Arzu Eylem’in 2013 yılında yayımlanan Sabır Ağacı’ndan sonraki yeni öykü kitabı İpek Gönül, her şeyin kötü koktuğu dünyanın içinden sesleniyor.
İnceliklerin tükendiği, sevginin anlamını yitirdiği, son sürat akan zamanın karşısına, ironiyle çıkıyor yazar.
Çünkü “Herkes yaralı”. Yaralı insanın yavaş yavaş rayından çıkmasını, rayından çıkan bir dille anlatıyor Arzu Eylem.
Kitabı bitirdiğinizde düşünüyorsunuz; birisi “Hadi gidip karda yürüyelim” demeyeli ne kadar oldu? Ya da “toprak kabul etmez çiçeği” kokar mı, kokarsa nasıl kokar?
İstersen kitabın isminden başlayalım. İpek Gönül. “Gönül dediğin ipek gibidir, dolaşırsa açamazsın…” Bu ismin bir hikâyesi var. Nasıl karar verdin kitabın ismine, biraz anlatır mısın?
Bu söz büyük ninemin sözü, babamın babaannesinin. İnkâr ettikleriyle ünlü tarihimizi de içeren gizli bir aşk hikâyesi varmış ninemin. Dilinden şairane sözler dökülürmüş böyle.
Ben öyküleri bir araya getirirken “Öyküm Var” koymuştum dosyanın adını. Sonra halamdan ninemin etkileyici hikâyesini öğrendim. Yazmak istedim ama yazamadım. Bir gün ninemin öyküsünü yazacağımı biliyorum.
Kitabın adını seçmemde bir şey daha var benim için. Ailemde yazmaya yazgılı pek insan yok. Genelde müzikle içli dışlı herkes. Neredeyse her evde bağlama çalan biri vardır örneğin. Ninemim hem âşık hem şair olduğunu öğrendiğimde kendimdeki yazma tutkusuna cevap buldum diyebilirim. Bu yüzden İpek Gönül koydum kitabın adını, o öyküyü yazmayı unutmayayım diye.
Şimdi de kitabı yayımlatma sürecinden biraz konuşalım. Kitapta “İntihal” isimli bir öykü var. Bir yazarın ama dosyasını bir türlü yayımlatamayan yazarın öyküsü. Sana bu öyküyü yazdıran süreci anlatır mısın? Bir yayınevini basıp çılgınca şeyler yapmak hiç aklından geçti mi?
Geçmedi demek isterdim. Ama çok kızdığım durumlar oldu. Sadece kişisel bir mesele değil bu benim için. Hayattaki gibi yazınsal dünyada da adalet yok.
Gerçi kişisel olarak pek fazla ve sık öykü yayımlatan biri değilim. Dergilere pek öykü yollamam örneğin. İlk kitabım Sabır Ağacı’nı öneri üzerine butik bir yayınevinde bastırdım. İpek Gönül’ü de sadece Notabene’ye yolladım ve basıldı.
Yalnız arada bir roman yazmıştım. Onda etik olmayan bir davranışla karşılaştım. Reddedilmek değil, saygısızlıktan bahsediyorum. Çok sevdik basacağız diyen bir yayınevinin habersiz karar değiştirmesi, yazarı sessizlikle ve yanıtsızlıkla aşağılama çabasından bahsediyorum.
Üslup sıkıntısı var Türkiye’de. Değerlendirmelerin nasıl yapıldığını anlamak mümkün değil. Edebiyat içinden olmuyor çoğu zaman bu tavırlar. Ülkedeki her şey gibi yayımlatma sürecinden başlayarak kitapların başına gelenler -başka bir tanım bulamadığım için böyle söylüyorum- çok acayip. Bana “İntihal”i yazdıran öyküde nedensellik beklentisi, öykü değerlendirme kıstaslarındaki muğlaklıklar, piyasa koşulları… Sonunda da bu çıktı.
Sonu böyle olmak zorunda mıydı peki? Şöyle içimizin yağlarını eritecek bir son düşlemiştim.
Öyküde her evreyi tasarlayamıyoruz. Yazarken bilinçli tek evrenin başlamak olduğunu söylemişti H.E. Bates. Sonu kendiliğinden geldi. Sonra ben de düşündüm.
Adamın intiharına neden engel olmadım diye. Sanırım meşhur olmakla ölmek arasında çok acıklı bir bağ var. Mesela Didem Madak yaşama veda ettiğinde onu tanımıyordum. Ölümüyle tanıdım. Ne büyük utanç, dedim kendi kendime… Ölüm bazen ölümsüzlüğün ilk adımı oluyor maalesef.
Öykülerin bugünün öyküleri. Öykü kahramanları, internetle, akıllı telefonlarla, sosyal medyayla iç içe bir yaşam sürüyor. Hepimizin ortak sorunu aslında. Zaman çok hızlı ve ancak sürekli tüketirsek ona yetişebileceğimizi sanıyoruz. Bu yüzden yaşadığımız bir sürü şey sahici değil. Öykülerindeki karakterler de bu bunalmışlığı, sıkışmışlığı yaşıyor. Okurken şöyle düşündüm: Kafka’nın insanı böceğe dönüşüyordu, biz başka şeylere… Bilgisayarlara, telefonlara dönüşüyoruz sanki. Sen nasıl etkileniyorsun bunlardan. Sence öykü zamanının günümüzün bu kadar içinden olmasının avantajları, dezavantajları neler?
Bugünün öyküsü mü bilmiyorum ama kastettiğin sanırım edebiyatın evrenselliğiyle ilgili. Zaman karşısında yenilmemeyi kastediyorsun. Hangi dönemde okunursa okunsun anlamın yitmemesini. Bu açıdan bir şey diyemem ama anlam yaratmaktan çok anlamsızlığı göstermek derdinde olabilirim.
Terry Eagleton’a göre neye edebiyat dediğimiz bile değişebilirmiş zamanla. Bu yüzden hâkim zaman. Bir de tabii benim niyetimin ne olduğundan öte metnin niyeti önem kazanıyor.
Niyetimden bahsedeceksem İpek Gönül’deki öyküleri sadece günümüzü anlatma kaygısıyla yazmadım. Hatta öyküleri özetlemek için tek bir cümle seçtim. O da Platon’dan. “İnsan aslında neydi, ne oldu, önce bunu bilmemiz gerek,” demiş Şölen’de. Kısacası insanı anlamak derdindeyim. Öyküleri zamane öyküsü kılan kullandığım araçlar yani teknolojik aygıtlar. Yoksa bana göre insan aynı insan. “İlerleme” adı verilen duruma inanmıyorum. Mağara insanıyla pek çok noktada aynıyız, hatta onların da gerisindeyiz, diye düşünüyorum.
Öykülerini sevmemin bir sebebi de kullandığın ironik dil. Çehov’un bir oyununda “acıklı bir biçimde gülünç” ifadesi geçiyordu. Öykü kişilerinin, kendileriyle, karşılaştıkları olaylarla dalga geçerken aslında nasıl kırıldıklarını, incindiklerini anlıyor; içimizde hissediyoruz. Kurduğun dilin parçalanmış, kelime tekrarlarıyla makineleşmeyi çağrıştıran, delice bazen de kekeme yanı, yaşanılanların insana neler ettiğini çok güzel anlatıyor. Öykülerinin dilini nasıl belirliyorsun? Sabır Ağacı’ndaki öykülerini çok başka bir dille kurmuştun. Bu bilinçli, planlanarak yürüyen bir süreç mi yoksa yazarken kendiliğinden mi oluşuyor? Buradan yola çıkarak biraz yazma sürecinden bahseder misin bize? Ne zaman yazarsın, öyküler zihninde nasıl oluşur, ne zaman kâğıda dökülür?
Çok teşekkür ederim, anlayan ve seven sözlerin için öncelikle… Bana göre edebiyat dil demek. Yalnız, dil derken sözcüğü aşan bir şeyden bahsediyorum. Ancak metnin bütününde dile gelenden. Tam da bu noktada yazdığım neyse o bir şekilde dili kuruyor.
Haklısın, Sabır Ağacı çok başka bir metindi. Alegorikti. Anlaşılma derdinden çok, yaşamın anlamsızlığına tepki olarak doğan, zor ilerleyen ve dağınık bir metindi. Üstelik üst kurmaca vardı.
Sabır Ağacı’ndaki meselem de farklıydı. İtiraf etmeliyim ki o kendisini yazdıran bir metindi ve yeryüzünde hiç kimseye hitap etmeyeceğini bilsem de yine engel olmazdım kitaplaşmasına. İpek Gönül’deki öyküler farklı zamanlarda yazıldığından, bütünlüğü sağlayan sanırım insanlık durumunu arıyor olması. Meselem acıyı dillendirmek.
Eğer metinde melodrama yer vermeyeceksek acıyla başa çıkmanın, onun hem duyumsatıp hem de yansıtmanın yolu ironi. Duygular arasındaki gerilimi vermek, yaratmak için çoğu zaman gündelik dille ifade edilmiş klişe sözler de var öykülerde. Çok iddialı bir söylem olabilir belki ama dil bir görme biçimi bence.
Kötü günler geçiriyoruz. Çok bunaldık, yorulduk, çok öldük. Doğru bildiğimizi ifade ettiğimiz için başımıza bir şey gelmediyse, patlamalarda henüz ölmediysek de bunların şahidi olmaktan, kahrımızdan, utancımızdan tekrar tekrar ölüyoruz. Öykülerinde uğradığımız bu kötülüklere, yaşadığımız felaketlere yer veriyorsun. Ana hikâyenin gerisinde, bir başka katmanda olup bitiyor tüm bunlar. Yani öykünün temel meselesi felaketlerin kendisi değil bu atmosferin insanı nasıl etkilediği, onu neye dönüştürdüğü. Olayın kendisi hakkında yani diyelim patlamalar hakkında ya da şiddete uğrayan bir kadın hakkında bir öykü okumuyoruz ama bütün bunları duyan, gören, tanıklık eden insanların nasıl etkilendiğini kurduğun paralelliklerle kavrayıp anlıyoruz. Bence bu kurgusal yaklaşım öyküleri güçlendirmiş ve etkileyici kılmış. Bu kadar lafı niye ettim. Çok tartışıldı aslında. Felaketin edebiyatı olur mu? Yaşananlar sıcağı sıcağına yazılır mı? Yoksa biraz zamanın geçmesini beklemek, biraz mesafelenmek mi lazım? Sen de bu konuya epey kafa yordun. Hatta Soma’dan sonra bir öykü seçkisinin editörlüğünü yaptın. Ne düşünüyorsun bu konuda? Yazmak, tanıklık etmenin, sessiz kalmanın bir adım ötesi mi senin için? Yazarın bu anlamda toplumsal bir sorumluluğu da olduğunu düşünüyor musun?
Gerçekten çok zor zamanlar geçiriyoruz. Özellikle sosyal medya acıyla daha yakın temas kurmamızı sağlıyor. Bizim durumumuz Marc Nichanian’ın dediği gibi tanıklığın imkânsızlığına tanıklık etmek. Felaketlerde gerçek tanıklar ya ölmüş ya da dil bütünlüğünü yitirmiştir der Nichanian. Anlatmak, yüzleşmek zor iş. Bu yüzden edebiyat bu işe soyunur.
Felaketle edebiyatı yan yana yazmak da zor aslında. Gerçek olamayacak kadar gerçek olan felaketi gerçek gibi bir yere göndermek ister edebiyat. Olayları tüm çıplaklığıyla anlatmaz yani bildiğimiz anlamda tanıklık etmez. Olayı tarihe kazır ama sezdirerek, ima ederek, zamandan ve mekândan soyutlayarak… Böylece felaket herkesin meselesi olur. Yaşayan herkes kendi payını arar. Sorunun kaynağı insandır. Yasın yerini yazı alır böylece.
Yazı bunu yaparken nesnelliğini korumalı ve pornografik olmaktan kaçınmalı. Sabır Ağacı’nda tanıklık daha açıktı. Sertti belki. İpek Gönül’de bu açıklığı sürdürmemeye dikkat ettim. Ayrıca insan diyemeyeceğimiz garip varlıklara dönüşmüş olmamızın bir nedeni de felaketler.
Soruyu sonundan aldım galiba, en başta söylediklerine de değinmem lazım. Felaketin edebiyatta nasıl işleneceğine ilişkin bazı çalışmalar var. Nurdan Gürbilek hem Sessizin Payı’nda hem de Mağdurun Dili’nde acıyı anlatmaya dair çok iyi yazılar yazdı. Ama bunun dışında edebiyatta bu konu senin söylediğin gibi “çok” tartışılmadı. Evet, birkaç yerde, felakete dair, sıcağı sıcağına yazmamak, mesafelenmek hatta hiç yazmamak yerine belgesel çekmekten de bahsedildi.
Oysa felaket sinemada da işleniyor ve nasıl işleneceğine dair orada da bir tartışma yürüyor. Görsellik avantajlı bir durum ama. Evet, bizim işimiz daha zor çünkü sözcüklerle anlatacağız acıyı.
Coetzee’nin bir sözü var, “İnsanlara bu sözcüklerle korkunç şeyler yapıldı; sözcüklerle kandırıldılar. Sözcüklerle tehdit edildiler, sözcüklerle ezildiler. Şimdi ben aynı sözcükleri kullanarak nasıl öykü anlatacağım” diye. Acı bizim gerçekliğimiz, dolayısıyla edebiyata sızmak zorunda.
Şunu da söylemeliyim. Soma’yla ilgili yayımlanan seçki başarısızdı. Ben o projede, gelirin Somalı çocukların eğitimine harcanacağını bildiğim için yer aldım. Ayrıca o dönemlerde tematik öyküleri ve seçkileri inceliyordum. Acaba iyi yazılıyor mu diye…
Böyle bir işin içinde yer almanın nasıl bir şey olduğunu da merak ettim. Seçkideki başarısızlık dille ilintili… Öyküleme becerisiyle ilintili. Yoksa ben olanı biteni yazmanın her şeyden önce insan olarak sorumluluğumuz olduğunu düşünüyorum. Her yazılanın edebi sayılmasına karşıyım. Acıya bir dil bulunur, barış ve dostluğu duyumsatan bir dil… Bu dili bulursa edebiyat bulur bence. İktidar belleğimizi elinde tutarken, felaketleri dışlayan bir edebiyat düşünemiyorum. Adorno’nun Hegel’e gönderme yaparak söylediği gibi, sanat şen olamaz, acı sanatı dışlarken bile sanatı talep eder.
Öykülerinin pek çoğunda iletişimsizliğin temel mesele olarak işlendiğini düşünüyorum. İletişim deyince tabii dil, sözcükler, taşlaşmak, dokunmak, dokunamamak, özlemek, özlemler, düş kırıklıkları ve yalnızlık can alıcı meseleler olarak sık sık karşımıza çıkıyor. Bu iletişimsizliğin kaynağı ne sence? İnsanoğlu böyle nereye varır? Henüz yayımlanmamış bir bilimkurgu dosyan var, biliyorum. Ondan söz ederken, insanların ileride konuşma yetilerini kaybedeceklerinden bahsetmiştik. Şimdi de birbirimizle konuşuyor sayılmayız aslında. Ne dersin? Bir bilimkurgu olmaktan çıktı mı acaba roman?
Çok acı, bir tuşla dünyanın öte yakasıyla iletişime geçebiliyorken, bunca duvar örüp kapıları kilitlemiş olmamız. Sanırım kimse güvenmiyor birbirine. Samimiyet ütopik bir ülke artık. Bu yüzden iletişimsizlik doğallığında oturmuş olmalı öykülere. İpek Gönül yayımlandığı andan itibaren ben de onun okuruyum. Herkes gibi okuyup uzaktan baktığımda ben de öykü nüfusunun aslında her şeyin farkında tipler olduğunu fark ettim. Hızla delirmeleri ve incinmişlikleri bundan sanırım.
Çünkü onlar benim zihnimden ve duygularımdan doğdular. Hissetmediğim bir şeyi yazmaya kalkışmadım, bana değmeyen bir şeyi de… Dolayısıyla bilimkurgu dediğimiz tür de aslında gerçekliği başka yöntemlerle anlatıyor. Çok ilginç ki Türkiye’de çok fazla benimsenemeyen bir tür. Hatta “kaçış edebiyatı” olarak adlandırılıyor çoğu zaman. Maalesef insan zihni görüp duyduklarından, kısacası kavramlardan bağımsız düşünemez. Dolayısıyla bilimkurgu en fazla bir tümevarım sayılır. Bugünkü verilerle bir denklem kurup geleceği formüle etme şekli. Elbette fantastik öğelere de açık. Özetle bence de insanlık dilini yutacak…
Kitabın ilk öyküsü çok güzel bir cümleyle başlıyor: “Dünya şiirden yapılmıştı. Düzyazı için çok kısaydı hayat.” Buradan yola çıkıp seni besleyen şeyleri sormak istiyorum. Şiiri çok sevdiğin belli, başka?
Evet, şiiri çok seviyorum. Çok okuyorum. Öykü, roman, deneme… Ama bu aralar –yazma hızımı özellikle yavaşlattığını da söylemeliyim- felsefe okuyorum daha çok. Platon, Heidegger, Sartre, Benjamin... Bana ilham veriyorlar. Ama şu aralar sadece ilham.
İlk yazmaya başladığımda, neden sevmeyi beceremiyoruz, diye soruyordum hep. Şimdilerde eski bir soru daha elzem biçimde önümde duruyor. Bir olmaktan vazgeçmeden birlikte nasıl yaşayacağız? Bu soruya yanıt bulmak için Antik Yunan’a bilet bulsam alırım.
Sen aynı zamanda dergilerde başka kitaplar hakkında eleştiri yazıları da yazıyorsun. Kuramla da ilgileniyorsun. Bu konudaki düşüncelerine yer verdiğin bir bloğun da vardı. Yazarların edebiyatın tüm meselelerine kafa yormasını, bu konudaki düşüncelerini paylaşmasını çok önemsiyorum. Yazıyla, edebiyatla bağını taze tutmanın bir yolu olmasının ötesinde bu çabanın kaynağını, seni bunları yazmaya iten şeyleri biraz anlatır mısın?
Bundan on yıl öncesinde sadece okurdum. Sonra kendimce masallar uydurmak ve bilenen masalları yeniden yazmak gibi bir eğlence bulmuştum kendime. Sonra bana neden bunları kitaplaştırmıyorsun diyenler oldu.
Edebiyat ve yayın dünyasına yabancı bir hevesli olarak hazırladığım dosyayı birkaç yayınevine verdim. Bir yerden yapıcı eleştiriler aldım. Ama Oğuz Atay’ın deyimiyle red, red, reddedildim. Biraz daha çalışmamı söylemişti editör. Ben de Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin Kadıköy’de açtığı Edebiyat Akademisi’ne kayıt oldum. Okumanın sadece kitap sayfası çevirmek olmadığını anladım. Ödev olarak yazdığım inceleme yazıları beğeniliyordu.
Bir de çok sık eleştiriye ihtiyacımız olduğu söyleniyordu bana. 2010’da Cumhuriyet Kitap Eki’nde bir yazım yayımlandı. Sanırım kendimi ciddiye almaya da böyle başladım.
Elbette bu durum kurgu yazma hızımı yavaşlattı. Daha titiz olmamı sağladı. Tam burada elbette eleştiriden ne anladığımız sorusu var. Bana göre eleştiri yermek, yargılamak demek değil, daha çok anlamak.
Umberto Eco’nun deyimiyle yazarın niyetiyle metnin niyetini kavramaya çalışmak. Yazılan her öykünün ya da romanın böylesi bir okumayı hak ettiğini savunmuyorum elbette.
Kurgusal metinlerin bazı kıstasları var. Okur olarak benim de beklentilerim ve estetik kaygılarım var. Beni heyecanlandıran metinlerin, neden heyecanlandırdığını çözmeyi, metnin röntgenini çekmeyi seviyorum. Bir de yazarın yazma sürecinde kendisinin bile bilmediği, metnin gücünden doğan şeyler var. Yazarın nasıl bilinç dışı varsa, metninde de alt metni var. Hatta etkilenmeden doğan metinlerarasılık var. Bu bağı kurmak hoşuma gidiyor. Evet, hem öykü yazıp hem inceleme yapmak çok zor.
Hatta “öykü nedir, ne değildir?” gibi tartışmalara da kafa yordum, üzerine yazdım. Edebiyatın ne olup olmadığına da... Kuram ve analize girmek öykü yazmayı zorlaştırıyor. Her daim bilinçli olma dürtüsü doğuyor. Yazdıklarınızı beğenmemeye başlıyorsunuz. Ama buna değer. Herkes sanatla uğraşsa çok güzel olurdu.
Dolayısıyla herkes yazsın, itirazım yok. Sadece yazma eylemini ün, kariyer gibi kavramlarla düşünemiyorum. Okura ve piyasaya yazmayı da anlamıyorum. Yazmak, doğmak gibi bir şey. Nasıl doğduğumuz an yaşama karşı sorumluluklarımız varsa, yazarken de sorumluluk sahibiyiz. Burada yazarın toplumsal sorumluluk yükünden bahsetmiyorum. Dille ilgili bir alanda düşünceyi etkileyecek denli eleştirel bir süreçten bahsediyorum. Eserin kendisi bir direniş gibi geliyor bana. Değişmeyecek denen bir hayatı yazma ısrarı. Dilin bilincini değiştirme çabası… (ST/EKN)