Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli
Daha hiç çağrılmadım
Biri olsun 'Yakup! ' diye seslenmedi hiç
Yakup!
Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım
Ve içimden durgun ve çürük bir suyu düşüreyim
Ceplerimdeki eskimiş kağıt parçalarını atayım
Sonra bir güzel yıkanayım da.
Edip Cansever’in bu şiirini okuduktan sonra aymış ve silkelenip kendine gelmişti. Sahi ya, bu hayatta kimse onu “Yakup!” diye çağırmamıştı. Az haneli köyünde, arkadaş olarak seçtiği kitapların içinde kaybolarak kendine yer bulmaya çalışıyordu. O mistik alemin içerisinde hayallere dalarak, kahramanlarla özdeşim kuruyor, farklı diyarlarda geziyor, diyalog kuracağı insanların onu anlamayacağını, aynı dili konuşmadıklarını düşünerek, iyice uzaklaşıp kendi iç dünyasında yaşıyordu. Köydeki öğretmeni okumaya meraklı olduğunu anlayınca ona kitaplar hediye etmişti. Hepsini sular seller gibi okuduktan sonra öğretmeni ona “Artık klasiklere başlayabilirsin” diyerek, yeni bir kitap verdi. Kapağında buğulu ve hüzünlü bakışlarıyla büyüleyici güzellikte bir kadın resmi olan kitabı aldığı gibi bir koşu eve gitti. Değil köyde, hayallerinde bile ona benzeyen hiçbir kadın görmemişti. Merakla okumaya başladı. 1870’lerin Moskovasında asilzadelerin malikanelerinde geçiyordu olaylar. O da onlarla birlikte o görkemli balolara katılıyor, şahane sofralarda yemek yiyor, güzel kadınlarla dans ediyor, kontlarla sohbet ediyor, ata biniyor, votka içiyordu. O kadar kaptırmıştı ki bir ara çakırkeyf olduğunu bile sanmıştı.
Sayfalar ilerledikçe monoton bir evliliği sürdüren zarif ve güzel bir kadın olan Anna Karenina’ya aşık oluvermişti. İçine gömüldüğü kitaba ara verdiği zamanlarda onu özlüyor, Anna’nın genç ve yakışıklı Kont Vronski’ye aşık olmasını bir türlü kabullenemiyor, sinirinden kitapla birlikte tüm dünyayı ateşe vermek istiyordu. Bunları yaparken koyunları otlatmaktan geri kalmıyordu elbette. Sürüyü otlatmadığı zamanlarda ise bahçe içindeki evlerini gölgeleyen dut ağacının üzerine çıkıyor, elinin yetiştiği yerde dut bırakmayacak şekilde bir yandan dutları ağzına götürürken diğer yandan bu ateşli aşk hikayesini okumaya devam ediyordu. Toplumdan dışlanan, sevgilisiyle arası açılan Anna’nın mutsuzluğu onu da kedere boğuyordu. Demek ki Moskova’da da onların köyünde olduğu gibi dedikodu çabuk yayılıyordu. Kont Vronski’yi eline geçirse kesin katil olurdu. Kadının adını çıkartıp, dile düşürmeye ne gerek vardı? Sevgisini sahiplenemiyordu bu adam. Anna’nın mutsuzluğuna üzülürken öte yandan Kont’un ondan uzaklaşmasına da içten içe seviniyordu. Anna’yı ondan başka hiç kimse sevemezdi. Keşke şimdi Anna’nın başını omzuna dayayıp, gözyaşlarını silerek üzüntüsünü hafifletebilseydi.
Onunla birlikte aşk acısını çekerken son sayfalara doğru geldi. Anna bir tren istasyonundaydı. O da yanındaydı, bugün ona olan aşkını söyleme cesaretini gösterecekti. Elini tuttu, gözlerinin içine baktı. Büyük bir hüzünle bakıyordu Anna. Tam ağzını doldurdu ki bir siren sesi geldi. Anna bir anda elini bırakarak raylara doğru atladı ve aman Tanrım! Olamaz. Anna artık katlanamadığı hayatına trenin altında son vermişti. Çıldırmış gibiydi. Bir anda, hiç düşünmeden, can havliyle o da ardından atladı. Acılar içinde kıvranıyordu “Yakup Yakup, ne oldu sana? Bu Anna mıydı? Ona Yakup diye mi sesleniyordu.
Mutlulukla gözlerini açtığında karşısında telaşlı ve tedirgin bir yüzle bakan annesini gördü. Ağaçtan düşmüştü, elinden fırlattığı kitap yan tarafında duruyordu. Neyse ki toprak zemindi, kırık, çıkık yoktu.“Daye, Anna, Anna öldü” dedi. Annesi daha da telaşlanarak. “Anna da kim, ne zaman ölmüş? Hangi köydendir?” diye sorunca söylediğine pişman oldu. Hıçkırıklara boğuldu. Artık konuşamıyordu.
Annesi oğlunun cinlere karıştığını düşünerek kolundan tuttuğu gibi soluğu köyün hocasının evinde aldı. Yerde bağdaş kurarak oturan hoca Yakup’u karşısına oturttu. Önce dualar okuyarak yüzüne üfledi, sakinleştirmeye çalışıyordu ama ağlaması kesilmiyordu bir türlü. Yaşlılıktan titreyen elleriyle küçük bir kağıda Arapça birşeyler yazdı, sonra yazdığı reçeteyi bir çaputa sararak, muska şekline getirip, bir iple Yakup’un boynuna astı. Annesi olan biteni ağlamaklı gözlerle izliyordu. Dua okumaya devam eden hoca Yakup’a gözlerini kapamasını söyledi. Kapadı Yakup. “Şimdi de ağzını aç” dedi. Ansızın Yakup’un ağzına tükürüverdi. Gafil avlanmıştı, öfkeden çılgına dönen Yakup, hocaya var gücüyle bir tekme atarak sokağa fırladı. Hocadan Yakup’u bağışlamasını dileyen annesi de peşinden. Sinirlenen Hoca arkasından seslendi.”Bu çocuk zinhar cinlere karışmış. Artık kurtulması zor”.
Cinlere mi karışmıştı bilinmez ama kara sevdaya tutulduğu kesindi. Yemeden içmeden kesilmişti. Artık kimseyle konuşmuyordu, yaşamak istemiyordu ama köy yerinde gidip atlayacağı bir tren garı da yoktu. Gözünün önünde sadece Anna’nın trenin altına atlamadan önceki hüzünlü son bakışı vardı.
Yine imdadına öğretmeni koşmuştu. Bu kez ona felsefe kitapları vermişti. Çağrılmayan Yakup’u ve Anna’yı ararken hayatın anlamını da arama keşmekeşine girivermişti. Bu felsefe dedikleri şey derya denizdi. Koyunları otlatırken onlara hayran olduğu filozofların adlarını takmıştı. “Aristo buraya gel, şşşt Adorno ayrılma sürüden, Marx hadi ama çabuk ol, geride kalıyorsun, yakışıyor mu hiç sana?” Kimi zaman bu kitapları yüksek sesle koyunlara okuyor, tezlere ilişkin sorular sorarak tartışmayı kızıştırıyordu. Tabi ki monolog olarak. Birgün sürüye bir hastalık hasıl oldu. Tüm çabalara rağmen günden güne kötüleşiyorlardı. Ailesi bu duruma endişeleniyordu, ne olmuştu bu hayvanlara? Yakup birgün gelip annesine “Daye, Adorno’nun durumu da iyi değil” dedi. “Adorno da kim?” “Bizim kınalı olan koyun. Ben onlara isim takmıştım.” Annesi “Ula şerefsiz desene bu kafir isimleri taktığın için bu koyunlar ölüyor” diyerek ayağından çıkarttığı terliği fırlattı. Neyse ki refleksleri sağlamdı, hemen eğdi başını, ıskaladı. Kafasını kaldırıp, “Yanlış hayat doğru yaşanmaz daye!” diye bağırarak koşmaya başladı. Annesi arkasından çaresizce bakakaldı bu cinli çocuğa.
Anna’yı unutmasına felsefenin başlangıç ilkeleri de yetmedi. Her yerde onu aramaya devam etti. Gördüğü her kadına “Acaba Anna bu mu?” diye bakıyordu. Bir yaz tatilinde İzmir’de yaşayan uzak akrabaları köye geldi. Sarı bukleleri ve zümrüt yeşili gözleri olan bir kızları vardı. Adı Tuuba değildi tabi ki. Zehra’ydı. Arkadaş oldular. Ona okuduğu kitaplardan, felsefeden bahsediyordu. İzmirli Anna ilk kez duyduğu bu kavramları anlamayan gözlerle dinliyordu. Yoksa bu çocuğun cinlere karıştığı söylentisi doğru muydu? Yakup’un anlattıkları eğlenceli olmasa da Zehra’nın keyfi yerindeydi. Birgün dut toplarken İzmirli Anna, Yakup’a dönüp “Köydeki çocuklar diyorlar ki Yakup Zehra’yı seviyor.” Bunu duyunca çok şaşırdı, sendeledi ama bu kez ağaçtan düşmemek için gayret gösterdi. İzmirli Anna’nın söyleminden cesaret alarak, boğazını temizleyip, sesine ayar verdi: “Evet, ben de duydum, diyorlar ki Zehra Yakup’u seviyor” Gökyüzündeki binlerce kuş bir anda kanat çırpmaya başlamış, kalbinin üzerine yerleşivermişti. İki ay boyunca Anna’da yaşadığı duyguya benzer birşeyler yaşadı. Ama tatil bitince İzmirli Anna da gitti, aşk da bitti. Bu da Anna değildi.
Öğrenimine devam etmesi için ailesi Yakup’u Diyarbakır’daki ablasının yanına gönderdi. Burası onun için büyük bir şehirdi. Herşeyden, herkesten ürküyor, kimseyle kolay kolay arkadaş olamıyordu. Liseye başladığı ilk yıl sadece derslerine yoğunlaşmıştı. Hiçbir Anna’nın hayatına girmesine izin vermemişti.
Yavaş yavaş sosyalleşmeye başladığında nihayet felsefe tartışacağı birileriyle karşılaşmıştı. Çok kitap okuyor, eş zamanlı olarak çok sigara içiyorlardı. Dumanaltı ortamdaki bu gruptan birine farklı duygular beslemeye başlamıştı. Adı Leyla’ydı. Çok zeki bir kıza benziyordu. Felsefe bilen Anna’ydı bu. Bir süre sonra tartıştıkları konuların sadece teoride kalmaması ve pratikte de mücadele edilmesi gerektiğinden söz etmişti felsefeci Anna. Yakup çok anlam verememişti söylediklerine. Tam da duygularını ona ifade edeceği güne denk gelmişti. Demiştik ya zekiydi Leyla, anlamıştı ve kesmişti Yakup’un sözünü: “Biz özgürleşmeden sevemeyiz” demişti. Tırsmıştı Yakup. O günden sonra gelmemişti okula felsefeci Anna. Bambaşka bir sevdanın peşinden gittiğini söylemişlerdi. Bir kez daha umduğunu bulamadığı için yıkıldı Yakup lakin özel bir yere koyduğu felsefeci Anna’yı her zaman saygıyla anmayı sürdürdü.
Ve nihayet üniversiteyi kazanmıştı. Anna’yı aramaya devam ediyordu elbette. Son sınıftayken kantinde bir kızla tanıştı. İnsanı içine çeken anaç bir gülümsemesi vardı. Anna bu muydu? Yanında kendini güvende ve huzurlu hissediyordu Yakup. Dizine yatıp uyuma isteği uyandıran sakin ve dingin bir yapısı vardı. Okul bittikten sonra evlenip yuvasını kurmak isteyen Anaç Anna’ydı bu. Macera peşinde değildi. Her zaman mantık ön plandaydı onun için. Topluma faydalı çocuklar yetiştirecekti. Uzun süren bir flörtleşmenin ardından Anna’nın hayalini gerçekleştirdiler. Kına gecesi, ardından tüm akraba, eş ve dostların katılımıyla halayların çekildiği bir düğünle dünyaevine girdiler. İlk zamanlar rüya gibiydi herşey. İstedikleri herşeye kavuşmuşlar, bir evleri, para kazandıkları bir işleri, sorunsuz giden bir evlilikleri vardı. Banka kredisi çekip araba da almışlardı. Gerçi Yakup artık akşamları iş çıkışı arkadaşlarıyla kahvede buluşup felsefe tartışmak yerine okey oynuyordu ama olsun. Tüm hayalleri ve o büyük aşkı iskambil kağıtlarının arasına gizlenmiş, üzerine kara bir örtü çekilmişti.
Bir süre sonra da aşklarının meyvesiyle tanıştılar. Dünyanın en güzel şeyiydi bu. Güldüğünde çok sevimli bir bebekti. Ve fakat o da ne? Geceleri çok ağlıyor, sabaha kadar uyutmuyordu. Anaç Anna’ya destek olmak için bebeğin mamasını hazırlıyor, gazını çıkartıyor, uykusuz bir halde işe gidiyordu.. Bir süre sonra uykusuzluk; gerginlik ve strese dönüştü. En ufak bir şeyden bahane bularak, huysuzluk edip kavga çıkartmaya başlamışlardı. Artık mutsuz ve çok yorgundu Anaç Anna.
Yıllar geçtikçe işleri rayına koymuşlardı. İkinci çocuklarını artık deneyimli oldukları için daha rahat büyütmüşlerdi. Yakup, Anna’yı aramaktan vazgeçtiği gibi felsefe tartışmaktan da çoktan vazgeçmişti. Şimdi kitapta aşık olduğu Anna’nınkine benzer monoton bir evlilik yaşıyordu. Ama mutluydu. “Bir erkeğin en büyük mutsuzluğunun mutlu bir evliliği olmasıdır” sözünü keşke hiç okumamış olsaydı.Aklına getirmek istemiyordu. İnanmıyordu artık böyle laflara. Ne olacaktı yani? Daha fazlası neydi ki? Buydu hayat işte, bu kadardı. Teslim olmuş. arayışlarını bırakmıştı.
Diyarbakır’ın cehennem sıcağından kaçan Anaç Anna çocuklarıyla annesinin yaşadığı tatil beldesine gitmişti. Bu yalnızlık iyi gelmişti Yakup’a. Yeniden kendi içine dönmüştü, kahveye gitmekten vazgeçip, eve kapanmış, eskiden olduğu kadar zevk vermese de kitaplarıyla hasret gideriyor, öpüşüp, koklaşıyordu.
Sıcaktan dolayı camı açık bıraktığı bir gece, okumaktan gözleri yorulmuş, uyumaya çalışıyordu. Perdeler hafifçe rüzgarın esintisiyle dışarı doğru savrularak ses çıkartırken gözlerini araladı. Tül perdenin gerisinden bir kadın silueti ona doğru bakıyordu. Gözünü sıvazlayıp iyice baktığında görmüştü onu. İnanamadı, kesin hayal görüyordu. Kafasını yastıktan kaldırıp, gözlerini ovuşturarak bir daha baktı. Evet, işte Anna’ydı bu. Yakup! diye seslendi ona.”Yakup mu dedin? Bana mı seslendin Anna? Çağrılmayan Yakup’a mı seslendin?” demeye çalışırken sesinin çıkmadığını farketti. Sanki bir el tarafından boğazı sıkılıyordu. Zorlamak için çaba sarf etti ama yok, çıkmıyordu o ses bir türlü. Kulağında vızıldayan sivrisineği elinin tersiyle vurayım derken kendine bir şamar atmış oldu ve fırladı yataktan. Kan- ter içinde kalmıştı. Hem sıcaktan hem de uzun süredir görmediği, hasretini çektiği Anna’nın heyecanından. Cama baktı, gitmişti Anna. Nereden çıkmıştı bu yine? Atlatmıştı oysa ki. Kalkıp, pencerenin önüne giderek bir sigara içti. Yatağın içinde bir süre depelenip durduktan sonra tekrar uyudu. Bu kez yine rüyasına gelmişti Anna. “Moskova’ya gel Yakup! trenle gel, seni istasyonda bekliyor olacağım” diyordu.
Sabah uyandığında halen rüyanın etkisindeydi. Yıllar sonra bu canlı rüyayı boşuna görmüş olmazdı. Kesinlikle bunun bir işaret olduğuna kanaat getirdi. Her ne kadar materyalizme inansa da metafizik ağır basmıştı. Şu anda ona inanmaya ihtiyacı vardı, galiba en doğrusu da buydu. Bu hayata teslim olmamalıydı. Yıllardır aradığı aşkı onu Moskova’da bekliyordu. Hayatının geri kalan kısmını onunla geçirmeye, onu mutlu etmek için yaşamaya kararlıydı, bu onun için son şanstı. Evet, evet kesinlikle gitmeliydi, kendi hayatının efendisi olmalıydı. Onun da hata yapmaya hakkı vardı. Her zaman mükemmel olmak zorunda değildi. Gerçi çok da mükemmel sayılmazdı. Hem neden hata olsun ki? “Hadi ama Çağrılmayan Yakup ilk defa biri seni çağırıyor. Üstelik yıllardır özlemini çektiğin biri. Olumsuz düşünceleri uzaklaştır kafandan” diye kendini ikna ederek, zıpkın gibi fırladı yataktan. Küllerinden doğmuştu. Hemen dolap kapaklarını açıp birkaç elbise çıkartarak yatağın üzerine attı. Filmlerde öyle oluyordu genelde. St. Petersburg çok soğuk oluyormuş, kitapta öyle yazıyordu. Kalın giysiler almalı yanına. Yün içliği ve çorapları da nerdeydi? İçine koyacağı tahta bavulu aradı ama o romanda kalmıştı. İnternetten aldığı tekerlekli kabin boy bavula yerleştirdi eşyalarını. Bir de not bıraktı. “Ben Moskova’ya gidiyorum. Anna beni bekliyor. Seni üzmüş olacağım için üzgünüm. Umarım beni anlarsın” içinden de şöyle haykırıyordu. “Kremlin Meydanı, matruşkalar, votka limon.. Savulun, Çağrılmayan Yakup geliyor!”
Dağkapı dolmuşuna atladığı gibi soluğu Ofis semtindeki tren garında aldı. Dilinde dolmuşta çalınan Müslüm Gürses’in “Hangimiz sevmedik çılgınlar gibi” şarkısı, gözünün önündeyse dolmuş yazısı: “Şifre doğru, hayat yanlış”. İstasyonda kuş uçmuyordu. Kuyruğu kesik, miskin bir sokak köpeği aheste aheste yürüyordu. Bırak gişeciyi, şeftren bile ortalıkta yoktu. Oysa ki gişenin bulunduğu kabinin önüne gidip cama vuracaktı. “Moskova’ya bir bilet dostum” demeyi hayal ediyordu.
Etrafına merakla göz gezdirirken; raylara dönük bir bankın üzerinde oturan, kırmızı elbiseli bir kadının zarif parmaklarıyla sigara içerek, uzaklara baktığını gördü. Arkadan gördüğü kadının kızıl saçları rüzgarda savruluyordu. Kadının olduğu yöne doğru yürümeye başladı. On adımlık yer kilometrelerce uzamıştı. Bağları çözülen dizlerinin üzerinde zar zor yürüyordu, usulca yaklaştı, her tarafı titriyor, başı dönüyor, şakaklarından akan terin farkına bile varamıyor, gözleri kararıyor, kalbi neredeyse gırtlağında atıyordu. Dili- damağı çorak topraklar gibi kurumuştu, sesi yine mi çıkmayacaktı. Oysa ki onunla zamanı durdurarak, sonsuza dek konuşmak, hiç kopmayacak şekilde sarılmak, kokusunu içine çekmek istiyordu. Bu Anna’ydı? Kavuşma anı gelmişti artık. Birazdan çağıracaktı Yakup’u. Ona Hey Yakup! benim Anna Karenina diyecekti?
Elini ona doğru uzattı. Bu kez ellerinin arasından kayıp gitmesine asla izin vermeyecekti.
Ve kulakları sağır edercesine acıyla çalan siren sesi... (BD/HK)
Daye: Kürtçe anne
Şeftren: Yerel ağızda hareket amiri