Bir barış müfredatı oluşturmak adına tiyatro oyunları neden önemli? Çünkü oyunlarda, söz ve düşünce, kitap sayfalarında kalmıyor, pratiğe de dökülmüş oluyor. Bu oyunlar, pedagojik olarak daha uygun ve ‘yaparak öğrenme’ düşüncesinden hareket ettikleri için akılda daha kolay kalıyorlar.
Bertolt Brecht, “Cesaret Ana ve Çocukları” oyununu 2. Paylaşım Savaşı’ndan önce yazar. Konuya uygun bir biçimde, anlatıbilimdeki tarihsel/coğrafi uzaklık ilkesinden yararlanır.[1] Bu ilke, hakkında konuşacağımız olayın tarihsel ve kimi zaman coğrafi olarak uzağında kalan, yine de bulunduğumuz durumla benzerlikler taşıyan örnekleri konu almak anlamına gelir.
Diğer bir deyişle, bu ilkeye göre, 2. Paylaşım Savaşı konusunda söyleyecek sözümüz varsa, bunu en yakın örnek olarak 1. Paylaşım Savaşı üzerinden yapmayız. Daha uzağa, birkaç yüzyıl önceye gideriz. Buradaki amaç, aynı görüşte olmadığımız izleyici gruplarına ulaşabilmektir.
2. Paylaşım Savaşı konusunda aynı görüşte olmadığımızdan bizi izlemeyeceklerdir; ancak 17. yüzyıldan bir savaşı konu edinirsek, bu, onların umurunda olmadığı (belli bir görüşe sahip olmadıkları) bir savaş olacaktır. Böylece, o savaşı farklı görüşteki izleyiciye yaşatır ve sonra bugüne dair imalarla ama yine de son kararı izleyiciye bırakarak, onun bu oyundan hareketle bugüne dair çıkarsamalar yapmasını umarız. Bu ilkenin bir başka gerekçesi, günümüz hakkında konuşmaya yönelik sansür ve diğer engeller olabilir.
Askere alınma/gitme
Oyunun başında Çığırtkan ile Çavuş askere yazılacak gençleri toplamaktadır. At arabalı seyyar satıcı Cesaret Ana ve çocuklarıyla karşılaşırlar. Ana, savaş bölgelerini dolaşıp askeri malzemeler satmaktadır. Çığırtkan ile Çavuş ise, çocukları askere almayı düşünür. Ana buna karşı çıkar.
Çocukları ise savaşa gitme yanlısıdır. Onları caydırmak için fallarına bakar, hepsine ölüm çıkar. Büyük oğlu yine de askere gider. Ana-oğul iki yıl sonra yeniden karşılacaklardır. Ana Aşçı’yla sohbetinde bir komutan-asker tipolojisi çıkarır. Ne tür bir komutan ne tür bir asker ister...
Özgürlük istemeyenlere ölüm
Aşçı’nın Kral’ın neden savaşa girdiğini anlattığı sahne hem güldürüyor hem düşündürüyor. Kral, başka halklar da özgür olsun istiyor, bu nedenle vergileri artırıyor. Ama diğer halklar her zaman özgür olmak istemiyorlar, İmparator’a köle olarak yaşamaya devam ediyorlar. O zaman tek çare kalıyor onlar için: Ölüm.
Aşçı’yla Ana arasında geçen, “Kral’ın ekmeğini mi yiyorum (yani ekmeğini yiyip böyle kötü sözler sarf ederek nankörlük mü ediyorum?) yoksa “ekmeğini pişiriyor muyum?” tartışması not edilebilir.
“Dil Uzattırmam Savaşa”
Başkişiler Protestan’dır. 8 milyon Avrupalı’nın ölümüyle sonuçlanan Otuz Yıl Savaşları (1618-1648), özünde mezhep savaşlarıdır. Daha sonra Avrupa’nın büyük güçlerinin paralı askerleri devreye sokmasıyla, mezhep savaşının ötesine geçip iyice içinden çıkılmaz bir hal alacaktır.
Oyuna dönersek, bir anda Katolikler bölgeyi ele geçirir. Ananın kasayı saklayan olduğunu idrak ederler. Ana, yakalanmamak için, teşhir edilen cesetin oğlu olduğunu inkar edecektir. Oyunun akışından anlaşılacağı gibi, Ana, bir yandan savaşa karşı gibi görünürse de, aslında savaştan kazanç sağlamaktadır. Komutan ölüp de barış gelirse iflas etmekten korkar. Yaptığı ticaret, savaş döneminde ailesini geçindirmek için bir araç mıdır yoksa zamanla amaca mı dönüşmüştür, pek de anlaşılmaz. Hızını alamayıp şunları söyleyecektir:
“Dil uzattırmam savaşa. Neymiş? Zayıfları silip süpürürmüş. Onların hali barışta da perişan değil mi? Erbabı için savaş nimettir, nimet” (s.51).
“Bana barış demeyin. Malları daha yeni düzdük” (s.52).
Fakat iş kendi oğluna gelince hızla değişecektir:
“İflas ettim. Ama yine de barışın geldiğine sevindim. Çocuklardan ikisini kurtardık demek. Şimdi Eilif'i [büyük oğlu] yine görebileceğim.” (s.52)
Savaşta serbest, barışta suç: Yağma ve cinayet
Sonunda Ana, kendisinden hoşlanan fakat karşılık bulamayan rahiple ve küçükken bir askerin yaptıkları nedeniyle dilsiz kalan kızı ile baş başa kalacaktır.
Barış geldiğinde, başka tanıdıkları da onu bulur. Annesi yokken arabaya gelen oğlu ise, kelepçelidir. Savaş zamanında hep yaptığını barış zamanında yaptığı için tutuklanmıştır: Yağma ve cinayet...
İflas eden savaş tutkunu esnaf
Fakat barış birkaç gün geçerli olur; savaş kaldığı yerden devam eder. Savaşın başlamasının üstünden 16 yıl geçtiğinde artık Cesaret Ana, savaşın hiç de kendi yararına olmadığını görmeye başlar.
Savaş ve salgın hastalıklar nedeniyle nüfuslar kırılmış, birçok şehir ıssızlaşmıştır. Dolayısıyla, artık Ana’nın müşterisi de iyice azalmıştır.
Bu yönüyle, Cesaret Ana, bize bugün savaşı alkışlayan ama bu nedenle turistler gelmeyince iflas eden esnafı anımsatır. Ana’nın da bugünkü savaşsever esnafın da farkında olmadığı şey, birtakım özel alanlar dışında ticaretin barışı gerektirdiğidir.[2]
Cesaret Ana, en son, dilsiz kızıyla kalacaktır; nice günlerde kızıyla açlıklarını paylaşacaklardır. Sonunda, savaş, kızını da ondan ayıracaktır. Bizim bu savaşsever esnafımız savaşın kötülüklerini geç fark edecektir; ancak izleyicilerin bunları ondan önce fark etmeleri umulur. Oyunda tümüyle iyi bir kişiliğin olmaması da dikkat çekicidir. Brecht’in oyunları dünyayı idealize etmemektedir.
Önkoşul olarak barış
Oyunun başında şöyle der Çavuş: “Barış demek, düzensizlik, başıboşluk demektir; oysa düzeni ancak savaş sağlar.” (s.9) Belki bu görüşe oyunun başında katılan izleyiciler olabilir; fakat bu görüş, oyunun sonunda tuzla buz olacaktır.
Brecht’in ‘Cesaret Ana ve Çocukları’ oyunu, barışın ticaretin, mutluluğun, huzurun önkoşulu olduğunun bilincinde olmayanlara bu bilinci vermek gibi bir derdi olduğu için barış müfredatında kendine yer buluyor. Oyun, günümüze uyarlanarak da uyarlanmadan da savaş ve barış üstüne düşündürüyor. Bu yönüyle, barış müfredatında yer alması önerilir.[3]
---------------------------------------------------------
Kaynak
Hecht, W., Knopf, J., Mittenzwei, W. ve Müller, K.-D. (yay.haz.) (1989/1997). Bertolt Brecht: Bütün Oyunları Cilt 8 (Cesaret Ana ve Çocukları, Lukullus’un Sorgulanması(1940), Lukullus’un Sorgulanması(1951), Lukullus’un Mahkûmiyeti, Sezuan’ın İyi İnsanı) (çev. A.Cemal, A.Çalışlar, Y.Erten, Ö.Nutku, F.Ofluoğlu, Y.Onay ve A.Selen). İstanbul: Mitos Boyut Yayınları.
[1] Bu ilke, Brecht’gil tiyatrodaki ‘estetik uzaklık ilkesi’ ile karıştırılmamalıdır.
[2] Bunlar, silah kaçakçılığı, askeri malzeme, erzak vb. ticareti gibi alanlardır. Ancak onlar da sürdürülebilir bir kazanç sağlamaktan uzaktırlar. Küçük esnafın döndürebileceği işler de değildirler. Büyük sermaye ve güçlü siyasal ilişkileri gerektirirler.