Yobazlık, cehaletin ve yoksunluğun bir sonucu... Peki bir hayatta kalma stratejisi olarak okunabilir mi? İrrasyonelliği nedeniyle, akademik çözümlemenin bir öteki ve ötekileştiren olarak yobazı anlamakta sınırlı kaldığı noktada farklı bir dile ihtiyaç duyuyoruz belki de. Fırat Caner ile bu zihnin irrasyonel işleyişini anlamak için irrasyonel bir dil geliştirmeyi denediği kitabı Deccal İncili hakkında konuştuk.
“Size sizi anlattım, kendi hikâyemi söyledim. Olmayan hikâyemi...” diyor metinde. Bizden biri olarak Deccal’i seslendirme fikri nasıl gelişti?
Aslına bakarsanız metindeki Deccal, din literatüründe hakkında pek çok detay bulabileceğiniz Deccal karakterinin bizzat kendisi değil. O, sıradan insanların günlük yaşamda kullandıkları muğlak anlamıyla, ötekinin bir türü olarak Deccal. Ama o literatürde öyle bir karakter ne sebeple varsa, günümüz popüler kültüründe de o sebeple var. Biz, onun hikâyesini kendi etik dışı fiillerimizi meşru kılmak adına kendi ellerimizle inşa ediyoruz. Hem yakın çevremizde doğruyu ve yanlışı önemseyen insanları yanlışa ikna edebilmek için –zira Naomi Klein’ın isabetle dikkat çektiği üzere insanın normal koşullarda karşı çıkacağı şeyleri kabullenmesini sağlamanın pek çok yöntemi var- hem de kendi vicdanımızı rahatlatabilmek için –zira adına “geçmiş” dediğimiz hikâyeler Philippe Lejeune’ün “oto-kurmaca” dediği, kaçınılmaz olarak yarı uydurmaca otobiyografi metinleri gibidir. Dolayısıyla bu kitapta Deccal’i seslendirmiyor, sadece onun konumunu, anlatıcı ile arasındaki mesafeyi değiştiriyorum. Birimizin düşmanı birimizin dostu değil midir?
Deccal İncili bir anlatı değil. Bunu, anlatılabilir bir kurgu sunmayışı sebebiyle söylüyorum. Yazım şekliniz hakkında bilgi verir misiniz? İçerik mi sizi farklı bir biçim geliştirmeye yönlendirdi yoksa zaten denemeyi istediğiniz mevcut bir tarzı mı kullandınız?
Tespitiniz pek yerinde... Kitap yayımlanmadan önce, kapağında “söyleti” yazmasını istiyordum. Fakat günümüz okurunun, karşısına endüstriyel bir ürün olarak çıkartılan kitapla ilk ilişkisinin Gérard Genette’in “yan-metinler” dediği, eser adı, arka kapak yazısı, önsöz, tür beyanı vb. unsurlarla –ve bu unsurların tetiklediği önyargılarla- kurulduğunu göz önünde alarak bu hayâlimden vazgeçtim. İki tahmininiz de doğru. Fazlası da var. Sorunuza aşama aşama cevap vereyim: Bu kitabı yazmama sebep olan bir dert ve o derdin beslediği bir motivasyon var. Kişisel olarak, adil olmayan eşitliklerden ve insanların seslerini duyuramadıkları, gürültüden ibaret bir ifade özgürlüğünden rahatsızlık duyuyorum. Bu bakımdan Mihail Bahtin’in Dostoyevski’nin eserlerinde tespit ettiği, modern edebiyatın alameti farikalarından biri olan; adaleti Roland Barthes’ın deyişiyle yazının sıfır derecesindeymiş pozu yapan örtük yazarların vicdanına teslim eden çokseslilik de tercih ettiğim bir şey değil.
Bu sözlerimin günlük hayatta da bir karşılığı var. Ben insanların kendilerine verilen süre kadar değil sözleri bitene kadar konuşması gerektiği kanaatindeyim. Bugünkü anlamıyla “tartışma”dan ziyade beyana ve açımlama vesilesi sorulara kıymet veriyorum. Tartışma rekabet kültürünün bir uzantısı... Çünkü artık tartışma, tarafların birbirini tartıp diğerinden kendinde bulunmayanı öğrenmeye çalıştığı bir iletişim şekli değil. Bir yapıta dönüştürmek istediğim dert bu olunca, anlatı kişilerinin söyleyecekleri bitene kadar konuşabilecekleri bir türün olanaklarını kullanmayı tercih ettim: Hitabet.
Hitabeti tercih etmemin bir sebebi daha var. O da genç dimağları zehirlediği gerekçesiyle canından edilen Sokrat’ın Platon tarafından kaleme alınan meşhur savunmasının toplumun farklı kesimlerince dünya görüşü “zehirli” kabul edilen tiplerinin kendilerini savunmaları için retorik yeterlilikler bakımından en uygun metinlerden biri olması. Bu arada Jacques Verges gibi isimlerden de faydalanmadım değil.
Cicero’nun Dostluk Üzerine’si ile birlikte ilk gençliğimin beni en çok etkileyen iki felsefe metninden biri olan Sokrat’ın Savunması –ki Şair Archias’ın Savunması’nı da onun yanına iliştirebiliriz- hep aklımın bir köşesinde, bir eserime temel teşkil etmek üzere duruyordu. Nasıl bazı insanların zihninde ölmeden önce izlemeleri gereken filmler, gitmeleri gereken yerler vb. listeler varsa, benim zihnimde de ölmeden önce yazmam gereken kitapların bir listesi var. Artık Sokrat’ın Savunması maddesinin yanında bir “✔” işareti var.
Son olarak, biçimin ideolojisinin de tercihlerimde rol oynadığını söylemeliyim. Zira Paul Valery’nin dediği gibi, “Biçim pahalıya mal olur.” Kapitalizm için dünya düzeninde globalleşme, siyasette demokrasi neyse, edebiyatta da roman odur- dolayısıyla örneğin “İslâmî roman” vb. oksimoronik tamlamaları çok komik bulurum. “İslâmî banka” demek gibi bir şey... Yani bir şeyleri tercih edişim aynı zamanda başka şeyleri tercih etmeyişimle de ilgili. Edebiyat eserlerinin teknik olarak kolaylıkla çoğaltılıp dağıtılabildikleri ticari türlere hızla dönüştürüldüğü bir çağda, edebiyatın başka türlere aktarılamayacak şekilde yapılması gerektiği kanaatindeyim. Çünkü sinemaya aktarılabilir bir olay örgüsüne sahip her metin –içerik bakımından anti-emperyalist olanlar bile- emperyalisttir.
Deccal İncili’nin ana kahramanları Faust ve Gretchen... Belirli bir zaman ve mekânda bulunmayan, farklı tarih ve bağlamlarda karşımıza çıkan karakterler... Bu seçiminizi biraz açar mısınız? Faust gibi çok bilindik bir karakter üzerinden metni kurmanın riskleri fazla değil mi – örneğin Faust’u okumamış okuyucular için?
İçinde yaşadığımız dünyada Faust’u okumamış olmak mümkün değil bana kalırsa. Faust’un adını hayatı boyunca duymamış kişiler bile bir şekilde onu okumuşturlar. Zira biz artık etkin değil edilgen okurlarız. Kendi irademizle bazı hikâyelerin içine girmiyoruz. Belleğimizi maruz kaldığımız hikâyeler işgal ediyor. Bilmeden bildiğimizi sandığımız şeyler olduğu gibi, bilmediğimizi sandığımız ama bildiğimiz şeyler de var. Faust, Mezopotamya’da Gılgameş, eski Yunan’da Oidipus, Hollywood’da (Şeytan’ın Avukatı) genç ve hırslı bir avukat, Yeşilçam’da (Arkadaşım Şeytan) bir müzisyen olarak karşımıza çıkar. Putperestlik tarihinde bugünkü kadar çok sayıda put hiçbir zaman var olmamıştır. Hepimiz az ya da çok Faust’uz. Dolayısıyla “Faust” ya da “Gretchen” isimleri pek de önemli değil. Onlara pekala “Leyla” ile “Mecnun” da diyebilirsiniz. Çünkü Mecnun bugün (yani Freud’un deyişi ile “uygarlığın huzursuzluğu”nun zirve yaptığı ve insanın bütün arzularını dehşetli bir başarıyla baskıladığı, hiç değilse manipüle ettiği bir çağda) Leyla’yı çölün ortasındaki bir çadırda bulsa arkasını dönüp çıkmaz bence. Geçti dost kervanı... Üzgünüm.
Kitabınızda Althusser, Nietzsche, Freud, Cioran gibi önemli düşünürlere bağlama oturan ama açıklaması verilmeyen göndermeleriniz var. Metnin bu düşünürlerle etkileşimine biraz değinmek ister misiniz?
Michael Riffaterre’in “süper-okur” dediği bir okur tipi var. Bir metinle henüz karşılaşmadan önce o metni okumak için gerekli bütün entelektüel altyapıya sahip hayâli bir okur... İşin aslı, yazar bile kendi metninin süper-okuru olamaz. Belki yazdığımız kitapların Umberto Eco’nun örnek okur dediği türde bir okurla karşı karşıya gelmesini ümit edebiliriz. Ama daha iyisi, benim gibi okurun beklentilerini önemsemeyen bir yazarın okurunun da onun beklentilerini umursamaması... Okur, yazdığım metindeki her ipucunu takip etmek zorunda değil. Ona verdiğim her anahtar bir odanın kapısını açar. Fakat nasıl bir misafirliğe gittiğimizde evdeki her odaya girmek zorunda değilsek, yazarın metne koyduğu her detayı da anlamak zorunda değiliz -keyif almak, hatta entelektüel bir okuma yapmak için. Anlamadan ilişki kuramayan canlılar olsaydık, aşktan bahsedebilir miydik?
Yobazlık genellikle cehalet ile ilişkilendirilerek tartışılırken, metninizde yobazlığı bir hayatta kalma stratejisi olarak sunuyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Deccal İncili’nin “Yobaz” başlıklı bölümünü bunu biraz açabilmek için yazdım zaten. Dolayısıyla bu sorunuza yanıt vermem hâlinde kitabıma ihanet etmiş olurum gibi geliyor bana. Bu nedenle “Pas!” demek istiyorum.
Peki, Yobaz Deccal’in kulu mudur, yoksa tanrısı mı?
Yobaz, Deccal’in ta kendisi... Belki aynı cevabı kurmaca tanrılar ve gerçek insanlar için de vermek mümkün... Çünkü neyin kölesi olursanız aynı zamanda onun efendisi, neyin efendisi olursanız aynı zamanda onun kölesi olursunuz.
Son olarak, bu kitabı kimler okumalı?
Bu kitabı hiçbir hedef kitle için yazmadım. O kimseyi umursamadan, herkes için yazılmış bir kitap. Böyle olması da pek doğal. Çünkü herkesi düşünüyorsanız hiç kimseyi umursamamanız gerekir. Umarım kitabımı bir fayda sağlayabileceği kadar çok, metaa dönüşmeyeceği kadar az insan okur. Yine umarım, Faust’u okumuş kişiler ile onu okumamış da olsa Deccal İncili’ni okuduktan sonra okuyacak kişiler okur. Hahahaha!
Fırat Caner kimdir?Bursa doğumlu. Gazi Üniversitesi’nde Endüstri Mühendisliği öğrenimini tamamladıktan sonra Bilkent Üniversitesi’nde Türk edebiyatı üzerine yüksek lisans ve doktora yaptı. Murathan Mungan’ın şiirleri üzerine bir yüksek lisans tezi, Turgut Uyar’ın Dünyanın En Güzel Arabistanı adlı kitabı hakkında bir doktora tezi yazdı. İzlek, Damar, Edebiyat ve Eleştiri, Son Yeni Biçem, Evrensel Kültür, Defter, Ludingirra, Hürriyet Gösteri, Varlık, Akatalpa, Yasak Meyve vs. dergilerde çeşitli türlerde yazıları yayımlandı. Yayımlanmış, Murathan Mungan’ın bir öyküsü üzerine yazdığı Geyiğin Laneti adlı bir incelemesi, Zeval adlı 2013 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş bir şiir kitabı, Hayıflanma adlı bir kurmaca hayıflanması, Kuşla Kediye Ağıt adlı bir anlatısı, Deccal İncili adlı bir söyletisi var. Trabzon'da yaşıyor. |