Cihangir'i Tophane'ye bağlayan Defterdar Yokuşunda, halen kapalı olan İtalyan hastanesinde doğmamla birlikte hayatımın ilk rahibeleriyle karşılaştığımı söyleyebilirim; fakat bunu hatırlamamın pek zor olduğu da aşikâr!
Dört yaşımda Galatasaray'daki Katolik rahibelerin ana okuluna teslim edilip aynı kurumda ilkokulu bitirdikten sonra Tomtom Kaptan Sokaktaki rahibesiz İtalyan lisesine geçtiğimde onuma basmıştım.
Tüm bu süre zarfında gayet uslu, dikkatli, disiplinli, çalışkan ve otoriteyle barışık olduğumdan, yaşamını esasen dine adamış öğretmenlerimle aram daima iyi oldu; ne de olsa sınıftaki daha nevrotik çocuklara yönelik nispeten sert tavırlara hiçbir zaman maruz kalmamıştım. Ama sonraki senelerde aynı okulun sadece kız çocuklarına eğitim veren orta kısmına devam edenlere daha acımasız davranıldığı kulağıma çalınmadı değil. Şehrimizde bolca bulunan benzer kurumlarda okumuşların başından geçmiş olma ihtimali yüksek vakalar bir yana, rahiplerin yönetimindeki bir ilkokulda erkek çocuklarının tacize uğramış olduğunu birinci ağızdan duymuşluğum da var.
(Aradan yıllar geçip yetişkinliğe adım attığımda, küçücük bir çocuk olarak rahibelerin yönetimindeki bir okula yollanmış ve kendi seçimim dışında dine fazlasıyla maruz kalmış olmamın bana tabii ki epeyce yük olduğunu fark etmiştim; fakat İstanbullu bir Levanten çocuğu olarak o yıllarda iyice azalmış seçenekler düşünüldüğünde, dine zaten pek de düşkün olmayan ebeveynimi suçlamayı abes buldum.)
Ergenlik çağıma geldiğimde ise, yaklaşmakta olan coşkun cinsel filizlenmeyi hissettiğimden mi ne, Burgaz Adadaki Avusturya Katolik Kilisesine dadanmıştım. Rahiplere ayinlerde yardımcı olurken seviyeli bir ilişki tutturduğum gibi manastırda yaz kış sabit yaşayan son iki rahibenin şefkatine bilhassa mazhar olmuştum. Ben takıntılı biçimde neredeyse kışın bile, babam ve benden başka hiçbir sivilin olmadığı pazar ayinlerini kaçırmamaya çalışırken, her ne kadar kimseye bağlanmama sözü vermiş olsalar da yaşlı rahibeler bazen benim için özel olarak hazırlanmış ufak hediyelerle bendenizi şımartıyorlardı...
"Nun of Your Business" başlıklı belgeselde ise hayatını manastırda idame ettiren rahibelerin birbirlerini şımartırken ne kadar da dikkatli olmaları gerektiğini görüyoruz. Kadın yönetmen Ivana Mariniç Kragiç'in elinden çıkma çarpıcı belgesel, eskiden Yugoslavya'yı oluşturan diyarlardan Hırvatistan'daki dinamiği ayrıntılarıyla teşhir ederken dinî kurumlardaki çifte standartlara da dikkat çekiyor. Mazide yaşanmış olanların çok etkili bir canlandırma ile seyirciye sunulduğu sekanslar, bir zamanların en başarılı fotoromanlarının sanki günümüze uyarlanmış çağdaş bir versiyonu gibi duruyor.
Kendini dine adayan kadınların gün geçtikçe azaldığı gezegenimizde lezbiyen olarak bir manastırda tutunmanın zorluğuna vâkıf olurken aynı zamanda yasakları delmenin heyecanını da teninizde hissediyorsunuz.
Zorlamaya gerek yok!
Filmin iki kahramanından biri, Marita, köyünde kız çocuklarının erkek arkadaşa sahip olmasının doğal karşılandığını, ama 18 yaşına geldiğinde evlenip çoluk çocuğa karışmalarının beklendiğini de aktarıyor. Marita kendine yakıştırmadığı bu döngünün içine düşmemek için tek çarenin manastıra girmek olduğunu düşünmüş ve kısa bir süre sonra hiç beklemediği şekilde bir rahibeyle ilk lezbiyen tecrübesini yaşamış. Aslında gayet karmaşık duygulara gark olmuş ve devamını getirmek istememiş. Fakat ilişkiye girmiş olduğu rahibe geceleri odasının kapısını ısrarla çalmaya devam etmiş, telefon etmiş, onu mesajlara boğmuş. Bu agresif tavır Marita'da taciz edildiği hissini uyandırmış, kendini mütemadiyen ağlar halde bulmuş. Israrcı rahibe ona takıntılı halde dadanmış, ilişkilerini açıklayacağına dair şantaja başlamış, peşini bırakmayacağını söylemiş. Neyse ki bir süre sonra manastırdan ayrılmış!
Belgeselin ikinci kahramanı Fani'nin mazisinde içip içip annesini sebepsiz yere döven bir baba var. Taşkın enerjisinin bir kere Fani'ye yöneldiğini de öğreniyoruz. Hatta Fani 11-12 yaşlarındayken köyün rahibi ona tacize yelteniyor, fakat küçük yerleşim yerlerinde din adamları o kadar el üstünde tutuluyor ki, Fani'ye muhafazakâr annesi bile inanmıyor.
Erkeksi bedeni ve tavırları belirginleştikçe Fani kendini anormal addediyor ve yıllar boyunca Tanrı'ya "Beni bu hastalıktan kurtar!" diye yakarıyor. Manastır'a girdikten bir süre sonra başka bir manastıra yapılan ziyaret sırasında Marita'yla birbirlerini fark ediyorlar; ama ancak yıllar sonra birbirlerine duygularını açıp kiliseden kopuyor ve mutlu bir birlikteliğe Korçula Adasında yelken açabiliyorlar.
Estetik fotoğraflar
Geçmişin oyuncularla canlandırıldığı belgesellere karşı önyargılarımı anında yok eden bir belgesel oldu "Nun of Your Business."
Hırvatistan-Sırbistan ortak yapımı, 71 dakikalık eserin ZagrebDox belgesel festivali seyirci ödülü kazanmasında ihtimamla çekilmiş fotoğrafların, sıradan fotoroman dilini aşan görüntülerdeki estetiğin, tercih edilen grenli dokunun ve muhteşem oyunculukların payı yüksek olsa gerek. Filme konu olan rahibeleri canlandırmış aktrisler Maruşka Aras ve Mia Anoçiç-Valentiç en başta olmak üzere tüm oyuncu kadrosu ve bilhassa manastır görüntülerinin sanat yönetimi muhteşem.
Senaryo belki biraz dağınık, hatta fazla uzatılmış olabilir, fakat yaşlı ve asık suratlı rahibelerin yönetimindeki manastırlarda kahramanlarımızın birbirine attığı kaçamak bakışlar, bir anda parlayan gözler, gülümsediklerinde yüzlerinde açan güneşler insanın içini bir anda ısıtıveriyor, hatta seyircinin bile kanı kaynamaya başlıyor; "günah"a çağrı adeta perdeden taşıyor...
Filmde birbirine şefkat vermekten imtina etmeyen rahibelerimizi adım adım takip ederken eski taş binaların boş koridor ve merdiven sahanlıklarında yankılanan kıkırdayışları, tatlı tatlı gülüşmeleri tabii ki yaşam coşkusu törpülenmişlerin asabını bozuyor. Fakat düzenli olarak gerçekleşen bazı rahibe yakınlaşmalarının bilindiği ve görmezden gelindiği ihtimali de filmde ifade edilenlerden.
Manastır gibi steril bir ortamda, tüm engellemelere rağmen yine de kurulabilmiş duygusal münasebetlerin ardından kıskançlıklar, kavgalar ve tehditler de geliyor haliyle.
Yaşasın özgürlük!
Hürriyetlerine kavuştuktan sonra kahramanlarımız maziyi değerlendirirken manastırların dışarıdan görüldüğü gibi mükemmel olmadığını ifade ediyorlar. Tamam, dinî kurumlar din insanlarına belirli bir rahatlık ve konfor sunuyor, fakat kusurları ve çarpıklıkları göze battıkça sorgulanır hale geliyorlar.
Hatta baş rahibenin bir ara manastır bünyesinde, kendini sadece dine adamış rahibeleri belirli bir politik partiye oy vermeleri yönünde zorladığını da öğreniyoruz. Dinin siyasete alet edilmesi din insanlarına atfedilen saygınlığı bir anda yerle bir etmiyor mu?
Belgeselde verilen, engelli kadınların Hırvatistan'da rahibeliğe kabul edilmediği malumatı doğruysa, vaziyet bu açıdan da vahim!
Ömrünü adadığı manastırdan bezince kaçmaya girişmiş yaşlı bir rahibenin anekdotu da çarpıcı: Rahibenin hayatı boyunca körü körüne bazı değerlere inandığını idrak edip kendini sokaklara atması ne kadar acıklı, değil mi?
Belgeselde ifade edilen, gün geçtikçe daha az kadının rahibeliğe heveslenmesi, dinin ve kilisenin toplumdaki ağırlığının hızla azaldığının göstergesi oluyor; film de zaten bu yöndeki bir finalle seyirciyi ferahlatıyor.
Marita, onu eşcinsel kimliğiyle seve seve kabul eden akrabalarının yanına, Adriyatik denizindeki Korçula adasına Fani'yle yerleşiyor; önce evi yaşanır hale sokabilmek için inşaatçılar gibi çalışıyorlar, akabinde tarım ve balıkçılıkla uğraşıyorlar; istikbalde de çocuk sahibi olma planları yapıyorlar.
Tüm yaşananlara rağmen Fani daha önce olduğu gibi Tanrı'ya inanmaya devam ettiğini söylüyor, ama herhangi bir cemaate veya LGBT grubuna dahil olmayı hiç düşünmediğini ciddiyetle ifade etmekten de geri durmuyor.
Marita'nın deriden mamul kapkara rahibe ayakkabılarının yerine klasik Converse modelini tercih edip manastırda şimşekleri üzerine çektiği zaman çok geride kalmıştır. İki sevgili hürriyetlerini doya doya yaşayacaklardır.
Asıl şimdi yaşamları hakkında başkalarının ne düşündüğü önemini yitirmiştir...
(RL/AÖ)