor.
Bir başka husus da bu kanun kapsamında valilikler bünyesinde kurulan zarar tespit komisyonlarının vatandaşa önerdiği maddi tazminat miktarının idari yargıca karar verilen tazminat miktarlarına oranla çok düşük düzeylerde kalması. Ancak buna rağmen kimi vatandaşlar acil ihtiyaçları ve idari yargı yoluna başvurmanın uzun bir süreyi alacak olması karşısında mecburen bu yola başvurmak zorunda kalıyor.
Nitekim Avukat Büşra Demir, Şırnak’ta çoğu insanın kalacak bir evi bulunmaması, ekonomik gelire de sahip olmaması nedeniyle bu tazmin yoluna gittiğini belirtiyor. Diyarbakır Barosu avukatlarından Neşet Girasun, Sur ilçesinde vatandaşların büyük bir bölümünün benzer kaygılarla maddi zararlarını karşılamak için 5233 sayılı kanun çerçevesinde uzlaşmaya gittiğini söylüyor. Hakkari Barosu avukatlarından Ergün Canan ile Erdal Safalı da Yüksekova için aynı gözlemi paylaşıyor.
Tam yargı davaları
Operasyonlardaki sivil ölümler ile ev ve işyerlerinin yıkılması hakkında devletin sorumluluğu ve kusurunun olduğu iddiasıyla başvurulacak yol ise İdari Yargılama Usulü Kanunu (İYUK) kapsamında açılan tazminat davaları. İYUK’un 5233 sayılı yasadan farkı, oluşan zararlarda sorumluluk ve kusuru doğrudan idarede araması. Dolayısıyla yasadaki ifadesiyle “idari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan muhtel olanlar”, “tam yargı” davası açma yoluna gidebiliyor.
Hukukçular bölgede tazminat davasının belki birkaç yıl da olsa sürmesini göze alan veya ekonomik durumu görece daha iyi olanların bu yola başvurduğunu, başvuracağını söylüyor. Tam yargı davalarında 5233 sayılı kanun yoluna kıyasla görece uzun bir zamana yayılacak olsa da daha hakkaniyetli bir araştırmayla maddi-manevi zararların karşılığı olan miktarın tazmini sözkonusu olabilecek.
Ancak tüm bu bilgi ve veriler ışığında bakıldığında bölgenin hukuki yönden görüntüsünün 1990’lı yıllardan pek de farklılık göstermediği anlaşılıyor. Zira sivil ölümler açısından sürüncemeye bırakılan soruşturmalar ve açılmayan davalar, maddi zararlar yönünden ise vatandaşların acil ihtiyaçları ve ağır mağduriyetleri dolayısıyla devletin kusur ve sorumluluğunun mümkün olduğunca görünmez kılındığı bir tazmin süreci sözkonusu. (HA/EKN)