Erdoğan’ın “Monşerler” diye eleştirdiği kuşağın önemli temsilcilerinden diplomat Yalım Eralp, ABD, Yunanistan, Hindistan başta olmak birçok ülkede ve BM, NATO ve AGİT gibi birçok uluslararası kurumda görev aldı, ülke tarihinin önemli liderlerine danışmanlık yaptı.
Yakın zamana dek ekranlarda görüşlerine sıkça başvurulan Eralp kendi deyimiyle medyada artık “ambargolu”. Bu süreçte 2005’te başlamış olduğu kitabını tamamladı. Eralp’le anılarını kaleme aldığı “Perdeyi Aralarken” kitabı üzerinden; Kürt, Yunan ve Ermeni meselesindeki tanıklıklarını ve bugün dış politikada yaşanan sorunları konuştuk.
Kitabınız ilk olarak Johnson mektubunu dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in sızdırdığını açıkladığınız bölümle medyanın ilgisini çekti. Bu tanıklığın arkaplanını biraz anlatır mısınız? Mektup neden iki sene sonra Cüneyt Arcayürek’e verildi?
İhsan Sabri Çağlayangil mektubu Cüneyt Arcayürek’e benim yanımda verdi. Mektup sürekli gündeme geliyordu, iç politikada daha fazla kullanılmasını istemiyordu. Çağlayangil ile Arcayürek arasında yakın bir ilişki vardı. Mektup sızdıktan sonra politikayı etkileyecek çok büyük bir etki yaratmadı, yalnızca ülkede Amerika karşıtlığını arttırmış olabilir.
O mektubu yazan kişiyle yıllar sonra karşılaştığımda, bana “mektubu iki saat içinde yazması gerektiğini söylemişler, bu yüzden mektubun aceleye geldiğini” söyledi. İyi bir dille yazılmamıştı. Mektubun 74 Harekatı’na bir etkisi olmadı. 1974’te Yunanistan’daki cunta Makarios’a karşı darbeye girişmeseydi harekât belki de yapılmayacaktı. Yunan cuntasının amacı Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamaktı. Bu tür baskıcı rejimler, iç politikada baskıyı azaltmak için dış politikaya yönelirler.
Johnson mektubunun yazıldığı günlerde Türkiye de kendi azınlıklarını sürgün etmeye karar vermişti. 1930 Anlaşması’nın iptaliyle 1964’te yaklaşık 30 bin Rum bu topraklardan ayrılmak zorunda kaldı. Türkiye’de de çok demokratik bir ortam yoktu.
1964 sürgün kararı, Kıbrıs’taki çaresizliğin azınlıklara yansımasıdır. Karara bir tek İlter Türkmen karşı çıktı, akılcı, pragmatik bakardı. Ben böyle bir kararı etkileyecek konumda değildim. Yunanistan ve Türkiye azınlıklara hep düşman ve ajan olarak baktı. İstanbul’daki Rumlar Türkiye Cumhuriyeti, Batı Trakya’daki Türkler Yunanistan vatandaşı muamelesi görmediler.
Mütekabiliyet ilkesi insan hakları anlamında yoktur. Atina’da bir Türk dövülse, siz de İstanbul’da bir Rum mu döveceksiniz? Bir gün televizyonda biri azınlıklar alt komitesi diye bir komite yok dedi. Ben de telefonla bağlanıp, “O komite hem Yunanistan’da hem Türkiye’de vardı. Ben o komitenin üyesiydim. Olmayan bir komiteye mi üyelik yaptım” dedim.
Yunanistan ve Türkiye arasındaki ilişkiler sonraki dönemde düzeldi ancak Kıbrıs meselesi çözülemedi. Şu an yine görüşmeler var. Geçmiş tecrübelerinize dayanarak sorunun bugün gelinen aşamasını nasıl değerlendiriyorsunuz, sizce çözüm nasıl olmalı?
1960’ta yürürlüğe giren Kıbrıs Anayasası’nın devamlılığına ne Türkler ne de Rumlar inandı. Bunu bir geçiş dönemi olarak gördüler. Türk tarafı açısından bakacak olursak Rauf Denktaş olmasa bu dava olmazdı, Denktaş olduğu sürece de bu dava çözülmezdi. Rauf Bey, 1983 yılında KKTC’yi Türkiye’nin bir ili yapacağına yemin etmişti.
Kıbrıs sorunu Türkiye’nin AB üyeliği ile paralel gitmeliydi. Kıbrıslı Türkler kurtarıcıdan (Türkiye’den) kurtulmak istiyor. Hem meseleyi çözemiyorsunuz, hem de insanlar perişan durumda kalıyor. Kıbrıs Türkleri, Türkiye’nin dış politikasının piyonu haline geldi.
“Ermenistan KKTC’yi örnek aldı”
Kitabınızda özellikle AGİT’te görev yaptığınız yıllarda Kıbrıs’ın işgalinin Ermenistan- Azerbaycan arasındaki gerginliğe örnek gösterildiğini görüyoruz. Ayrıca Turgut Özal’ın soykırımı tanımaya yaklaştığını öğrendik. Ermeni meselesinde nasıl hatalar yapıldı? Erdoğan’ın başlattığı açılımdan sonuç alınabilir miydi?
Türkiye’nin “ harp hali vardı, karşılıklı öldürdük” yolunu seçmesi; kabul edilebilir bir yol değil. Zaten soykırım harp halindeyken olur, günlük güneşlikken olmaz. Turgut Özal soykırımı kabul edelim ve kurtulalım diyordu. Turgut Bey’e “ Bu mahkeme kararı ile olur. Türkiye’den biri dava açsa, ne yapacaksınız” dedim. Ben tanık olmadım ancak İhsan Sabri Çağlayangil de 1975 yılında Ermenistan Dışişleri Bakanı’na “ Tazminatları ödeyelim, bu konuyu kapatalım” demiş.
AKP’nin Ermeni açılımı meclisten geçseydi, ilerleme olacaktı. Ortaya çıkan metin altına imzamı atacağım kadar iyi bir metindi. Metnin sağ kenarında “suissetexte” yazıyordu yani İsviçreliler tarafından hazırlanmıştı. CNN Türk’de metin yayınlandığında bu bilginin silinmesini rica ettiler. Ancak metnin meclisten geçmeyeceğini biliyordum. Çünkü Süleyman Demirel’in Karabağ sorunu çözülmeden Ermenistan sınırının açılmaması konusunda Haydar Aliyev’e vermiş olduğu bir söz var.
Aliyev, Tansu Çiller’e “ Bu Yukarı Karabağ sorununu siz çıkardınız. Ermeniler KKTC’yi örnek aldı” demişti. Yakın dostum olan Ermenistan Eski Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan da Karabağ işgali için “Siz de KKTC’yi kurdunuz” dedi.
Sorunun çözümsüzlüğünde dış politikadaki tutarsızlığın da etkisi yok mu?
Dış politikada milliyetçilik kavramı akılcılığın önüne geçerse problem olur. İktidarlar dış politika çalışanlarının alternatiflerini dinlemiyor. Akıldışı tutumlar var. Erdoğan bir gün çıkıp “ Müslümanlar soykırım yapmaz diyor”, ertesi gün “Esad soykırım yaptı” diyor.
Her devlet soykırım yapar, tarihinde kara lekeler vardır. Biz de “Türk hata yapmaz, kötülük yapmaz. Her konuda haklıyız” refleksi var. Dış politikanın tutarlı olmasını beklemiyorum. Ama bu kadar da tutarsız olunmaz ki... AKP ile birlikte dış politikada akılcılık kayboldu.
Az önce “baskıcı rejimler, iç politikada baskıyı azaltmak için dış politikaya yönelirler” dediniz. AKP’nin Suriye politikasını bununla ilişkilendirebilir miyiz?
Arjantin’in 82’de Falkland Adaları’nı işgalini hatırlayın. Kuveyt Saddam’ın sonunu getirdi. Bu tür maceralar devletlerin çöküşüne hızlandırır. Türkiye de eğer bataklıktan çıkmazsa; Suriye ile çöküş gelecek. Arap bir diplomat arkadaşım, “Bize ortak tarih demeyin. Ortak tarih dediğinizde aklımıza bizi yönettiğiniz zaman geliyor” dedi. Bugün tehlikeli bir Osmanlıcılık oyunu oynanıyor. Tutturmuşuz değerli yalnızlık diye. Bu kavram İngiltere’nin “splendidisolation”undan alıntı. Birleşik Krallık’ta bu kavram çıktığında topraklarında güneş batmıyordu, en tepedeydi. Biz tepede değil dipteyiz.
“Ortadoğu’da bir Kürt devleti kurulacak”
Suriye politikası iç politikayı da etkiledi. Kitabınızın önemli bir kısmını Kürt sorununa ayırmışsınız. Geçmiş hükümetlerin bakışını da hatırlatarak nasıl bir çözümün mümkün olduğunu düşünüyorsunuz?
Tansu Hanım Kürt meselesine çok liberal baktı. Washington’da Kürtçe kurslarını serbest bırakın dediğimde; bana “askerler ne der” dedi. Hiçbir hükümet çözülmeye başlayan sürece gitmek istemiyor. Tanırsan toprak bütünlüğü garanti edilemez ama etnik hakları ve kimlikleri tanımamak iç savaşa davet çıkarır. Hükümetler meseleye yaklaşamadı, askere havale etti.
Bugün Kürt haklarını tanıyacağım diyorsunuz; Türk haklarını tanımıyor, fikir özgürlüğüne önem vermiyorsunuz. Bu şekilde nasıl Kürtleri tanıyıp, hak vereceksiniz? “Bugün azınlık haklarını ihlal edenler, yarın çoğunluk haklarını ihlal edeceklerdir.” Bu kulağımda kalan bir tespit oldu. Bir yandan, 150 bin Kıbrıslı Türk için devlet kuruyorsunuz, diğer yandan 15 Milyon Kürt’e “yok sen kurma” diyorsunuz. Geçmişten bugüne baktığımız da ise; Ortadoğu’da mutlaka bir Kürt devleti kurulacaktır.
Yaşamınız boyunca pek çok lidere danışmanlık yaptınız. Bugün görevde olsanız, örneğin Hollanda büyükelçisi olsanız ya da Erdoğan’ın danışmanı olsanız ne yapardınız?
Ben şu an Hollanda’da dış ilişkiler çalışanı olsaydım istifa ederdim. Bana Şirin Payzın, “Washington büyükelçisi olarak toplantıya alınmasaydınız ne yapardınız?” diye sorduğunda, “Ben Allah’ın iyi kuluyum, iyi ki bunlarla çalışmadım” dedim. Erdoğan’ın danışmanı olmak mı, Allah korusun. Özal, Çiller, Yılmaz dinlerdi. Menderes dönemini ise bugünle kıyaslamak Adnan Bey’e hakaret olur.
Dış politikaya kısa bir dönem dışişleri bakanı Gündüz Ökçün döneminde siyaset girmişti. İdeolojik hükümetler liyakat sistemine önem vermezler. Liyakatten önce sadakat önplana çıkar, kendilerinden olmayanı dışlarlar. Türkiye’de bu AKP ile başladı.
Ben hiçbir göreve talip olmadım. Mesut Yılmaz haberim olmadan kararname çıkardı. Tansu Hanım da adaylıktan sonra beni çağırdı danışmanlık yapmam için. Danışman olacağımı daha sonra Çiller basına sızdırdı.
Turgut Özal’a Atina Büyükelçiliği görevine engel olduğu için kırılmıştım. “O talimat dinlemez” demiş. Ben diplomat veya danışman olarak talimat dinlerim ama itiraz ederim.
Özal, Çiller, Yılmaz… Mesut Yılmaz daha donanımlıydı, Çiller de vizyon yönünden daha heyecanlıydı. Ama bu kişilerin hepsi Cumhuriyet çocuğuydu. Rejimle kavgalı değillerdi. Kitaptaki bu sözüm birine göndermedir. Çiller Erbakan’la koalisyon yaptığında danışmanlık yapmamak için uydurma bir sağlık raporu aldım. Kitaptaki bu sözüm de birine gönderme.
“CNN Türk’te ambargoluyum”
Türkiye’de yakın tarihte AKP’den önce dış politikada herhangi bir problem yaşansa iç politikayı etkiliyor, hükümetler değişiyordu. Bugün AKP sorunlu dış politikasına rağmen neden hala ayakta?
Türkiye değişti. Bu dış politika eskiden olsaydı, iktidar kalamazdı. Türkiye’de tapma, biat kültürü arttı.
Giderek çirkinleşen şehirleri ile birlikte cahilleşen bir Türkiye var. Bugün Yunanistan insanı Türkiye’nin 50 yıl ilerisinde. Yeniden dış politikaya gelsem, mevcut durumu tersyüz ederim. Türkler Orta Asya’dan Batı’ya yürürlerken, şimdi tam tersine gidiyorlar. 1923’te girilen yoldan çıkıldı. Yıllar önce eksen kayması var demiştim, şimdi diyemiyorum çünkü bir eksen kalmadı.
Bu görüşlerinizi yakın zamana dek ekranlardan takip edebiliyorduk. CNN Türk’ün yayın danışmanıydınız, ayrılık süreciniz nasıl oldu?
Kitapta basın hürriyetini hiçe saydığımızı ve baskı konusunda vergi incelemeleri gibi metotlar icat ettiğimizi yazdım. İş dünyasında birçok işadamının servetleri başlarına bela olur. Hükümet uydusu haline geldiler. Bütün bunlar yokmuşçasına, “Bizde basın hürriyeti Amerika’dan ileri” gibi dünyayı güldüren beyanatlar verdik. Ben de CNN Türk’ten yeniden yapılandırma sürecinde ayrılmak zorunda kaldım diye kitapta nazik ve terbiyeli bir ifade ile yazdım. AKP süreci ile birlikte herkesi temizlediler.
Sonrasında beş kez konuk olarak çağırmaya çalıştı çalışanlar ama olmadı. Ben şu an CNN Türk’te ambargoluyum. Aslında bir bakıma televizyonların işleri kolaylaştı. Cumhurbaşkanı günde iki saat konuşuyor, sonra başbakan ve grup toplantısı. Bakanlar bile televizyonda zor yer buluyor. (UY/YY)