Yıl 1998. Soğuk bir kış günü. Ankara her zamanki gibi sisli, puslu, kasvetli ve gri havasıyla karşılıyor bizi. 10 saat süren gergin ve neyle karşılaşacağımızın bilinmezliğiyle uykusuz geçen bir yolculuk sona ermişti. Kahvaltı yapmamız lazım ama kimsenin iştahı yok. Ağzımızın tadı zehir gibi. Bizi bekleyen avukatın bürosunu ararken bir ilköğretim okulunun önünden geçiyoruz. İstiklal Marşı’nın son dizeleri detone ve yorgun sesli çocukların dilinden söyleniyor. Sonra muhtemelen iyi uyku çekememiş okul müdürünün mikrofandaki agresif kelimeleri geliyor kulağımıza. Duruyoruz birden, bize sesleniyormuş gibi.. Siz ne biçim Türk evladı olacaksınız. Sesiniz neden gür çıkmıyor? Müdürün davudi sesiyle ayılıyoruz. Yok yok bize söylemiyor ama malum Ankara’ydı burası, devletin sesi ürkütüyor bizi. Adımlarımızı sıklaştırarak, olay mahallinden hızla uzaklaşıyoruz.
Avukatla buluşacağımız büroya gidiyoruz. Araçla gideceğimizi sanıyoruz ama avukat bizden daha yoksul olduğu için ne kadar süreceğini bilmediğimiz adliyeye giden yolda yürüyoruz. Avukat önde biz kurbanlık koyunlar gibi arkada. Bir ara kocaman yolun ortasında göremediği patates kabuğuna basarak düşme tehlikesi geçiriyor. Karizmayla birlikte savunma makamı da darbe alıyor. Ve Nurcan’dan gelen ani refleks: “Ay annecim! bu bizi nasıl savunacak?”
Güven bunalımıyla bakıyorlar birbirlerine. ‘Anlaşılan iş başa düştü’ diyerek kendi yöntemlerini uygulamaya karar veriyorlar. Adliyeye geliyoruz.
Birazdan Mezopotamya Kültür Merkezi’nin müzik grubu Venge Sodiri’nin bir mitingte söylediği “Her ne pêş” adlı şarkı nedeniyle yargılandıkları duruşma başlayacak. Duruşma öncesi grubun kadın elemanları Nurcan, Ayfer ve Şengül adliyenin tuvaletine giderek, ellerine geçirdikleri ruju dudaklarına acemice sürüp, hakimden ‘Pardon” filmindeki gibi ‘iyi hal’ indirimi almaya çalışıyorlar. Mahkeme başkanı ellerinde bulunan ses kaydının dinleneceğini söylüyor. Herne Pêş marşı bu kez Kürt evlatlarının gür sesiyle mahkeme salonunu inletiyor. İzleyici bölümünde birlikte oturduğumuz Nail Yurtsever kulağıma eğilip, ayağa kalkarak, saygı duruşunda bulunmak istediğini söylüyor, kolundan tutup heyecanına yenik düşmemesi için coşkusuna engel olmaya çalışıyorum.
Nurcan savunma yapıyor, diğer arkadaşları savunmaya katıldıklarını söylüyor. Sıra avukata geliyor. “Müvekkilimin söylediklerine katılıyorum” deyince tedirginliklerinde yanılmadıkları anlaşılıyor. Mahkeme başkanı görüntü kayıtlarının da incelenmesi için mahkemeye ara vererek, bu süre zarfında sanıkların nezarette tutulmasına karar veriyor. Dumura uğrayan grup elemanları sararmış yüzlerinde iyice rengi ortaya çıkan ve hiçbir işe yaramayan kırmızı rujlu dudaklarını bükerek, nezarethaneye doğru yol alıyorlar.
Buraya gelmeye karar vermeleri çok da kolay olmamıştı. İstanbul’daki avukatları Eren Keskin, 6 ay önce dava açıldığında tutuklama kararının çıkabilme ihtimalinin yüzde 50 olduğunu söylediği için yeraltına çekilmişlerdi. Konserlere çıkamıyorlar, albüm çalışmalarını da askıya almışlardı. Kırmızı bültenle aranıyormuşçasına evlerine bile gidemiyorlardı. En kötüsü de her daim polisler tarafından baskına uğrayan MKM’ye gidemiyor, arkadaşlarını göremiyorlardı. Kaygı ve endişeyle geçen süre zarfında birgün İstiklal Caddesi’nde dolaşırken ‘hadi beş dakkalığına da olsa gidip arkadaşlarımızı görelim” demişlerdi. İçeri girdikleri gibi polisler arkalarından kafeteryayı basmıştı. Kimlikler toplanmıştı, Nurcan kimliğini vermemişti. Herkesin gözaltına alınacağı söylenince Nurcan tuvalete gitmişti. Polisler milleti götürüp, kapılar kilitlenene kadar saklandığı tuvalette kurtulmayı başarmıştı. Bu sayede kısa bir dönem etrafta ‘kahraman’ olarak dolaşmıştı.
Tüm bunlar yetmez gibi bir de ailesinden gizlemek zorundaydı. Cezaevine girmekten çok ailesinin duymasından korkuyordu. Çünkü annesi ona laf arasında “hapse girmektense balkondan atlasan daha hayırlı olur” diyerek bu konudaki görüşünü çoktan beyan etmişti. Onca kaçış macerasından sonra şimdi nezaretteydiler ve cezaevine girmeleri an meselesiydi. En çok da ailesine vereceği hesabı düşünüyordu. Nezarette tutuldukları 6 saat onlara müebbet hapis gibi gelmişti. Kısacık zaman diliminde yığınla anı biriktirmişlerdi. Biraz daha kalsalar beste yapabilir kimbilir kitap bile yazabilirlerdi. Neyse ki korkulan olmadı ve duruşma ertelenerek serbest bırakıldılar. Salıverilmenin ardından soluğu lahmacuncuda aldılar.
Ve aradan 20 yıl geçti. Ne kendisinin ne ailesinin ne de devletin tutumu değişti. O günden bugüne Kürt sanatçılara yönelik tavır hiç değişmedi. Nurcan cezaevine girmedi ve bu davadan beraat etmişti ama diğer sanatçılara olduğu gibi haklarında açılan davaların arkası kesilmedi. Kürt sanatçı Ozan Cane geçtiğimiz günlerde 6 yıl ceza aldı. Son olarak Ruken Yılmaz’a da Van’da söylediği şarkı nedeniyle dava açıldı.
Geçtiğimiz yıl Van’ın İpekyolu ilçesinde HDP tarafından organize edilen 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele günü nedeniyle miting yapıldı. Mitingde sahne alan Nurcan Değirmenci hakkında “Sê Jinên Azad” adlı parçayı seslendirdiği için Van Cumhuriyet Savcılığı tarafından suç duyurusunda bulunuldu ve propoganda yaptığı iddiasıyla dava açıldı. Değirmenci ifadesinde; konser öncesinde Kürtçe bilen güvenlik güçleri tarafından repertuar defterinin incelendiğini ve kendisine okuyacağı parçalarda herhangi bir sıkıntının olmadığının belirtildiğini söyledi. Okuduğu şarkının tamamen kadın temalı olduğu için söylediğini ifade eden Değirmenci, ’Eğer ana dilimde şarkı söylemek bir suçsa ben bu suçu 20 yıldır işliyormuşum. E başka bir işim olmadığına göre de işlemeye devam edeceğim” dedi. Dava devam ediyor.
20 yıl geçmesine rağmen Kürt, kadın, sanat ve devlet cephesinde değişen hiçbirşeyin olmaması üzücü elbet. Özellikle bölgede kayyumların atanmasıyla birlikte festivaller ve mitinglere izin verilmezken Kürt sanatçılar kendilerini ifade edebilecekleri alan bulamıyor. Mekan ve performans alanları verilmeyerek sistematik biçimde sadece dar bir kitleye hitap eden içkili mekanlara hapsedilmek isteniyorlar. Kürt muhalif sanatçıları; şarkı sözlerinin bile didik didik edilip, her konser sonrası dava açılma tehdidiyle karşı karşıya bırakılarak, Kürt arabesk popüler kültürün öne çıkması dayatılıyor. Böyle giderse gülüp geçtiğimiz, filmlere konu olan sessiz lorke’nin çalmaya devam etmesi de kaçınılmaz gibi gözüküyor.
Nurcan Değirmenci kimdir?Ses sanatçısı. Diyarbakır doğumlu. 1993 yılında Arif Sağ Müzik Evi'nde halk müziği dersleri aldı. 1995 yılında merkezi İstanbul'da bulunan Mezopotamya Kültür Merkezi'nde (MKM) kursiyer olarak başladı. Pera Güzel Sanatlar Akademisi'nde solfej ve şan eğitimi aldı. MKM bünyesinde beş arkadaşıyla birlikte Vengê Sodiri adlı Zazaki müzik yapan grupta faaliyet gösterdi. Wayir adlı albüm çıkarttılar. Eşzamanlı olarak müzisyen ve solo vokallerin tamamının kadınlardan oluştuğu Koma Asmin adlı grubun içerisinde yer aldı. Bireysel çalışmaların yanı sıra Şahiya Stranan ve Koma Aheng adlı proje çalışmalarında bulundu. Son olarak yine MKM sanatçılarından oluşan bir grupla Kürt Şair Baba Tahir Üryan'ın rubailerini besteledikleri Diwan a Dubeyti adlı projeyi hayata geçirerek, albüme dönüştürdüler. Değirmenci çalışmalarını MKM bünyesinde sürdürüyor. |
(BD/HK)