Kedilerle konuşmayı babaannemden öğrendim. Kuşlarla ve çiçekleriyle de konuşurdu. Aralarında bizim tam olarak anlayamadığımız, açıklayamadığımız bir iletişim vardı sanki. Kuruyan bir çiçek hatırlamıyorum mesela balkonunda, onun ekip de verim alamadığı bir sebze de bilmiyorum. Evimizin karşısındaki bahçede -iklime meydan okuyarak- yetiştirmediği sebze, meyve yok gibiydi.
Kaygıyla yoğrulan, zor bir hayatı göğüslemiş bir kadındı. Gündelik kaygılarımın esiri olduğum zamanlar kendime hatırlattığım, o nasıl baş ediyordu acaba diye düşünüp durduğum bir mekanizması vardı. Şimdi şimdi anlıyorum ki zorlandığı, kaygıyı vücudunda çarpıntılar, ağrılar olarak deneyimlediği günleri de varmış. Ancak bir güç, belki doğaya yakınlığın iyileştirici gücü, onu hep ayakta tutmuş.
Doğayla ilişkisinde sevgi ve emek dışında bir gizem yoktu belki. Severek, gözlerinin içine bakarak büyütüyordu, konuşarak anlaşıyordu. Sert ve topraklı elleriyle yumuşacık dokunuşlar sunuyordu. Ve karşılığında boy boy fasulyeler, tane tane vişneler, kırmızı kırmızı domatesler… Kavunlar, karpuzlar, mısırlar… Yani tabiatın verimiyle sunduğu kucaklayıcı cevap…
Çünkü onun da kabul ettiği gibi; eğer sen bu bahçenin bahçıvanıysan, bu toprak sana bu sebzeleri yetiştirmek için ne kadar emek verdin diye sorar değil mi? Kolaya mı kaçtın, hormonu mu bastın? Zamanında çapaladın mı? Özenle ve düzenle suladın mı? Toprağın sana vereceği sebzenin, meyvenin lezzetini hak edecek ne yaptın? Ki zaten kolay yolu tercih ettiysen o da sana kolayından tatsız tuzsuz, hayatsız ürünler vermeyi tercih etmez mi?
Büyük kentle beraber babaannemin bahçeden koparıp getirdiği mis kokulu domatesler yerini tadı tanımlanamayan kırmızı sulu sebzeye bırakalı çok oldu. Ancak metropol atmosferinde tadı kaçan sadece sebzeler midir, emin olamıyorum. Yaş, hayattan alınan bir şey mi yoksa hayata verilen bir şey mi ondan da emin değilim doğrusu. Yaşlarımızı şehirlere, şehirlerin kötü kokan metrolarına, sürekli çarpışıp durduğumuz kalabalığına, korna seslerine ve derinleşemeyen ilişkilerine veriyormuşuz gibime geliyor. Bu kadar uyarıcı içerisinde derinleşmek için bir sebebimiz kaldı mı ki? İlişkiler de o sulu, tadı tanımlanamayan kırmızı sebzeye bazen ne çok benziyor. Tadı ve kokusu olmadığı gibi hormonu bol olduğundan gerçekliği yanıltan… Çünkü belki de bu bir kent gerçekliği olarak; ilişki değil, ilişki simülasyonudur diyorum.
Diğer taraftan ilişkilerin tatsızlığını kente yüklemek tek başına yeterince geçerli değil. Dönüp bakmak gerek; ne kadar çapa yaptım duygularıma, ne kadar su verdim düşüncelerime. Yeşerttim mi kuruttum mu ötekinin arzularını? İlişki iki kişinin ortaya koyduğu bir ürünse şüphesiz ne kadar sağlıklı bir ürün olacağını onlar belirliyor. Hızlıca serpilen, yetişkin görünümünde ve ebadında ama içerisinde çocuk kalan bir ilişki işte tıbbi ilaçlarla büyütülen, kocaman kırmızı bir çilek gibi, kısa zamanda çürüyor. Bahsedilen tıbbi ilaçlar neler olabilir? Sosyal medya emekçileri olarak sıklıkla başvurduğumuz ‘stalk’, diğerinin her anını kapsayan bir kuşatma, fazlaca akıl yürütüp yürüttüğümüz akıllara koşulsuz inanma ve daha niceleri…
İnsanların sosyal medyadaki paylaşımlarından yaptığımız kişilik analizleriyle çıktığımız yolda son hız ilerliyor ve elbette gerçek karşılaşmalarda duvara tosluyoruz. Belki son dönem ilişkilere yapılan en büyük yatırım zaten sosyal medya yoluyla oluyor. İlişkiyi yeterince görünür kılmak üzerinden… Peki görünür kılınan gerçekleşmiş oluyor mu? Diğer taraftan içine girmeyip kıyısında yürümek için sürekli analiz edilen, yakası bırakılmayan gerçekleşmiş oluyor mu?
Kent kocaman bir bahçeyse burada herkesin payına düşen büyüklü küçüklü toprak parçaları var. O topraklara ekilen ilişkiler var. Evet bu kent bahçesi oldukça kurak görünüyor olabilir, kaotik yapısıyla hiçbir bitkiyi (ilişkiyi) yeşertemezmiş gibi bir hali de olabilir. Ya da sunduğu seçeneklerin bolluğuyla kafa karıştırıcı olabilir. Ancak buna rağmen mümkün. Kentle ilişkiyi kendi isteklerimizi kararlılıkla ifade ederek yoluna koyabiliyoruz. Ektiğimiz ilişkilere ‘iyi’ baktığımızda onlar da mevsimi geldiğinde çiçek açıyor. Yani konuşmayı bileni ne tabiat, ne insan cevapsız bırakıyor.
Babaannemi düşündüğümde kollayan, vermekle ilgili bir sorunu olmayan, ileri yaşlarında bile düşünsel devrimler gerçekleştirebilmiş, onu sarmalayan kaygılara rağmen vazgeçmemiş bir kadın hatırlıyorum. İlişkileri de bu özellikler etrafında yapılanıyordu. Bugün biraz da almanın ve vermenin ne demek olduğunu anlamak, doğadan uzaklaşan halimizde olgun ilişkileri yeşertebilmek adına anlamaya çalışıyorum onu. Bir yaşıma daha girdiğim şu günlerde en çok onun göğsüne konan kuşları, o kuşların sezdiğini, o kuşların bildiğini düşünüyorum. Onun bahçesinden yedikleriyle karınlarını doyuran kuşların, sevgisiyle hemhal olmuşların onu gittiği başka evrenlerde ya da ebedi uykularda yalnız bırakmadığını… Hem topraktan yaratan, toprağa şükran duyanın sonunda bir gün onunla kucaklaşmasından daha güzel, daha huzurlu ne olabilir ki?
Kentin içinde bir bahçede hoplayıp zıplayan tavuklar, incir ağacı gölgesi, ikindi serinliği düşlüyorum. Uçuşan tül perdeler çocukluğa açılıyor. Yalnızca kendisine benzeyen ilişkileri, büyüyen ve genişleyen ilişkileri, aksayan yanlarıyla sevilen ilişkileri düşünüyorum. Yetişkinliğin çocuklukla iç içe olduğu bilgisinden memnunum. Diğerinde çocuk olana temas edebilirsek anlaşabileceğimizden kuşkum yok. Ancak kendi çocukluğumuzu görebilirsek huzura erebileceğimizden de. Hatırlamanın iyileştirici dokusuna güveniyorum.
Kendi endişesini tanıyan ve kendinden ürkmeyen diğerinin endişesini yatıştıracak güce sahip olabiliyor. Kuşların, kedilerin ve domateslerin endişesi dokunmayı bilen ellerde yatışıyor. İnsanın endişesiyse severek ve güvenerek… (BK/HK)
* Manşet görseli: Two People: The Lonely Ones, Edvard Munch (1899)