Salgın, hastalık, kapanma, iç sıkıntısı, bulantı-bunalım bir yandan; kaybettiklerimiz, endişelendiklerimiz, yas tuttuklarımız, üzüldüklerimiz öbür yandan. Bir türlü demokratikleşmememizin sancıları, acıları da var; ekonomik krizin ağır etkileri, gündelikleşen, normalleşen eşitsizliğin, yoksulluğun efkârı da... Belirsizlik ve bilinmezlik, Sezen Aksu'nun da dediği gibi, neye yanacağımıza şaşırtıyor, ne yapmamız gerektiğini, hangi yöne koşmamız gerektiğini bulanıklaştırıyor. Öyle bir kalakalma, kötürümleşme ve yorgunluk hali.
Neyse ki bizden büyük doğa var, hâlâ ve iyi ki: Bahar hep gelir, zar zor da olsa, her zamankinden daha çok beklense, takatimizin kalmadığına emin olsak da yetişir imdadımıza. Herkes umudu, yenilenmeyi, tazelenmeyi kendine uygun bir mecrada arar, kimi cemre sayar, kimi ateşle kucaklaşır, kimi kendini hâlâ serin tuzlu sulara bırakıp "sezonu" şipşak açıverir. Üst paragraftaki karanlık, umutsuz, yorgun iklimde bile, bu böyle.
Yepyeni bahar şarkıları
Benim gibi bazıları için de yepyeni bahar şarkıları çıkınca, daha önce duyulmamış sözler, notalar, ezgiler gün yüzü görünce, özlediklerimizin yanında yepyeni sesler nefesler işitilince güneş ilk kez içimize dolar, paslı, dertlerle dolu kış geçmeye yüz tutar. Salgın da, kriz de, baskı da, yılgınlık da bir vakit geçer.
Kilitlenmiş, çökmüş, kepenkleri indirmiş müzik dünyası da doğa kanunlarını ve insan doğasını takiben yine tomurcuklanıyor, kilitleri çeviriyor, bizi adımızla çağırıyor bir kere daha.
Köfn: Çölde vaha bulmak gibi
Aslında geçen yaz sonu çıkan ve benim gecikmeyle keşfettiğim (o da Yavuz Hakan Tok sayesinde) Köfn albümü "Dans", son aylarda yürürken, spor yaparken, yemek yaparken adeta fon müziğim oldu (belki amaçları bu değildi ama ne yapalım; biz de isterdik kulüplerde bu şarkılarla dans etmeyi). Bu arada Köfn, Salman Tin ve Bilge Kağan Etil'in oluşturduğu bir elektronik-pop-dans ikilisi. "Dans"taki şarkılardan "Geri Dön" ve "El" zaten hiç tereddüt etmeden, davet beklemeden öne çıkıyor ama diğer ikisi de gayet iyi. Adı üzerinde bizi dans etmeye, kıpırdanmaya çağıran, hafif ve uçucu ama sıradan ve anlamsız olmayan, gayet eğlenceli şarkılar, kâh 80'lere kâh bugüne kâh Londra'ya kâh Oslo'ya selam çakan altyapılar ve hallerinden, tavırlarından, sözlerinden ve Tin'in şarkı söyleme biçiminden akan bir bugüne/buraya ait olma hissi tetikliyor. Sürekli ötekileştirildiğimiz ve paylaşmadığımız yerli ve milli değer kurgularından ötürü kapının gösterildiği bir ortamda, bizimle aynı Starbucks'a giden (gördüm), aynı parkta klip çeken, aynı şeyleri giyen ve bu kadar iyi şarkılar yapan bir ikiliye denk gelmek, en klişesinden bir benzetmeyle çölde vaha bulmak gibi. Hem de Leyla ile Mecnun ve türevi masallar olmadan.
Edis: Starlar yerlerinde durmaz
2010'lardan miras starlardan Edis ve Mabel Matiz de birer şarkıyla arz-ı endam ettiler, teşrif buyurdular. Edis, melodik, akılda kalıcı ve Ozan Çolakoğlu tarafından muhteşem biçimde düzenlenmiş şarkısı "Martılar" ile bildiğimiz/hatırladığımız haline geri dönmüş gibi. Platin sarısına boyanmış saçları ve hip/hop kültüründen ödünç alınmış manzum ve zorlama sözleri bırakmış (gibi). Sanki Los Angeles'ın daha "badass", daha fırlama ve tekinsiz bir mahallesinden daha ziyade makbul Latino'ların beyaz kankalarıyla partiledikleri bir semtine taşınmış gibi. Bence Fransız taşrasında Çok Çok oynadığı zaman da iyiydi ama starlar yerlerinde durmazlar elbette. Benimki de laf.
Mabel Matiz de tebdil-i mekânda ferahlık arayanlardan
Yerinde durmayıp, tebdil-i mekânda ferahlık arayanlardan biri de Mabel Matiz. Yeni teklisi "Kahrettim" ile bir süredir "takılmış" olduğu Anadolu irfanı, tasavvuf temaları, pastoral güzellemeler temalarından-bağlamlarından uzaklaşmış, içi hâlâ yansa ve ne yapsa yaralarını "sağaltamasa" da ses, müzik ve klibindeki görsel dünya ile Berlin'e gitmiş. Güneş doğudan yükselir ama batıdan da batar tabi. Ben "Kahrettim"i depresif şiirselliğini bu kadar soğuk, elektronik ve çok boyutlu, adeta teknik, bir düzenleme ile (by Flytones) sunabilmesiyle çok sevdim.
Erol Evgin: Yorgun düşmeyen bir yıldız
Müzik dünyamızın yılgınlığa kapılmayan, yorgun düşmeyen, teslim olmayan yıldızları Erol Evgin ve Nükhet Duru da kapımızı çalan baharı es geçmeyenlerden. Hemen herkesten "Altın Düetler 2" albümü ile eleştiri alan ve orada aradığını bulamayan Evgin, benim de dahil olduğum bir grup dinleyici tarafından daha önce söylemediği şarkıları akustik olarak kaydetmeye davet edilmişti. "Bizi duydu" falan demeyeceğim ama muhteşem bir fikirdi (herhalde) ki yeni albüm "Sevdiklerim" bu formülü takip etmiş ve bir öncekinden çok daha iyi bir netice alınmış. Özellikle Sıla'dan çıkan son hit şarkı olan "Yan Benimle", Sezen Aksu ve Zuhal Olcay'dan sevdiğimiz "El Gibi", Emre Aydın ile Model'den kalan" Bir Pazar Kahvaltısı" iyi ki burada yer bulmuşlar dedirtiyor; o kadar uygun düşmüş Evgin'in sesine ve tavrına. Elbette içimizden başta "Her Şey Seninle Güzel" olmak üzere Evgin'in seslendirmediği Çiğdem Talu-Melih Kibar şarkılarını dinlemek de geçerdi. O da belki başka bahara.
Sesi, nefesi ve neşesiyle Nükhet Duru
Duru ise "Kapıldım Gitti" isimli bir tekli ile geri döndü. Bu bir Balkan türküsüymüş, üzerine Şebnem Sungur söz yazmış ve Cenk Erdoğan harika şekilde coşkulanan bir düzenleme yapmış. Duru'nun sesi, nefesi, neşesi yerinde belli ki; kim bilir belki önümüzdeki aylarda "Mavi Düşler" ile başlayan üçlemenin sonuncu eserini de duyarız bu havanın etkisiyle.
Bu arada Işıl Yücesoy'dan Işın Karaca'ya, Deniz Seki'den Hadise'ye, Ziynet Sali'ye önceki kuşaklar bir gayretle güneş bizi hepten ısıtıp yakmadan yer tutmaya çalışırken; her anlamıyla "retrograde" bir Aleyna Tilki, Sinan Akçıl ve Mustafa Ceceli desteğiyle (ve niyeyse tam Hande Yener şarkısı gibi tınlayan) "kendimin delisiyim" diyen Cemal Can, galiba bozuk telaffuzlu tekno-arabesk gençliği temsil eden Tuğçe Kandemir (yeni nesil Rafet El Roman), LA'in bambaşka bir (queer) mahallesine taşınmış gibi duran Kerimcan Durmaz ve sayısız diğerleri de YouTube gezegeninde yaşayanları eyliyor.
Gelmiş geçmiş her kuşak gibi Z'yi de tavlamaya en büyük aday olan Ajda Pekkan'ın da mobilya reklamlarında hologramıyla rap yapması bitince çıkacak yeni EP'sinin haberleri ortalığa düştü; bir ihtimal, bu sene o senedir.
Eski bir Nilüfer şarkısının da "ümidini hiç kırma, boşver sen aldırma" dediği gibi, kendimize dikkat etmeli, korumalı, ihtimam göstermeli ve gelebilecek daha kötü günlere karşı güçlü olmaya çalışmalıyız. Belki umduğumuzdan iyi geçer yaz.
Sosyolog, Sabancı Üniversitesi’nde öğretim üyesi. Doktora derecesini 2010 yılında University of Southern California Sosyoloji Bölümü’nden aldı. Araştırma alanları erkeklik, cinsiyet ve cinsellik, kent, çalışma-iş, hareketlilikler,...
Sosyolog, Sabancı Üniversitesi’nde öğretim üyesi. Doktora derecesini 2010 yılında University of Southern California Sosyoloji Bölümü’nden aldı. Araştırma alanları erkeklik, cinsiyet ve cinsellik, kent, çalışma-iş, hareketlilikler, popüler kültür, küreselleşme ve neoliberalizm. Yazıları daha önce çok sayıda derleme kitapta ve Sexualities, Journal of Gender Studies, GLQ, Social Politics, Toplum ve Bilim, Doğu Batı ve Cogito gibi akademik dergilerde yayınlandı. Kitapları arasında Yeni İstanbul Çalışmaları (2014, Metis), The Making of Neoliberal Turkey (2016, Routledge), Queering Sexualities in Turkey (2017, IB Tauris) ve Kültür Denen Şey (2018, Metis) var.
Hak odaklı, çok sesli, bağımsız gazeteciliği güçlendirmek için bianet desteğinizi bekliyor.
bianet’te staj yapmayı ben de beklemiyordum. Staj başvuru formunu “Moleküler Biyoloji ve Genetik mezununu almazlar zaten,” diye düşünerek doldurdum. Sonra o malum e-mail geldi. Nasıl bir heyecanla başladıysam zaman da çok çabuk geçti burada. Güzel zaman çabuk geçermiş.
Stajdan önce, günümüzde çok ihtiyaç duyulan hak odaklı haberciliği icra etmeye, sahip olduğum okuma ve yazma becerilerini bir alana yönlendirmeyi düşünüyordum. Okur-yazarlığımı faydalı bir şeye dönüştürmek istiyordum. Staja geldiğim ilk gün dedim ki “Ben ekoloji, kadın ve LGBTI+ haberleri yapacağım. Marjinalleşmiş gözüken bu alanları gazetecilik sektöründe daha çok parlatacağım”. En azından hedefim buydu. Dikmece’deki ekolojik yıkıma dair haberimden tutun Macaristan’daki Onur Yürüyüşü'nün yasaklanmasına kadar içime sinen birçok haber yazdım. Atölye BİA’da Boğaziçi öğrencileriyle birlikte Evrim’den ve Orhan hocadan Toplumsal Cinsiyet Atölyesi aldım. Ben de öğrencilerle birlikte toplumsal cinsiyet, çocuk ve hak odaklı habercilik nasıl yapılır, onu öğrendim.
Zorluklar
En zorlandığım kısmı söyleyebilirim bu süreçte, bazen haber yaparken daha soğukkanlı olmak gerekiyor. Ben bunu yapabildiğimi düşünüyordum fakat geçen gün Macaristan’daki Onur Komitesi'yle konuştuktan sonra habere yazmak için Stonewall İsyanı’na bakmam gerekti. Yaşananlardan ötürü birden gözümden yaşlar boşalmaya başladı. Lubunya tarihi okuyunca bendir…
Ruken’in beni hem bir gazeteci hem de bir feminist olarak desteklemesi, motive etmesi çok değerliydi. Evrim’in birden içinden gelen şarkı söyleme isteği ve attığı feminist sloganlar, Vecih’in ve Murat’ın benimle ilgilenmesi, Hikmet’in sessizliği ve komik cevapları, Ali’nin hem alaycı hem ciddi mizacı, Korcan’ın yerinde duramaması, Leyla’nın sohbetleri (dedikoduları)… bianet’teki bu samimi detaylar yapbozun parçaları, bu parçaları birleştirdiğinde aslında ortaya bir aile tablosu çıkıyor. Aradaki bağ yapay ve hiyerarşik değil, oldukça organik. Herkes güleryüzlü! Ben de bu ailenin bir parçası oldum.
Asıl yanımda oturan üç kişiyi sona bıraktım. Aile tablosundaki eğlenceli iki kardeş: Tuğçe ve Aren, özellikle ikisi birlikte olduğunda onlarla eğlenmemek mümkün değil. Tuğçe’nin sivridili ve gülme efektleriyle, bira arkadaşım Aren’in mizahi yönü birleşince antidepresan etkisi yaratıyor. Bir de benimle birlikte başlayan canım stajyer arkadaşım Gülsüm, her defasında “Çok konuştum. Kafanı şişirdim,” deyip durmasa… Konuş be konuş! Gülsüm’ün fotoğraf makinesinde bir sürü anı da bıraktık. En güzel stajyerlik dönemim olarak kalacağına eminim. İyi ki stajımı bu samimi aile tablosunda yapma şansı buldum. Mişko, Mêşo ve Küba’yı özleyeceğim. (DT/TY)
Doğa Tekneci'nin bianet'te yayımlanan haber ve yazılarını görmek için tıklayın.
"Okullardaki gibi onlara kızan, bağıran birileri yok ve de burada ilk kez ailelerinden ayrı kalıyorlar, hayatı görüyorlar, bulaşık yıkıyorlar, bunlar da onlar için heyecanlı bir deneyim oluyor ve anısı kalıyor."
Erken saatte başlayan bir okulun mesaili çalışan bir müzik hocası olarak, bayram tatili çok kıymetli oluyor. Ne yapsam, nerede dinlenirim diye düşünürken yıllardır merak ettiğim Nesin Köyü geliyor aklıma, bu tarihte kamp olacağını bile düşünmemişim, sadece kalıp ortamı solumak isterken, şansıma derslere denk geliyorum. Doğasıyla, manzarasıyla, kütüphanesiyle insanı öğrenmeye teşvik eden bir yer burası. Bildiğimiz okullara benzemiyor. Çok etkileniyorum ve Ali Nesin’le okul hakkında bir söyleşi gerçekleştiriyorum. Bizi kırmıyor, okulunu anlatıyor. Keyifli okumalar!
Matematik ve Oyun kampının ismi çok oldukça ilgi çekici, üstelik davetkar. Matematik bir oyun mu? İsme nasıl karar verdiniz?
Matematikte yirminci yüzyılın başlarında bulunmuş oyunlar kuramı vardır. John von Neumann da bu konuyu kitaba ilk taşıyan matematikçidir. Hatta Akıl Oyunları (A Beautiful Mind) filminden bildiğimiz John Forbes Nash da bu kuramın katkısı sayesinde ekonomi ödülünü alır.
Çocukların tatil günü bir kursa veya kampa katılmasını teşvik edip, matematikten korkmasını engelleyecek bir başlık aynı zamanda…
Matematiği bir anlamda oyun olarak görebiliriz. Doğaya karşı tek başına oynanan bir oyun. Matematik doğayı, doğanın yasalarını, evrende hangi kuralların işlediğini anlamamıza yardımcıdır sonuç olarak. Bir mücadele veriyor, dünyada kimsenin bilmediği sorular üstüne çalışıyorsun. Bilinmeyeni bulmaya uğraşıyorsun. Bu bir oyun değil de ne?
Peki içeriği nasıldı bu kampın?
Biz bu kampta birçok oyun oynadık. Bu oyunlar tüm bilginin satranç gibi ortada oynadığı oyunlar. Son derste oynattığım hapishane oyunu en zoruydu. Malesef Covid sebebiyle kaybettiğimiz Conway’in yüzlerce oyunundan biridir. Çözemeyeceklerini de biliyordum ama çocuklar çok meraklıydı ve zekice sonuca ulaşmaya yaklaştılar. Şaşırtıcı bir sonucu vardır bu sorunun.
Genelde kimler geliyor derslerinize?
Bazen anneler babalar “Çocuğumu yollayacağım kampa.” diyorlar, ben de Aras Kargo ile alıyoruz diye espri yapıyorum. Çünkü ailesinin dayatması ile gelmesini tercih etmiyorum çocukların. Kendi istekleriyle gelsinler istiyorum. Kimisi yapamıyor, eksikliğini gidermek istiyor, kendi isteyerek geliyor. Böyle akıllı çocuklar da var. Anlamadığı şeyi aşağılamıyorlar, kedi uzanamadığı ciğere pis der misali…
Okullarda matematik dersi çok önemli değil mi? Nasıl buluyorsunuz eğitimi?
Biz dünyaya matematik sayesinde anlıyoruz, elimizde başka bir veri yok. Ama sanki matematik bu kadar önemli değilmişçesine müfredatta çok fazla detaya kaçılıyor. Ayrıca nelerin öğrenilmesi gerektiğinin dışında nelerin öğrenilmeyeceğine de karar veriyorlar ve bu haksızlık. Daha iyi öğrenen ve ilerlemeye açık çocukların daha çok öğrenmesini nasıl engelleyebilirsiniz ki? Bu yüzden müfredatın mutlak doğru olarak görünmesine karşıyım ve konuların öğrenciye göre düzenlenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Öğretmenler de çocukların matematiği sevmemesine sebep oluyor sanki…
Maalesef evet. Kusura bakmasınlar ama öğretmenler de yeterli değil çoğu okulda, çünkü sınavla gelmiyorlar. Onlar yetersiz olunca da öğrenciler matematikten daha kolay soğuyor…
Peki Matematik Köyü’nden çıkan öğrencilerin geri dönüşleri nasıl?
Bilinen bir gazeteci geçenlerde bize yazmış, yeğenleri gelmiş bizim kampa ve hala anlata anlata bitiremiyorlarmış. Öğrencilerin hepsinin öğrenme seviyesi farklı ve biz onlara burada alan da tanıdığımız için hepsi kendi öğrenme hızında zevk alarak matematiği deneyimleyebiliyor. Okullardaki gibi onlara kızan, bağıran birileri yok ve de burada ilk kez ailelerinden ayrı kalıyorlar, hayatı görüyorlar, bulaşık yıkıyorlar, bunlar da onlar için heyecanlı bir deneyim oluyor ve anısı kalıyor.
Daha çok bilgi ve kaynağa ulaşması için öğrencilere ne önerirsiniz?
Ben öğrencilere hep, kendini annenle, babanla, mahallenle kısıtlı tutarsan ilerleyemezsin diyorum. Evrensel bir eğitim almalı ve kendini Oxford’daki, Cambrigde’teki, Harvard'daki yaşıtlarınla yarışmalısın diyorum. Dünya çapında olmak için müfredat dışına çıkmak şart özetle. Bizim zamanımızda imkanımız yoktu, sadece sahaflardan kitap toplardık ama şimdi imkan çok, internet var ve yabancı dil daha yaygın. Araştırsınlar ve neyin kendilerine göre olduğunu anlayacaklar. Okumalarını ve düşünmelerini tavsiye ediyorum kısacası.
Düşünmek çağımızda önemini kaybediyor ama sanki…
Ben de birkaç gündür bunun üstüne düşünüyorum. Şunu gözlemliyorum, gençlerin çoğu anlamaktan ve düşünmekten vazgeçmiş durumda. Peki neden? Çünkü bir şeyi anlamak için karşıda anlaşılacak bir şeyin bulunması gerekiyor. Mesela benim küçüklüğümde annem ve babam bana bir bisiklet almıştı. Bisikletin freni bozulmuştu ve ben vidayı sıktım. Meğer gevşetmek gerekiyormuş. (Gülüyor.) Ama bu şekilde çözdüm, anladım. Çünkü bir çok şey mekanikti ve anlaşılırdı. Şimdi ise çoğu şeyi anlamak çok zor, yeniliklerin hızına yetişilemiyor ve çocuklar bu dünyanın anlaşılmaz olduğuna karar verdikçe düşünmekten de vazgeçiyorlar. Anlayamam bunu diyerek sadece bana hangi tuşa basıcam ya da ne yazıcam onu söyle noktasına geliyorlar, anlamamayı kabul etmek de eğitim hayatına sirayet ediyor, çocuklar ezberliyorlar, ne yapmam gerekir diyerek icraat istiyor. Bu da çağımızın çocuklarının büyük handikapı.Bu ya pandeminin etkisi ya da modern çağın temel problemi. Mekanik olmayan anlamadığımız şey sayısı arttıkça meraktan da uzaklaşılıyor.
Peki daha iyi anlamak için önerdiğiniz başucu matematik kitapları var mı?
Türkiye’de çok fazla çeviri kitap yok. Kendi kitaplarımı önerebilirim. Onları kendi çocuk halimi düşünerek yazdım. Çünkü okur kitlesini, daha doğrusu seviyesini neye göre belirleyeceğinizi bilemediğinizde en doğru eylem kendinizden yola çıkmak oluyor. Bir de TÜBİTAK Yayınları’nı önerebilirim naçizane.
Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?
Köyümüzü ziyaret etmek isteyenler, nesinkoyleri.org sayfasından yıl içindeki etkinliklerimizin tarih ve detaylarına ulaşabilirler.
1987'de Ankara’da doğdu. 2008’de yine aynı şehirde Bilkent Ünüversitesi Müzik ve Sahne Sanatları’ndan mezun oldu. Mezuniyetin ardından İsviçre’ye taşınıp Hochschule der Künste Bern’de master yaptı...
1987'de Ankara’da doğdu. 2008’de yine aynı şehirde Bilkent Ünüversitesi Müzik ve Sahne Sanatları’ndan mezun oldu. Mezuniyetin ardından İsviçre’ye taşınıp Hochschule der Künste Bern’de master yaptı ve üç yıl orada çalıştı. İstanbul’a döndükten sonra doktorasını da tamamlayarak, birçok yerde ders vermeye başladı. Yazmaya olan tutkusunu keşfetti ve yedi kitap yayınladı. Hâlâ tiyatro yazarlığı eğitimine devam ediyor ve bağımsız yayınlarda kültür sanat haberleri yapıyor.