*Manşet çizim: Cornalia Li
Yazının Kürtçesi / İngilizcesi için tıklayın
|
16 Temmuz 2021 günü Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Twitter’daki “İktidarımızda Suriyeli misafirlerimizle helalleşip iki yılda memleketlerine uğurlayacağız. Bu iktidarımızın en önemli beş önceliğinden biridir” paylaşımı, Türkiye’deki mültecilere ve özellikle yeni bir göç dalgası oluşturdukları düşünülen Afganistanlılara dair tartışmaların artmasına yol açtı ve tepkileri alevlendirdi.
Politikacılar, yeni Afganistanlı göçmen dalgası konusunda görüşlerini dile getirirken gazeteciler mültecilerin geleceğe dair beklentilerine, sınırdaki olaylara dair haberler hazırladılar. Konunun uzmanı akademisyenler ve sivil toplum örgütü temsilcileri ile görüşmeler yaptılar.
İyi Günde Kötü Günde’nin bölümlerini podcast platformlarından dinleyebilirsiniz: Spotify, ApplePodcast, Youtube
Mültecilerin durumunun ve Türkiye’deki geleceklerinin gündemde olduğu, tepkilerin zaman zaman ırkçılık ve ayrımcılık boyutuna vardığı yaklaşık bir aylık dönemden sonra, 10 Ağustos 2021’de Ankara'nın Altındağ ilçesinin Battalgazi Mahallesi’nde Suriyeli bir grup ve mahalleli arasında çıkan bir kavga sonucu, Emirhan Yalçın hastanede hayatını kaybetti. Bu olayın ardından Önder ve Battalgazi mahallelerinde gerginlik arttı ve her iki mahallede yaşayan Suriyelilerin evleri ve dükkânları hedef alındı.
Dosyalarla ekranlarda
Mülteciler, özellikle de Suriyeliler meselesi, uzun zamandır tüm medyayı sarmış durumda. Bütün haber kanallarının ikiye, dörde, altıya, sekize bölünmüş ekranlarında, akademisyeninden strateji uzmanına, milletvekilinden gazetecisine, eski askerden eski bürokratına kadar herkes ellerinde birtakım dosyalarla arzı endam ediyor. O dosyadan çıkardıkları kâğıtlardan da sürekli olarak sayılar beyan ediyorlar: Şimdiye dek gelen mülteci sayısı, vatandaşlık alan mülteci sayısı, gayrimenkul alan mülteci sayısı, suça karışan mülteci sayısı, oy kullanacak mülteci sayısı, genç ve erkek mülteci sayısı vesaire. Çoğunlukla da sayıları okurken dehşete kapılıyorlar, gözleri fal taşı gibi açılıyor, sesleri titriyor. Belli ki seyircide bir etki bırakmak istiyorlar. Ama bırakmak istedikleri etki, bilgilendirmenin ötesinde, dehşet, istila, hatta yıkım.
Ne hissediyorlar?
Peki mülteciler Türkiye’de yükselen ırkçı söylem ve baskıları nasıl deneyimliyor? Hissettikleri nedir? Afganistan’da hekim olarak çalışan Zeynep C.’ye (46) mikrofon uzattık. Zeynep C. ile Türkiye’de kendisinin ve ailesinin karşı karşıya kaldığı ırkçı tepkileri konuştuk. Irkçı baskılara karşı güvenlikleri nedeniyle sessiz kalmayı tercih ettiklerini ifade eden Zeynep C., bazen kendisini hayalet gibi hissettiğini söylüyor ve göçmenliği bir nevi mahkûmiyet olarak niteliyor.
Zeynep C., “Kesinlikle istenmeyen kişiler olduğumuzu biliyoruz ve istenmediğimizin farkında olarak mümkün olduğunca kapalı, izole bir yaşam sürdürmeye çalışıyoruz” diyor. Sözü Ankara Altındağ’da buluştuğumuz doktor Zeynep C.’ye bırakıyoruz:
Günlük hayatta ırkçı baskıyla karşılaştınız mı?
Kesinlikle istenmeyen kişiler olduğumuzu biliyoruz ve istenmediğimizin farkında olarak mümkün olduğunca kapalı, izole bir yaşam sürdürmeye çalışıyoruz. Özellikle son bir yıl içinde ırkçı söylemler, baskılar çok arttı. Eşim ve ben çocuklarımın psikolojilerini, en çok da can güvenliklerini korumak için oturup kararlar aldık. Çocuklarımız da bu kurallara uymak zorundalar.
“Çocuklarıma Türkçe konuşmalarını tembihliyorum”
Kararları anlatır mısınız?
Büyük kızım 25 yaşında. Oğullarım ise 21, 17 ve 13. En küçük çocuğum ise kız ve dokuz yaşında. 2017’de Türkiye’ye geldiğimizde büyük kızım Kabil Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nde öğrenciydi. Türkiye’ye geldikten sonra eğitimine hem biz Afganistanlılara sağlanan statüsünün sadece temel eğitime olanak tanıması nedeniyle hem de -esas olarak- ekonomik nedenlerle devam edemedi. Kızım, kendini eve kapattı. Asla dışarı çıkmıyor, odasından bile çıkmıyor. 21 ve 17 yaşlarındaki iki oğlumun da eğitim durumları aynı. Liseyi bitirdiler. Fakat Afganistanlı mültecilere tanınan “uluslararası koruma statüsü” yükseköğrenim imkânını ücretli sunduğu için, onlar da üniversiteye devam edemedi. Büyük oğullarım üniversiteye de devam edemediklerinden bütçeye katkı sunmak için çalışmaya başladılar. Kızılay’da bir kafede bulaşık ve temizlik hizmetinde çalışıyorlar. Çocuklarım, evden Kızılay’a ulaşım ücreti ödememek için yürüyerek gidiyor. Öncelikle, çocukların tek başlarına hareket etmelerini kesinlikle yasakladık. Yolda Farsça konuşmalarını kesinlikle istemiyorum. Dil öğrenmeleri için TÖMER kursuna gönderdim. İki kardeşe yolda Türkçe konuşmalarını tembihledim. Türkiye’de resmi/kayıtlı olarak barınıyoruz ama çocukların işe gidiş yürüme güzergahları üzerinde sürekli polis kimlik kontrolleri oluyor. Çocuklarım gözaltına alınabilir, resmi kayıtlı olmalarına karşın polis tarafından geri gönderme merkezine gönderilebilir. Telefonlarının “hızlı arama” tuşlarında ben ve babalarının numaraları kayıtlı. Bir kez çalıp kapatırlarsa bu başlarına bir şey gelmiş olduğunun mesajıdır bizim için.
Güvenlik güçlerinin kimlik kontrollerindeki tavırları nasıl?
Doğrudan polis ile hiç muhatap olmadım. Fakat hem çocuklarım hem de mahalledeki çocukların maalesef tatsız deneyimleri var. Polis oldukça sert davranıyor. En önemlisi polis, Türkiye’de resmi kayıtlı olan çocukları dahi toplayıp geri gönderme merkezine götürebiliyor. Devlet bize bir hak tanımış. Fakat polis bize tanınan bu hakkı yok sayabiliyor, bir bahane uyduruyor. Polisin, yaşadığımız mahalledeki ailelerin çocuklarına yolda yürürlerken kimlik sorduklarında arada kendilerini Farsça ifade ederlerse “Türkçe konuş” diyerek şiddet uyguladığını duyduk.
“Yabancılara karşı öfke var”
Farsçayı sadece evde kullanıyorsunuz demek doğru mu?
Sadece kendimizi güvende hissettiğimiz yerlerde Farsça konuşuyoruz. Türkiye’ye gelmeye karar verdiğimiz andan itibaren kendi kendime Türkçe öğrenmeye başladım. Türkiye’ye geldiğimizde de çocuklarımı Türkçe öğrenmeleri için TÖMER dil kursuna gönderdim. Çünkü Türkiye’de yabancılara yönelik bir öfke var. Otobüste, alışverişte her yerde. Toplu taşımayı kullanmaktan korkuyorum.
Otobüste, alışverişte “yabancılara karşı öfke” olduğunu hissettiğinizi söylediniz. Bunu size hissettiren ne?
Her zaman olmuyor ama otobüs kuyruğundayken arkamdakiler bile öncelik isteyebiliyor. Sırada olsan da en son binmesi gereken senmişsin gibi davranıyor, bazen laf atıyorlar. “Her yeri istila etti bunlar” diyorlar mesela. Otobüste, metroda en çok tepki kadınlardan hatta yaşlı kadınlardan geliyor. Şu benim için kuraldır: Otobüsteyken çocuklarım ve eşim dışında arayanları asla açmam. Her ne kadar Türkçe bilsem de sizler kadar hâkim değilim. Çocuklarım da ben dışardayken mümkün olduğunca aramaz. Geçenlerde otobüsteydim. Eşim aradı. Çok hastalanmış. Eşimin Türkçesi iyi değil. Sessiz sessiz ve çok kısa Farsça konuştum. Yan yana oturan iki yaşça ileri Türkiyeli kadın “Gidin, defolun ülkenize. Azıcık bir gurur yok sizde. İnsan istenmediği yerde durur mu?” diye bağırıyordu. Otobüsten inmek üzere ayağa kalktım, düğmeye bastım, ilk durakta ineceğim. Kadın, “Benim çocuklarımın, torunlarımın hakkını yiyorsunuz” diye bağırıyordu. Genç bir Türkiyeli kadın ve erkek, teyzeye müdahale ettiler, o sırada otobüsten indim.
“Savaşacak gücümüz yok”
Tepki göstermediniz mi?
Asla. Ben de çocuklarım da ırkçı tepki, baskı ile karşılaştığımızda yanıt vermiyoruz. Biz savaştan kaçtık. Ruhumuz yorgun. Savaşacak, kavga edecek gücümüz yok. Ama aslolan şu: Sonuçta biz mülteciyiz. Türkiye topraklarına gelen biziz. Türkiyelilerin memleketinde onlarla tartışmaya girmek aleyhimize olur.
Örneğin geçen yıl çamaşır yıkayıp balkon iplerine astım. Akşamüzeri toplamak için çıktığımda tüm kıyafetlerin dalga dalga beyaz olduğunu gördüm. Bir parçayı elime aldım, lekenin çamaşır suyundan kaynaklandığını anladım. Fakat inanmak da istemiyorum. “Bu kadarını da yapmazlar” diye düşündüm. Oturduğumuz apartmanda üst katımda oturan Türkiyeli aile binalarına mültecilerin taşınmasını hiç istememiş. Fakat ev sahibi ve emlakçı bize hem güvendi hem de iki katı fazla kira ile evi verdi. Üst kat komşum aşırı gürültü yapıyor, sürekli tacizde bulunuyordu. En sonunda çamaşırlarımıza çamaşır suyu döktü. Kapısına gitmeye çekindim. Biliyorum ki çok bağıracak.
“Defolun gidin ülkenize”
Ne yaptınız?
Balkona çıkmasını bekledim. Çıkınca dedim ki “Sen de kadınsın ben de kadınım. Neden bunu yapıyorsun? Bunlar çocuklarımın kıyafetleri. Ne istiyorsun bizden?” diye sakin sakin konuştum. Komşum ise, “Döktüm. Evet. Ne yapacaksın? Polise mi şikâyet edeceksin? Hadi git et. Sen kimsin ki? Gelip benim ülkeme yerleşmişsin. Defolun gidin ülkenize. Ama siz istenmediğiniz yerde duracak kadar da onursuzsunuz…” gibi onlarca cümle sıraladı bağırarak. Bir de semt pazarında benzer şeylerle karşılaşıyoruz. Pazara yalnız gidiyorum alışverişe. Fakat pazar tezgâhının önünde sıra varsa ve ben de sırada bekliyorsam Türkiyeliler önümüze geçiyor. Beni görmüyorlar bile. Yani aslında oradayım. Elimde parayı pazarcıya uzatmak için bekliyorum ama gelen herkes önüme geçiyor. Pazarcı fark ederse sebzelerimi alıp tartıp benden ödemeyi alıyor.
Bu durum size ne hissettiriyor?
“Acaba hayalet miyim? Görünmüyor muyum?” gibi sorular sorduruyor.
“Anne yeter artık, dayanamıyorum”
Türkiyeli komşularınızın genelinde mi size karşı ırkçı bir tutum var?
Hepsi aynı diyemem. Bazı Türkiyeli aileler selam veriyor. Ama çoğunluğu tepkili. Örneğin, çocuklar yanlışlıkla ayakkabılarını kapının önünde bıraktı diyelim. Hemen bağırmaya, kapıya vurmaya başlıyorlar. Bazen de ayakkabıların kaybolduğu oluyor. Bir gün eşim çöpü atarken kaybolan sokak terliklerini çöpte görmüş. Apartmanımız 10 daireli. Dört dairesinde Afganistanlı aileler oturuyor. Diğer aileler Türkiyeli. Üç Türkiyeli aile aşırı baskı yapıyor, bizleri apartmanlarında hiç istemiyor. Küçük çocuklarım ancak ben evde olduğum sürece binanın önüne top oynamaya inebiliyor. Çocukları sürekli de “ses çıkarmayın, kimseyi rahatsız etmeyin” diye tembihliyorum. Çocuklar da çok dikkat ediyor. Fakat geçenlerde sesler, bağırmalar üzerine balkona çıktım. Çocuklarıma “Allah belanızı versin” ile başlayan çok ayıp küfürler içeren cümleler söyledi bizim binada balkonda oturan iki kadın. Gerekçeleri ise topun sesi başlarını ağrıtmış. Oğlum ağır küfürlerden çok etkilenmişti, yüzünden anladım. Çocuklarıma “Hemen yukarı çıkın” diye seslendim. Fakat oğlum, ilk kez sokakta Farsça ve yüksek sesle “Anne yeter artık, dayanamıyorum. Bu kadını susturacağım” diye bağırdı. “Sakın” dedim ve koşarak aşağı indim. Çocuklarımı alıp yukarı çıktım. Birikim olmuş, çocuklar çok ağladılar o gün. Artık top oynamaya da bahçeye çıkmıyorlar.
“Amele pazarında eşimi dövdüler”
Eşiniz gündelik hayatta ırkçı baskılarla karşılaşıyor mu?
Eşim, Afganistan’da edebiyat öğretmenliği yapıyordu. Fakat Türkiye’de mesleğini yapamadığı için inşaatlarda işçilik yapmaya başladı. Maalesef Türkçeyi çok iyi öğrenemedi. Kendini Türkçe ifade etmekte zorlanıyor. Sabahları 05.45’te Dışkapı’daki amele pazarına gidiyor. Fakat Türkiyeli işçiler mülteci işçilerin günlük ücretleri düşürdükleri iddiasıyla asla mültecilerin pazara gelmesini istemiyor. Bu nedenle pazarda sık sık kavga çıkıyor. Eşim de birkaç kez bu kavga sırasında dayak yemiş. Kaşında, dudaklarında yarıklar oluşmuş. Oradaki esnaf ambulans çağırmış. Acile, SSK Dışkapı Hastanesi’ne götürmüşler. Dikiş atılmış. Bana haber verdiler. Taburcu olunca eşimi alıp eve getirdim.
Amele Pazarı’na Suriye ve Afganistan göçü olmadan önce sadece Türkiyeli işçiler gidermiş. Sabah 06.00 gibi işverenler işçi toplamak için pazara geliyor. Diyelim Türkiyeli işçi günlük 100 liraya çalışıyorsa, göçmen işçiler gerektiğinde 50 liraya çalışabiliyor. Türkiyeli işçiler de kendilerince haklı. Onlara kızmıyorum. Ama mültecilerin hakları yok. Yapayalnızız, yardım eden kimse yok ki. Çoğu zaman eve gelen o 50 lira iki üç günlük mutfak parası oluyor. Ama inanın on gün bir inşaatta çalışıyor eşim ve sadece ve sadece göçmen olduğu için işveren o parayı ödemiyor.
“Eşim çalıştığının parasını bile alamadı”
Bu durumda ne yapıyorsunuz?
Eşim iki kez inşaattan düştü. İşveren eşim kırıklar içinde yerde yatarken inşaat alanından alıp arabaya bindirmiş ve başka bir yere bırakmış. Ceza almamak için. Çok sonra haber aldık eşimden. İnşaat sahibinden şikâyetçi olmak istedim. Bunun için de destek aradım. Ama hep dediler ki “İşverenlerin eli kolu uzundur. Sizi başka kente sürdürürler”. Sesimizi çıkaramadık. Çok ciddi kırıkları vardı. Tedavi masraflarını da biz karşıladık. Altı ay evde yattık. En son çalıştığı iş yerinden 1,400 lira alacağı birikti. İşveren sadece eşime 300 lira vermiş. İş bitti fakat eşim parayı alamadı. Türkçem iyi olduğu için işvereni ben aradım. “Param olunca ödeyeceğim” dedi. Aradan 15 gün geçti. İkinci kez alacağımızı hatırlatmak için aradığımda hem benim hem de eşimin numarasını engellemişti. Siz kendinizi benim yerime koyun. Böyle bir durumda işverenden o parayı nasıl alabilirsiniz? Kime şikâyet edeceğiz? Tabii ki alamazsınız. Onun için yine sustuk. Türkiye’de en çok susmayı ve sabrı öğrendim.
“Sosyal medyada bir araya geliyoruz”
Afganistanlılar arasında ırkçı baskılara karşı bir ortaklaşmanız/dayanışma ağı gibi oluşumlarınız var mı?
Bunu yapmaktan çok korkuyoruz. Afganistanlı aileler toplu olarak mahallede bir araya gelmekten korkuyoruz. Bir araya gelmemiz “Sanki bir karar alıyoruz, ırkçı baskılara bir tepki vereceğiz, gösteri yapacağız” gibi algılanabilir. Onun için kalabalık gruplar halinde asla bir araya gelmiyoruz. Bir sosyal medya uygulaması üzerinden oluşturduğumuz grubumuz var. Kadınlardan oluşuyor grubumuz. Haberleri yakından takip ediyoruz. Özellikle son ekonomik krizden sonra Türkiyeliler çok yoksullaşınca bize yönelik tepkiler iyice arttığı için haberleri çok yakından takip ediyoruz. Her yeni gelişmeyi, Ankara’da ya da başka bir ilde göçmenlere/mültecilere yönelik saldırıları öğreniyoruz, grupta paylaşıyoruz. Türkiyeliler arasında “tansiyon yüksek” diye bir ifade var ya. İşte Türkiye’de “tansiyon yüksek” olduğunda çocuklarımızın ve eşlerimizin mümkün olduğunca sokağa çıkmamalarını sağlıyoruz. Afganistanlı kadınlar olarak hem Türkçeyi daha iyi bildiğimiz, toplu taşımada çok acil durumlarda Türkçe konuşabildiğimiz için hem de hakaretler karşısında susmayı, sabrı öğrendiğimiz için biz sokağa çıkıyoruz.
“Hiç kızmıyorum Türkiyelilere”
Bütün bu baskıları neye bağlıyorsunuz?
Şunu gözlemliyorum. Türkiyelilere göre yabancı olan herkes Suriyeli. Bize tepki gösteriyorlar, “Ülkenize gidin” diye bağırırken “Pis Suriyeliler” diyorlar. Oysa Suriyelilerin de tüm parasını Avrupa Birliği gönderiyor. Devlet bize de özel bir yardım yapmıyor ki, üniversite bile paralı. Ev kiraları Türkiyelilerin ödediğinin iki katı. Türkiye Kızılayı 18 yaş altı göçmen çocuklar için aylık çok cüzi bir ödeme yapıyor. Bu ödeme de bulunduğunuz ilçenin kaymakamlıklarındaki bir birimden yapılıyor. Kızılay, yoksul Türkiyeli ailelerin çocuklarına da aynı yerden ödeme yapıyor. Dolayısıyla aynı salonda Türkiyeliler, Afganistanlılar, Suriyeliler bekliyoruz. Türkiyeliler bize “Devlet, kendi ülkemde ben açken, savaştan kaçıp gelenlere para ödüyor. Devlet, benim çocuğumun parasını yabancılara ödüyor” gözüyle bakıyor. Bunu da o bekleme anında sürekli dile getiriyorlar. Kızılay’ın ödemesini alacağımız gün çok stresli geçiyor. Türkiyelileri haklı buluyorum. Türkiyelilerin de ekonomik durumu çok kötü. Kendi karınlarını zor doyururken, neden bir de bizler onlara yük olalım. Hiç kızmıyorum Türkiyelilere. Onları anlamaya çalışıyorum.
“Bizler Türkiye’de sadece nefes alıyoruz”
Son aylarda artış gösteren mülteci ve yabancı düşmanı kampanya ve baskılar üzerinizde ne tür tesirler yaratıyor?
İnanın çok üzülüyorum. Bizler Türkiye’de sadece nefes alıyoruz. Karnımızı doyurmak için çabalıyoruz. Ama yaşam böyle bir şey değil. Biz yaşamıyoruz. Biz hayatta kalmaya çabalıyoruz. Çocuklarımı okutamıyorum. Çocuklarıma iyi bir hayat sunamadım. Çocuklarım mutlu değil. Üzüntü beni içten içe çürütüyor. Çok içten söyleyeceğim. Türkiye’ye gelirken göç yolunda yaşadıklarımız, Türkiye’de yaşadıklarımız bana şunu düşündürüyor: Afganistan halkı çok acı çekti. Halen de çok çekiyor. Savaşlar, çatışmalar… Keşke Hiroşima gibi Afganistan’ın üzerine de bir bomba atılsa ve tamamen yok olsa…
“Türkiye’de hekimlik yapamıyorum”
Kendinizden bahseder misiniz?
Ben bir doktorum. Kabil Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunuyum. Ülkemde kadın doğum uzmanı olarak çalışıyordum. 46 yaşımdayım. Taliban, eşim ve çocuklarımı asker olarak almak istiyordu. Çok baskı vardı. Büyük kızım üniversite birinci sınıftaydı, diş hekimliği bölümünde okuyordu. Evlenmesi yönünde çok baskı geliyordu. Eşimle Türkiye’ye gelme kararı aldık. Çocuklarla konuştuk, onlar da kabul etti. 2017’de insan kaçakçıları ile anlaşıp İran üzerinden Türkiye’ye geldik. Türkiye’ye geldiğimiz yıl, kızım Kabil Üniversitesi’nde diş hekimliği fakültesinde okuyordu. Oğullarım da eğitim hayatlarını sürdürüyorlardı. Fakat Türkiye’ye geldikten sonra eğitimlerine devam edemediler. Çünkü Afganistanlıların hukuki statü sadece temel eğitime olanak veriyor. Devlet üniversiteleri maalesef paralı ki zaten göçmen öğrenciler içinde sınırlı sayıda kontenjan var.
Türkiye’de hekimlik yapamıyorum. Sürekli evdeydim. Her anne çocuklarını düşünür. Ama bende şöyle bir duygu var. Savaştan, Taliban’ın şiddetinden ben sorumlu değilim. Ama çocukları dünyaya getirdiğim için onların her şeyinden ben sorumluyum. Ben bir doktorum. Eşim öğretmen. Bizler üniversite okuduk ama çocuklarımıza okutamıyorum. Çocuklarım bir kafede oturamazlar. Arkadaşları yok. Evden çıkmak para. Sadece yaşıyorlar. Bir gün küçük çocuklarımla dışarı çıktım oyuncak istediler, yemek istediler. Para yok. O an karar verdim. Çocuklarımı da öldürüp intihar etmeye. O an hissettiklerimi ‘anne olmayan anlamaz’ demek istemem. Empati kurmaya gerçekten niyetli her insan o çok çok derinlerde yaşadığım acıyı ve çaresizliği anlar. Yüreğimi sonuna kadar açıp anlattıklarımı bencillik olarak değerlendirmesinler. Ya da ‘Bu kadın nasıl bir doktor, çocuklarını bırakıp intihar etmeye kalkmış’ diye düşünmesinler.
“Hekimlik için sınava gireceğim”
Eve gittiniz. Ya sonra?
Eve gittim. Çocuklarıma kıyamadım. Bir mektup yazdım. Odama girdim ve intihar girişiminde bulundum. Odadan uzun süre çıkmayınca çocuklar huysuzlanmış. Babalarını çağırmışlar. Eşim ambulans çağırmış. Uzunca bir süre hastanede kaldım. Biraz psikolojik tedavi de gördüm. Aslında düştüm, ama bu olaydan sonra yeniden ayağa kalktım. İşe yaramak istiyordum. Birleşmiş Milletler’e gittim geldim ve “Evde delirmek üzereyim. Bana bir iş verin. Çocuklarıma bakmak istiyorum. Kendimi işe yarar hissetmek istiyorum” dedim. Şu anda BM’nin bir belediye ile yürüttüğü göçmen sağlığı ve hakları projesinde tercüman olarak çalışıyorum. Saatlik ücret karşılığında çalışıyorum. Eylül ayında Türkiye’de hekimlik yapabilmek için seviye tespit sınavına gireceğim. Eğer belirli bir puanı tutturabilirsem, 66 hafta boyunca YÖK tarafından belirlenen hastane ve bölümlerde staj yapacağım. Bu staj bittikten sonra kendi uzmanlık alanım olan kadın doğum bölümünde değil ama özel hastanelerin acil servislerinde doktor olarak çalışma imkânım olacak.
“Mültecilik, mahkûmiyet”
Az önce zaman zaman kendinizi “hayalet gibi hissettiğinizi” söylediniz. Mülteciliği başka hangi kelimelerle ifade edebilirsiniz, anlatabilirsiniz?
Mültecilik, mahkûmiyet. Mahkûmluk sadece ceza işleyip hapishanelerde yaşayan insanlar için geçerli değil. Mülteciler de mahkûm hayatı yaşıyor. Karnımızı doyurmak için çabalıyoruz. Ama hayat, yaşamak bu değil. Yaşamak çok çok anlamlı bir kelime. Bizler mültecilikte zorunlu mahkûmluk yaşıyoruz.
“Yetmedi mi artık yaşadıklarımız?”
Afganistan’da siyasal ve sosyal şartlar düzelse yeniden dönmeyi düşünür müydünüz?
Bir dakika bile düşünmem, hemen geri dönerim. İnsanın doğduğu, bildiği toprakları terk etmesi çok çok ağır bir şey. Afganistan halkı çok acı çekti. Yetmedi mi artık yaşadıklarımız? Savaşlar, işgaller, arkasından Taliban. Afganistan’da insanlar ölüyor, çocuklar ölüyor. Kardeşler ölüyor. Artık bir çözüm bulunmalı ya da Hiroşima’daki gibi ülkenin üzerine bir bomsa atılsın ülke haritadan silinsin.
Söyleşi için fotoğrafınızı çekebilir miyim?
Hayır. Asla. Korkarım. Eğer sınavı geçer ve Türkiye’de doktor olarak çalışmaya başlarsam o zaman hastanede fotoğraflarsınız ve gerçek ismimi kullanırsınız. Ama şu anda bu kadar güvencesiz bir ortamda asla fotoğrafımı ve ismimi kullanmanızı istemiyorum. Zeynep ismini kullanırsanız sevinirim. Zeynep çok sevdiğim bir isimdir.
İyi Günde Kötü Günde yazı dizisi
1 - Aile: İyi günde kötü günde... / Alev Özkazanç
2 - Cezasızlık varken, bir arada yaşamak mümkün mü?
3 - Korku siyaseti ve sinema / Fırat Yücel
4 - Nefret neyle yıkanır? / Rober Koptaş
5 - Yaratıcılık ve müzik: İyi günde kötü günde / Mustafa Avcı
Proje hakkında"İyi Günde Kötü Günde: Bir Arada Yaşamak" podcast ve yazı serisi Hafıza Merkezi Berlin ve IPS İletişim Vakfı/bianet’in yürüttüğü bir proje kapsamında hazırlanıyor. Projenin koordinatörleri Hafıza Merkezi Berlin’den Özlem Kaya ve IPS İletişim Vakfı’ndan Öznur Subaşı, proje danışmanı Özgür Sevgi Göral, proje editörü ise Müge Karahan. "Bir arada yaşam” konusunu odağına alan seride; aile, ceza, korku, nefret, yaratıcılık temaları ele alındı. Projenin ikici seri yazılarında ise; ırkçılık, hafıza, yalan, antroposen ve arkadaşlık temaları ele alınacak. Bölümler on beş günde bir salı günleri yayınlanacak. |
(HG/SO/NÖ)