Bir kitabın adıyla başladım biliyorum. Okuduğumuz, bizde iz bırakan kimi kitap adlarının böyle bir özelliği var. Cümleleri birbirine yol yapıp eklesek, virgüllerle kelimeleri birbirlerinden ayırsak anlatamayacaklarımızı üç beş kelime ile çerçeve yapıp gönlümüze asıyorlar. Uygun ânı bulduklarında da dökülüyorlar dudaklarımızın arasından. Işığını içinde taşıyor bazı kelimeler. Elden bir şey gelmez.
Yine nasıl geçtiğini anlayamadığımız, hızına yetişemediğimiz koca yıl bitti, gitti. İzleri derin. Sizin hissettiklerinizin, yaşadıklarınızın benzerini ya da daha zorunu yaşadım veyahut hissettim bilmiyorum. İnsanız neticede her şey bizler için… Sarılmanın kerameti kalbimizin olmadığı boş tarafa diğerinin kalbini almakta ya, bir nevi tamlık meselesi yani, anlatacaklarımı bundan sebep sayın.
16 Aralık gecesi Ferdi Eğilmez twitter hesabından bir fotoğraf paylaştı. 1978 yılında Taksim Meydanı’nda çekilmiş bu fotoğraf, Neşeli Günler filmine aitti. Fotoğrafın net olmayışı, üzerinden geçen yıllara rağmen hissettirdiği duygudan hiçbir şey kaybettirmemişti aslında. O gece, fotoğrafı gören herkes (ben de dahil) ona bakmanın sadece bakmaktan ibaret olmadığını biliyordu. İçimizde dokunduğu o yer neresiyse, kırgındı ve yorgundu.
Adile Naşit’in gülüşüne duyduğumuz hürmet, Münir Özkul’un sıcacık bakışlarındaki yakınlık üzerimize bir koku gibi sinen yoksunluğu, çaresizliği ve yalnızlığı alıp zamanı durduran düş imgesine dönüştürdü. “Gidersek bir daha döneceğimiz ev” gibi…
Fotoğraf paylaşıldı, yorumlar yazıldı. Geçmişi hatırlamanın meşguliyeti zamanın tasasına meyyal olduğundan, hatırlamak istemediklerimizin belleğimizde kapladığı yer kısa bir süreliğine de olsa ferahlayıverdi. Eskiye duyduğumuz özlem mi, yıl içerisinde yaşadıklarımız mı, yoksa biçare kaldıklarımız karşısındaki teselli arayışımız mı bilmiyorum; ama kırk yıl sonra saklı olduğu yerden çıkartılıp bize hediye edilen bu fotoğraf, kimseye anlatamasak da aramızdaki en kısa mesafenin görüntüsüydü. Hızla yitirdiklerimize, yitirdikçe hayıflandıklarımıza cevaptı. Samimiyetti. Şimdilerde üzerine en çok konuşulan, yokluğundan dem vurulan… Sıcaklıktı. Kucaklaşmaydı. Şartlar ne olursa olsun sevdiklerinin sırtına güvenle yaslanabilmekti. Diğerkâmlıktı. Birbirini gözetmekti. Birçoğumuzun çocukluğuydu nasıl geçtiğini anlayamadığı. Kadife gibi yumuşacıktı. Elimizle dokunsak sanki o günlere geri dönecekmişiz gibi… Saadet Hanım ile Kazım Efendi’nin birbirlerine tekrar kavuştukları ânın mutluluğuyla biten filmin yüzümüze iliştirdiği sakin ve hafif tebessüm, hayatla meşguliyetimize dönüp baktığımız keskin köşeye hatıraları pürtelaş bıraktı.
Çirkin gerçekleri ne hayatın defterinden ne yeryüzünün kitabından silebildiğimiz bir yıl daha geçirdik. Uzun uzun neler oldu diye yazmaya gerek yok ki zaten gayet sıkıcı, üzücü ve anlamdan muaf bu listeler yaşananlar karşısındaki ıstırabımızı arttırmaktan başka bir işe yaramıyor. Her şeyin olduğu ve fakat hiçbir şeyin geçmediği günlerin içinde durup dinlenmek hakkımız olsun. Büyüklük hiç hayatta kalmıyor madem, ayak diremek bizim nezaketimizden, böyle bilinsin. Gayeden, telaştan, tedirginlikten uzak olalım kısa süreliğine kim ne diyebilir? Kendimize dönüp bakmamız için en azından bir gün, hatta çok değil bir saat, uyuyakaldığımız koltuğun üzerinde kıvrılışımıza örtülen yumuşak örtü gibi olsun. “Hiçbir şey göründüğü, hatta yaşandığı gibi değil! Hatırlandığı gibi” diyen şefkatli öykü Barış Bıçakçı’nın eliyle bırakılsın yastığımıza ki korkudan sıyrılalım; şimdi uzaklardasın derken Zeki Müren, özlediklerimizi analım; hicranla dolan kalbimize, güç bela tahammül etmek zorunda olduklarımıza Müzeyyen Senar şarkılarıyla bizi söylesin. Ah yalan dünya… Hep sen mi ağladın? Sen bizi gönlümüzce mutlu mu sandın? Birden Neşet Ertaş sesi doldursun ortalığı mesela. Olmaz mı? Hayatın bitmeyen, arttıkça artan gailesine bir bilebilsen desin Müslüm Gürses misal. Ve biz bir bilebilsek yeryüzündeki milyarlarca insan arasındaki tekil mevcudiyetimizin, kendimizin, kalbimizin değerini.
Simleri elimize, yüzümüze bulaşacak bir yılbaşı kartının zarfını açıversek 31 Aralık gecesi on iki olmadan, kalbimizi kendimize açar gibi… Kimse görmeden. Kapağının altındaki kısık sesli müzikle anımsayalım çocukluğumuzu, ne olur ki? Hayatın hikâyelerinin peşinden koşalım, üç yüz altmış beş günün her günü uyanacağımız sabahların güneşine, varacağımız gecelerin yıldızına dilekler bırakalım. Bırakması bizden, gerçekleştirmezse o da hayatın nobranlığından. Bir arabanın arkasına iple bağlanmış küflü tenekelerin aslında şarkı söylediğini biz bilelim, bir parça ekmeğin üzerine sürülen reçele tuz katan peynir parçası kadar damağımızda bıraktığı tatla hemhal olan hayatın güzel olduğuna inanalım. Çok değil. Saçlarımızı uçuşturan rüzgâr gülümsememize de dokunsun, ne zararı var? “Zaman bir mendil oyasından” demiş ya Şükrü Erbaş, şairin sözünün üstüne söz olmaz elbet, sabun kokan çekmecelerde saklayalım zamanı, hatıraları. Dalları hep neşeyle, huzurla ve mutlulukla salınan bir ağacın gölgesi korusun bizi, korusun ki yeryüzünün en kadim varlığı olduğunu hiç unutmayalım. Yağmurun yüzümüzdeki cama çarptığı yerdeki kadar "ah" değil miyiz hepimiz, ansızın yağdığında ıslanıverelim ne olacak? Saydıkça bir türlü seviyor çıkmayan çiçeğin yaprağını saklayalım, belki olur ya günlerden beklediğimiz o gün avcumuzu açan olur. Bizde saklı olanları kim bilebilir? Ne yerler ne gökler… Eksikliğini hissetmediğimiz insanları denizin dalgasına bırakalım, neticede yaşanmışlıklar var, su alıp götürsün temizlesin. Öğrendiklerimize tecrübe dendikçe anımsayalım dalgaların sesini. Ahmet Erhan demiş, ben onun yalancısıyım, "yaşamak güzel, yaşamak güzel, yaşamak artıları, eksileri yitirsek de boyuna." Tam o anda, Eski Bir Aşk Hikayesi’ni dinleyelim radyo tiyatrosunda. İyi gelmez mi? Uzaklığın yakınlığı böylece kalbimizden sorulur hem.
Sevindiğimiz doğumlar, üzüldüğümüz ölümlere eklensin, eklensin ki hayatın gözyaşını sakladığı yere neşeli gülümsemeleri de sıkıştırıverdiğini fark edelim tekrar. Bir mektubun cümlesi, en sevdiğimiz şarkının nakaratını söylesin. Asık suratla yürüdüğümüz her sokak, ihtiyatlı tavrını geniş caddelere açılarak göstersin. Fazla değil. Yılın son günü, bir saat, bir an, bir dakika bunları düşünsek ne olur ki? Cam parçasını kum tanesinden var eden hayatın elleri pek de bırakılası değil sanki, ne dersiniz? Kuş sesleriyle telaşlı, serin gün doğumları bu kadar mucizeviyse kendi yorgunluğunu taşıyamayan hayatın omzuna dokunup ben buradayım demek bizim günaydınımız olsun. Böylesi zarif tavır ve incelik, hayatla aramızdaki gizli mutabakatın ilk maddesi sayılsın.
Şimdilik aramızdaki en kısa mesafe Neşeli Günler olsun, hep hatırlayalım o net olmayan fotoğrafı. Şener Şen’in filmdeki Ziya’sı gibi başlayalım söze, hayallerimizin anlattıklarına palavra deyiversinler. Işıklar kapansın, geriye doğru sayalım, gözlerimizi açtığımızda birbirimize usulca fısıldayalım: Müsaadesiz sevinçler yaşayacağımız günlerle dolu bir yıl olsun!
* Aramızdaki En Kısa Mesafe, Barış Bıçakçı, İletişim Yayıncılık, 2003.