Türkiye asıllı Yahudi yazar Moris (Musa) Farhi 5 Mart 2019 Salı günü hayatını kaybetti. Ailesi Sefarad Yahudisi olan Farhi, 1935 Ankara doğumluydu.. Robert KolejiNde okudu. Edebiyat Fakültesi’nden 1954’te mezun olduktan sonra İngiltere’ye eğitimini sürdürmek için gitti. Londra'da Tiyatro Sanatları Kraliyet Akademisi'nde (Royal Academy of Dramatic Art - RADA) eğitim gördü. 1956 yılında mezun oldu ve Londra'da yaşamaya devam etti. Kısa bir aktörlük kariyerinden sonra yazmaya başladı.
Uluslararası PEN Kulübü'nün 1994-1997 yılları arasında Hapishanedeki Yazarlar Komitesinin (Writers in Prison Committee) İngiltere yöneticisiydi ve International PEN'in 1997-2000 yılları arasında Yazışma Komitesindeydi. 2001 yılında Kraliçe Elizabeth II adına İngiltere hükümeti tarafından Moris Farhi'ye MBE unvanı verildi.
Farhi 2001 yılından beri Uluslararası PEN Kulübü'nün başkan yardımcılığı görevini sürdürüyordu.
Farhi’nin türkçe’de yayınlanan eserleri: “Yabanda Yolculuk” (Yapı Kredi, 1998), “Genç Türk” (İthaki, 2005), Gökkuşağının Çocukları (İthaki, 2005), Atanmış Erkek (Everest, 2010)
Farhi 2008’de Şalom Gazetesi’nin 60. yıl kutlamaları çerçevesinde düzenlediği, “Doğu ve Batı arasında sıkışmış bir kimlik: Dünümüz, bugünümüz ve yarınımız” konulu panele konuşmacı olarak katılmıştı. “Cennette bir evlilik? Ülkeler ve azınlıkları” başlıklı sunusu Farhi’nin nasıl bir kültürel ortamda yetiştiğini ve dünya görüşünü yansıttığı kadar otobiyografik özellikler de taşıyor.
Şalom Gazetesi’nde Renata Katz çevirisiyle yayınlanan yazıyı yayınlıyoruz:
***
Ben Ankara’da gençken, Yenişehir adlı bir semtte yaşıyordum. O günlerde Ankara, benim gibi eskilerin hatırlayacağı üzere yeni yeni gelişmekte olan bir şehirdi ve Yenişehir de adından anlayacağınız gibi Ankara’ya yeni eklenen bir bölgeydi. Şehrimizin ucunda “Bomonti” adlı bir bira fabrikası vardı, yanlış hatırlamıyorsam. Onun ardında ise Çingenelerin yaşadığı bir yer vardı. Çocukluğumun bir kısmını orada, Çingene çocuklarla oynayarak geçirdim. Günümüzde Çingeneler kendilerine “Roman” olarak hitap edilmesini tercih ediyorlar; ancak benim bildiğim ve beni kardeş bilen Çingeneler, bu eski ada bağlılıklarını koruyorlar. Onlar için “Çingene” adı, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin öldürdüklerine bir saygı duruşu gibidir. Hâlâ Çingeneler ayrıma uğruyorlar, birçok Avrupa ülkesinde bildiğiniz gibi, zulüm görüyorlar. Bu sözcük, bu kişiler için bir selam anlamına geliyor.
Çingene arkadaşlarımdan birinin babası benim amcam oldu ve o, her işe yatkındı. Elektrik işlerinden marangozluğa, halı dokumacılığına kadar elinden her şey geliyordu. Barakasının ardında bir hurda yığını vardı ve bana Aladdin’in hazinesini andırırdı. Burada çok farklı malzeme vardı ve o, onlardan bir yedek parça üretebilme yeteneğine sahipti. Dostum ve ben büyülenmişçe saatlerce karşısında oturup, onun yaptığı işleri izlerdik. Kendisi genel olarak, orada oturanların ihtiyaçlarına cevap veriyordu. Bir gün bir telgraf sistemi icat etti, böylece dostum ve ben Mors Kodu’nda, 20 metrelik bir mesafe üzerinden birbirimize mesajlar gönderebilmiştik.
Ona o kadar hayrandım ki, şunu sordum: “Bu sayısız becerileri nereden öğrendiniz?”
Üstünde durmadan şunu söyledi:
“Benim babam bir Çingene’ydi ve bana at eğitmeyi öğretti. Bir Yahudi elektrik konusunda, bir Ermeni makinelerle ilgili, bir Rum marangozluk, bir Azeri dikiş ve dokuma, bir Kürt tuğlacılık, bir Laz ayakkabı tamirciliği, Arnavutluk’tan gelen bir kişi kaynak yapmayı, Sudanlı bir kişi yağmurda dansı ve bir Çinli bana nasıl yaylı enstrümanlar yapılacağını öğretti.”
Sonuncusu beni çok şaşırttı. “Türkiye’de Çinliler var mıydı?”
Gülümsedi ve dedi ki “Neden olmasın, burada Tanrı’ya şükür diğer bütün halklar var. Benim tanıdığım Çinli, Liverpool, diye bir yere doğru gidiyordu. Bilmiyorum neden; ama eminim ki onlara da yaylı çalgılar yapmayı öğretecektir.”
Bu yanıtı asla unutmadım. Onun altında yatan mesaj “çoğulculuk” ve “beraber yaşamanın mucizelerinin” bizi sadece zenginleştireceğiydi. Tüm gençliğim boyunca bu aklımdan hiç silinmedi. Bu şekilde farklı ırk, din ve uluslardan gençlerle arkadaşlık kurdum.
İstanbul’a geçtiğimde Robert Kolej’e gittim ve ondan sonra bir erişkin olduğumda da bu öğretiyi, hayatımın en önemli dersi olarak benimsedim. Bugün “çoğulculuk”, azınlıkların refahı ve onların kültürlerinin korunması, benim en önemli inancımdır. Buradaki insanlık, dincileri ve milliyetçileri utandırmaktadır. Bütün bu doktrinler, bazı güçlerin eline geçtiğinde savaşa neden olur, oysa çoğulculuk asla savaşa neden olmaz. Eğer cennete yapılan evlilikler varsa, bunun ilk örneği çoğulculuktur, diye düşünüyorum. Çoğulculuk, bence demokrasinin de ön koşuludur. Daha da önemlisi içinde yaşadığımız parçalanmış dünyada, ki burada inançlar, ırklar, bayraklar, kültürler ve zenginlik oluşan delinmeler çoğulculuğa büyük zarar vermektedir. Refahımıza büyük zarar vermektedir. Çoğulculuk insanlığın sürdürülmesi için, bu durumda son derece önemlidir. Türkiye’de, Avrupa Birliği’nde çoğulculuk önemlidir. Türkiye bu noktada aslında, AB’nin parçası olmalıydı, diye düşünüyorum. Çoğulculuk, bana kalırsa diğer birçok ülkeye göre Türkiye’de daha kuvvetlidir. Çok kültürlü insanların beraber yaşaması etiği, aslında Osmanlı İmparatorluğu’nda gelişmişti. Çoğulculuk İslam’ın Altın Çağı’nda ortaya çıkmıştı ve daha sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi sınırları altında, birçok millete davranışında çoğulculuğun yansımasını gördük. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda ilkelerinden biri haline geldi. Osmanlı İmparatorluğu’nun ve daha sonra Türkiye’nin, nasıl zulüm gören kişilerin kurtarıcıları olduğunu örneklerle açıklamak isterim:
Osmanlı, 14. yüzyılda Bizans İmparatorluğu’nun zulmettiği Romanyotları, 15 ve 16. yüzyılda Beyazıt bildiğiniz gibi Yahudi ve Müslümanları konuk etti. Onlar, engizisyondan kaçıyorlardı. Sonraki yüzyıllarda zaman zaman farklı Avrupa ülkelerinden kaçan Yahudiler, Osmanlı İmparatorluğu’na geldi. 17.- 18. yüzyılda Habsburg İmparatorluğu, Sırbistan ve Bulgaristan’ı işgal ettiğinde oradan kaçan Yahudiler ve Müslümanlar bu ülkeye geldi, Ukrayna’dan da geldiler. 19. yüzyılda ise Yunanistan, Romanya, Sırbistan ve Bulgaristan gibi yeni bağımsızlığını kazanmış ülkelerden kaçan Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanları aldılar. Ondan sonra Orta Asya’da Rusya’dan kaçan insanları konuk etti. Kuzey Afrika, Mısır ve Bosna’dan ki bunlar Fransa, İngiltere ve Avusturya tarafından işgal edilmişti, halklarını konuk etti. Avrupa’nın pek çok kısmından gelen Hıristiyanları da 1815 ve 1848’de liberal baskıların kurulmasından sonra konuk etti. 1881’de Rusya’daki pogromlardan kaçan Ruslar da sığındı. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1912’de Selanik’i Yunanistan’a devretmesinden sonra oradan kaçanları, 1917’de Bolşevik Devrimi’nden sonra Rusya’dan ayrılanları ve Nazi Rejiminden kaçan Yahudileri kabul etti. Bosnalılar, Arnavutlar ve Iraklı Kürtler de 1990’ların çalkantılı günlerinde Türkiye’ye gelebildiler. Sadece I. Dünya Savaşı’nın karanlık günlerinin gölgelediği, çok güzel bir sicil bu.
Hem Türkler hem de azınlıkları bu gidişattan büyük fayda gördüler, beraber yaşadılar. Türkler ve azınlıklar aynı yatağı paylaşarak, sadece birbirlerinin yaşama kültürü ve biçimini zenginleştirmekle kalmadılar, aynı zamanda bu ülke biraz daha fazla bilinseydi, beraber yaşamaları bir umut ışığı olacaktı. Ne yazık ki Avrupa ülkelerinde İslam’a karşı bir önyargı var ve aşırıcılık, güçlülerin yönetimi, sömürgecilik ve dünya hakimiyeti hırsının kutsal politikalar haline geldiği ve Avrupa’nın birçok tarafında hâlâ yüceltildiği bir ortamda bu önyargı da devam ediyor. “Oryantalizm” denir, “Levantenizm” denir, “Balkancılık” denir. Bunlar, Avrupa sömürgeciliğinin ve Avrupalı olmayan kültürleri küçümsemenin bir sonucudur. Aslında bu görüş insanlığın kan kardeşliğini yüceltir. Hayvanlar ve bitkiler gibi çoğuluz, farklıyız ama bu bir yere kadar güzel. Birbirimizin sanat ve kültüründen zevk alabilir ve birbirimizin tapınaklarına gidebiliriz. Çingenelerin size söyleyeceği gibi, “Tanrı tüm tapınaklarda mevcuttur.” Budist tapınaklarından Grek tapınaklarına kadar. Bu ruh hali içinde yaratılışın güzelliklerini kutsayabilir ve pozitivist bir ruh hali içinde bu gizemleri araştırabiliriz.
Son derece farklı bir dünyada yaşadığımızı bilmeliyiz. Çoğulculuğun tersi olan tekilcilik (singularism) hiç bir zaman yaratıcı olamaz. Tekilcilik, hiç değişmeyen klonlar üretmekle kalır. İnsanlık, kurgusal bir zenginlik arkasında aslında yoksullaşır. Tekilcilik bir ölüm fermanıdır. Bunu uygulayan bir ülke, ne başka ülkelerle olumlu ilişkiler kurabilir ne de kendi sınırları içinde özgürlük, eşitlik ve rahatlık sağlayabilir. Tekilciliğin ulaşmaya çalışan, her strateji ve siyasi sistemin elindeki ilk araç dışlayıcılıktır. Onlar bu ideolojinin esnek olmayan, sınırları içine girmeyen her konuyu dışta tutmak isterler. Aslında tekilcilik kendi haklarına güç, onur ve şeref kazandıracağını düşünürler ancak tekçiliğin yandaşları, bizim içimizdeki en kötü yanların ortaya çıkmasına neden olur. Tekçiliğin var olması için kurbanlar oluşturulur, yabancı figürler ortaya çıkarılır. İçimizdeki kötülükleri bu yabancının sırtına atarız. İçimizde etik bir kimlik vardır ve bu etik kimlik içimizde bir kötülük olduğunu kabul etmek istemez. Bundan kurtulmak için de tekilciler, bunu başkasının üstüne yıkarlar.
Ayatollah Khomeini’nin Salman Rushdie adına çıkarttığı ölüm fermanını ben eleştirmiştim ve bu metinde Cristopher Hering adlı psikanalistin yazısına değinmiştim. Orada “alien (yabancı)” sorunundan söz ediyordu yazar, “alien” bilim kurgu filmine ve onun devamına değiniyordu. Psikanalist Hering şunu diyordu, “Duygusal faşizm diye bir şey vardır” ve “eğer yaşamı tehdit eden bir güç, en büyük düşman olarak efsaneleştirilirse o zaman psikotik kurgu da gerçek olarak yayılabilir. Yayılınca da, o zaman içimizdeki en yıkıcı güdüler tolere edilir, hatta bunların bir kurtuluş yolu olduğu düşünülür. Dolayısıyla, şefkat, ilgi ve itina etme gibi duygular devreden çıkarılır. Böyle bir psikotik kurgunun son adımı da başka halkları yok etmektir. Bu da kurgu içinde rasyonel, uygun ve meşrulaştırılabilir bir hedef ve hatta ahlaki bir kurak olarak görülür.” Psikotik kurgu, dışlayıcılık ihtiyacından kaynaklanır ve nerede dışlayıcılık görürsek orada insan haklarının çiğnendiğini fark ederiz. Zira dışlayıcılık, biz olarak görülmeyen herkesin, insanlığından çıkarılması demektir. Bu talihsiz insanlar, yabancı, alien, dokunulmaz olarak algılanır.
Çingeneler için Nazilerin kullandığı bir terminolojiyi ele alırsak, “bizim gibi olmayan, bize benzemeyenler yaşamaya değmez. Bunlar olmasa da olur yaşamlardır.”
Oysa Eski Ahit ne diyordu? İçindeki yabancıyı sev, dolayısıyla yaratılışın bize verdiği en büyük armağana, yaşama da büyük bir saygısızlık edilmiş oluyor ve yaşamı aldatmış oluyoruz. Dışlayıcılık olduğu yerde insan haklarının olamaz; ancak imtiyazlı insan hakları olur. Bu da sadece güç sahiplerinin ve onların seçkin olduğu düşündüğü kişilerin insan haklarıdır. Evrensel insan hakları, şu durumda da olamaz: despot siyasetçilerin kendi işlerine gelen siyasetlerini, ruhsuz generalleri ve aslında Tanrı’ya inanmayan sahte dindarların sözlerini dinlediğimizde de çoğulculuğa ulaşamayız. Onlar gösterdikleri yoldan çıkan insanların, marjinalleştirilmesi, sürgün edilmesi veya yok edilmesi gerektiğini söylerler. Bu dışlayıcılık aslında güya asil bir güdüden gelir. Bu da ütopya arayışıdır.
Ütopya için Isaiah Berlin‘in çok güzel bir şekilde söylediği gibi, kabul edilmemesi gereken bir şeydir. Bir çıkmaz sokaktır. 20. Yüzyılın, dünyayı en kötü çağı hale getiren kırılımlarının en büyük nedeni insanların kusursuz bir devlete olan ihtiyacı, ütopyaydı. Mükemmel bir siyasi sistem olabileceğini düşündüler ve buna “ütopya” dediler. Ancak biz insanların en önemli hakkının “herkes için kişisel mutluluk” olduğunu düşünürsek o zaman bir ütopya mümkün olamaz ve herkes dediğimizde bize benzemeyenlerin de kişisel mutluluğunu tanımamız gerekir. Diğer yandan ütopya, davranış, din ve fiziki görünüş özgürlüğü de tolere edemez. Kabaca söylemek gerekirse, ütopya konformizm ve aynılık demektir. Bunlar her zaman baskıya ve en kötü haliyle de Nazizm ve komünizmin öğelerine yol açarlar. En insancıl toplum eleştirmenlerinin, muhaliflerinin ve dolayısıyla dışarıdakilerin ve daha yoksul kesimdekilerin sözünü dinleyen bir devlettir. Dışlayıcılık ise toplumu böler.
Elimizde bir alternatif de var. İçimizde etik bir kimlik var ve bu temel etik içimizdeki içgüdülere bir denge ve fren oluşturuyor. Britanyalı psikanalist D. W. Winnicott’un söylediği gibi insan ne kadar zarar görürse görsün gene sağlığına ulaşmaya çalışır. Dolayısıyla insanlık da ne kadar kendi kendini yok etmeye çalışsa bile ayakta kalmak ister. Aslında yaşama saygı duyan bir yaşama biçimi arar. Ayrımcılık, marjinalleşme, yoksulluk, kıtlık, soykırım, tiranlığa karşı çıkan, herkesin haklarını savunur. Diğerinin dışlanması üzerine kurulu bir yaşama biçimi bir çeşit yok oluştur. Bu arada bu tür dışlayıcılık en fazla, kriz zamanlarında yaşanır; çünkü kriz zamanlarında insanlara yaşama anlam veremezler, bu çıkmazdan kurtulmak isterler ve ötekine yoğunlaşırlar. Kriz dönemlerinde aslında çoğulculuk arayışı sekteye uğrar, belirsizlik, istikrarsızlık ve vahşetin kurbanı olur. Özellikle bu tür kriz durumlarında çoğulculuk etiğini ve onun getirebileceği zenginliği savunmalıyız. Çok bildiğimiz bir kriz, değişikliktir. Tabi değişikliğe her zaman güvenilmez. Bu değişikliğin ilerici mi gerici mi olduğu daha az önemlidir.
Başkaca görülen bir kriz tarihtir. Öteki, her zaman tarihte mevcuttur. İmparatorluklar yabancılar tarafından inşa edilmiş ve onlar tarafından yıkılmıştır. Taptığımız tüm kurtarıcılar ve nefret ettiğimiz şeytanlar dünyada öteki olarak dolaşırlar. Tarih bizi tehdit eder ve tarih bizim içimizdeki huzursuzluğu ortaya koyar. Bizim etik kimliği inkâr etmemiz için bizi teşvik eder. Saldırganlık ile fetihte onur ve şeref olduğunu söyler. Tarih aynı zamanda bizi bir kozanın içine girmek istediğimizde teşvik eder. Bu kozanın içinde ise sözünü ettiğim psikotik kurgu vardır. Öteki ise bizi görmeye, düşünmeye teşvik eder.
Wilhelm Reich şöyle demiştir, “Bu korkudan kurtulmak için yaptığımız şey algılarımızı körleştirmek ve bu korkularımızı ötekine yüklemektir.” Öteki olmadan ulusçuluk olmaz. Düşman olarak görülen yabancı, insanlar bir bayrak altında toplanmaya yöneltir. Aynı şekilde öteki olmadan enternasyonalizm ve kardeşlik de olmazdı. Kabul edilmeyi bekleyen dışarıdaki ve öteki, aslında tek insanlık ve tek dünya konseptini ortaya çıkarmıştır. Yabancıdır ve özellikle kendisinin ve başkalarının gördüğü baskının en çok bilincinde olan yabancılar ve ötekiler, insanlık bilincinin gelişmesi için mücadeleye devam etmektedirler. Kusura bakmayın belki ötekinin varlığını tehdit eden teorik esaslardan çok fazla söz ettim; ancak eğer ülkeler azınlıklarını kucaklayacaklarsa bu durumu göz önünde tutmamız gerekir.
Her ülkede sığınmacılar, göçmenler ve yerli olmayan haklar bulunmaktadır. Dolayısıyla, ev sahibi ülkelerde azınlıklarla beraber yaşamak, çatışmayı önleyecek tek şeydir. Herkese refah getirecek, demokrasi ve mutluluğu sağlayacak tek koşuldur bu tür bir beraber yaşamak.
Tezimi özetleyecek olursam: Dahil etmenin, dışlayıcılığa tezat oluşturan bir şekilde çok önemli olduğunu düşünüyorum. Üzerinde durmamız gereken nokta şu, azınlıkların, ötekinin, yabancıların diğer topluma getirdikleri maddi ve manevi zenginliği hatırlamalıyız. Şarkıların şarkısında olduğu gibi onlar damatları için ideal bir eştir. Sevgi ve yaşam getirir. Tek beklentilerinin bunun karşılığın sevgi ve yaşam almaktır. Şöyle fısıldarlar: Sol kolum başımın altında, sağ kolunla da beni sar. Sevgi ve yaşam çiçek verdiğinde o zaman bu evlilik cennet tarafından da kutsanır ve yeni bir yaşam doğar. Bu çok büyük bir katkıdır. Nitekim, kendisi değişirken bizi de değiştirir. Onların güveni sonucunda insanlık değerlerine olan inancımız tekrar canlanır. Narsisizm, sinizm, tembellik, dar görüşlülük ve hırsı ortaya koyarlar, bu maskeleri düşürürler ve yeni derinlikler, iç görüler ve yeni bir şefkati gündeme getirirler. Öteki, her zaman barışın da en büyük destekçisidir.
Benim ütopyam ki bu sözcüğü kullanmaktan hoşlanmıyorum ama şöyle diyebilirim: dünyadaki her ülkenin, farklı ırk, din ve kültürlerden insanları tolere ettiği bir ülkedir. Rum, Kürt, Laz, Hintli, Çinli, Siyahi, tüm bunların yaşadığı bir ülkedir benim için ütopya. Böyle bir ülkeyi bulduğumuzda da dünyadaki cenneti bulmuş olacağımızı düşünüyorum. Bu arada Türkiye’nin hâlâ bu dünyadaki cennet olma potansiyeli vardır; çünkü dünyadaki herhangi bir ülkeden daha çok Türkiye, içindeki yabancıyı sevmektedir. (HK)
Çeviri: Renata Katz