Yazının İngilizcesi / Kürtçesi için tıklayın
İklim krizini durdurabilmek için fazla zamanımız kalmadı. Bilindiği üzere, ısıyı hapsetmesinden dolayı küresel sıcaklıklardaki artışa neden olan sera gazları temelde fosil yakıt kullanımı (gerek enerji üretiminde gerek ulaştırmada), ormansızlaşma, endüstriyel prosesler, suni gübre kullanımı ve büyükbaş hayvancılıktan kaynaklanıyor.
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), başta CO2 olmak üzere sera gazlarının konsantrasyonunun son yıllarda benzeri görülmemiş seviyelere yükseldiğini vurguluyor.
Sera gazlarındaki artışın başlaması -yani ekonomik sistemin doğa üzerindeki olumsuz dönüştürücü etkisi- 18. yüzyıla dayanıyor. O günden bugüne atmosferdeki CO2 emisyonlarının yüzde 50 arttığını biliyoruz.
Ayrıca, 18. yüzyıl, ülkeler-arası ve ülkeler-içi eşitsizliklerin artması, emeğin büyük bir hızla metalaşması, derinleşen yoksulluk, yapısal işsizlik gibi pek çok toplumsal dönüşümün yaşanmaya başladığı bir döneme de işaret ediyor.
Ünlü iktisatçı-antropolog Karl Polanyi'ye referans ile ifade edecek olursak, emeğin ve doğanın metalaşması ve her ikisinin de ekonomik değeri dışında bir anlam ifade etmeyen üretim faktörlerine indirgenmesi beraberinde derin sosyal ve ekolojik sorunları getirmiş ve getirmeye devam ediyor.
Reformist yaklaşımla çözülebilir mi?
İklim değişikliğine yönelik birçok farklı perspektif ve bu perspektiflerden üretilen çözüm önerileri var. Bu çözüm önerilerinden bazıları mevcut politik ekonomi içinden cevap ararken, bazıları ise dönüştürücü talepleri ile öne çıkıyor.
Reformist yaklaşımlara; yeşil büyüme, yeşil teknoloji ve emisyon ticaret sistemi pratikleri örnek olarak verilebilir. Bu yaklaşımlar, temelde, teknolojik modernizasyon ve enerji verimliliği ile ekonomik büyümeyi sera gazları emisyonlarından ayırabileceğimizi, dolayısıyla da ekonomik büyümenin gezegenin sınırlarını zorlamadan gerçekleşebileceğini savunuyor.
Ancak, ampirik çalışmaların da gösterdiği gibi, iklim değişikliğine sistem içi çözüm önerileriyle cevap bulmak -yani sanayi devrimine kıyasla gerçekleşecek sıcaklık yüksekliğini 1.5°C ile sınırlı tutmak- en naif ifade ile şaibeli!
Bu yaklaşımların yapısal sorunlara bütüncül şekilde odaklanmaktan ziyade yüzeysel çözüm önerileri ile kısıtlı kaldığını ve çevreciliği depolitize ettiğini söyleyebiliriz. Ki ayrıca, bu yaklaşımların iklim değişikliği dışındaki ekolojik sorunlara ve yukarıda değinmiş olduğumuz sosyal sıkıntılara ne ölçüde cevap verebileceği de kuşkulu.
Sistemi değiştir
Küresel iklim adaleti hareketinde sık sık karşılaştığımız bir slogan olan "iklimi değil, sistemi değiştir"i benimseyenler ise ikinci gruba dahil. Bu slogan, sıcaklık artışını 1,5°C seviyesinde tutmanın ve net sıfır karbon ekonomisine geçişin ancak ve ancak emisyon artışlarının altında yatan yapısal sebeplere odaklanıldığında mümkün olabileceğine işaret ediyor.
Aslında, bu slogan ile iklim aktivistleri hem sera gazları emisyonunda bir azaltımın şart olduğunu söylüyor hem de sistemsel bir dönüşümün aciliyetine vurgu yapıyor.
Bu yaklaşım, bir yandan toplam üretim ve tüketimin azaltılması gerektiğine parmak basıyor, diğer yandan da daha adil ve eşitlikçi bir toplumsal düzene ulaşmayı amaçlıyor.
Yeni bir patika önerisi
Bu yazının konusu olan "küçülme" (de-growth), tam da bu noktada bizlere bir açılım sunuyor[1]. Küçülme; akademisyenler, aktivistler ve toplumsal hareketler tarafından yaklaşık 50 yıldır tartışılan bir kavram.
2008 krizi ve sonrasında neoliberal kapitalizmin toplumsal ve ekolojik sorunları derinleştirmesi ve var olan iklimsel, finansal, politik ve en son yaşamakta olduğumuz sağlık krizlerine karşı dayanıksızlığı, çözüm arayışlarını ivmelendirdi ve küçülmeyi güçlü bir alternatif olarak ortaya çıkardı.
Küçülme; küresel anlamda çok çeşitli toplumsal kesimler tarafından sorgulanmaya, benimsenmeye ve savunulmaya başlandı. Küresel ekolojik krize ve artan eşitsizlere ve adaletsizliklere rağmen süregelen büyüme saplantısını eleştiren küçülme, amansız büyüme arayışının kendisinin ekolojik krizleri ve eşitsizlikleri yalnızca bir sonuç olarak üretmediğini aynı zamanda büyümenin bu sorunlarla iç içe olduğunu, kendini krizlere ve eşitsizliklere bağlı olarak da var edebildiğini ortaya koyan bir paradigma değişikliği çağrısı.
Küçülme hareketinin amacı da iklim adaleti hareketine paralel şekilde, aynı olanı azaltmak değil, farklı bir dünya yaratmak. Küçülme, sistemsel bir değişikliği arzulayan iklim aktivizmine, bu sistemsel değişikliği nasıl yapabileceğimize dair yeni bir patika sunuyor:
- Küçülme, insan refahını artıracak ve ekolojik koşulları iyileştirecek üretim ve tüketimin adil bir şekilde küçültülmesi olarak tanımlanıyor. İklim krizini önlemek için teknolojik gelişmeler (örneğin enerji verimliliği ve yenilenebilir enerji kaynaklarının zenginleştirilmesi) ve bazı davranış değişiklikleri (örneğin uçak yerine trene binmek, yerel gıda üretim ve tüketimini desteklemek) önemli. Ancak, ekonomik büyüme ile sera gazı emisyonu arasındaki ilişkiyi azaltsak da sıfırlamak mümkün gözükmüyor. Buradan hareketle, iklim krizini önlemek için ekonomik küçülmenin şart olduğunu ifade ediyor.
- Son 50 yılda kişi başı gelir 750 dolarlardan 10,000 dolarlara yükseldi. Ancak, hepimizin bildiği gibi bu artıştan hem kimi ülkeler hem ülke içerisindeki farklı kesimler adil ve eşit bir şekilde yararlanamadı. Bunun ötesinde, bu büyümenin arka planında adaletsizlik ve eşitsizlik yatmakta olduğu savı dikkate alınmalıdır. Dolayısıyla, büyürken üretilen adaletsizlik ve eşitsizliklerin amaçlanan küçülme sürecine yansıması durumunda, küçülmenin ekonomik resesyon ve depresyon olarak gelmesi ve dolayısıyla maliyetlerin eşitsiz dağılımı ve toplumdaki kırılgan kesimlerin bu durumdan çok olumsuz etkilenmesi söz konusu olacaktır (Covid-19 birçok yerde tam da bu dediğimizi yarattı. Küçülen ekonomilerin maliyeti farklı kesimlerin omuzuna farklı şekillerde yüklendi). Bu açıdan bakıldığında, küçülme, iklim değişikliğinin getirmesi beklenen ekonomik daralmanın, büyüme odaklı bir sistem içinde plansız ve istem dışı gerçekleşmesi ile insan refahını ve çevreyi koruyacak şekilde planlı ve sürdürülebilir bir küçülme arasındaki ayrımı ortaya çıkarıyor.
- Küçülme, toplumun tüm üyelerinin güvenliğini sağlayıp geçim kaynaklarını güvence altına alarak, daha eşit bir toplum yaratılmasını talep eder. Bu da iklim değişikliğine yönelik politika üretmek için siyasi alanı genişleterek üretilen politikaların sosyal adalet çerçevesine oturmasına katkı sağlar. Günümüzde deneyimlenen eşitsizlikler, korku temelli popülizm politikalarının üretilmesinin ve iktidarların büyüme fetişizmini besleyerek hegemonya kurmasının altında yatan sebeplerden biri ve belki de en önemlisi. Küçülme, toplum için öncelikleri tekrar belirleyerek, iklim krizini önleyebilir ve bu yoldaki çözüm önerilerinin toplumun tüm kesimleri tarafından benimsenmesini sağlayarak iklim politikalarını geniş kesimlere taşıyabilir.
- Küçülme, her ülke için ve ülkeler içindeki her sektör için aynı reçeteyi sunmuyor. Küçülme, herkesin temel (gıda, barınma, sağlık, eğitim gibi) ihtiyaçlarını karşılayabilmesini sağlayacak bir ekonomik büyümeyi de sorunsallaştırmıyor. Bir yandan temel ihtiyaçları karşılayacak ekonomik büyümenin hangi sektörlere endeksli olduğunu ve bu sektörlerin ekolojik ve sosyal etkilerini tartışmaya açıyor. Diğer taraftan, mütevazi bir yaşam biçimi önererek özellikle bugünkü zengin kesimin şaşaalı diyebileceğimiz tüketimlerini kısmasını ve dolayısıyla bu tüketimin arkasındaki sektörlerin küçülmesini talep ediyor. Bakım gibi Covid-19 pandemisi ile birlikte önemi çok çarpıcı bir şekilde ortaya çıkan sektörlerin küçülmesi değil büyümesi ve ekonominin merkezine oturması gerektiğinin altını çiziyor. Küçülmenin, emek piyasasındaki olumsuz etkilerini ortadan kaldırmak için de çalışma saatlerinin azaltılmasını bir çözüm olarak sunuyor.
Küçülmenin patikası: Peki, nasıl yapacağız?
Küçülme burada sadece ekonomik değil, birçok düzeyde değişim ihtiyacı için bir metafor gibi görülebilir. Bu değişimi başlatmanın ön koşulu neyin iyi yapılıp yapılmadığına dair bir saptama yapmak.
Refahın ekonomik büyüme rakamlarıyla ölçülmesi birçok açıdan yanıltıcı olduğu için başarıyı bu rakamlarla ilişkilendirmenin oldukça problemli yanları var. Ekonomik büyüme endeksi, çamaşırlar güneşte değil de kurutma makinasında kurutulduğunda yükseliyor, silah üretildiğine sıçrama yapıyor. Ne her gün çoğunluğu kadınlar ve kız çocukları tarafından üstlenilen 12.5 milyar saat bakım emeğini ne de ekonomik faaliyetlerin çevre üzerindeki etkilerini hesaba katıyor.
Diğer taraftan, çalışanların kendilerine ne kadar zaman ayırabildiklerini, çalışma ortamının ne denli sağlıklı/sağlıksız olduğunu, yoksulluğun ve/veya işsizliğin varlığını ve derecesini dikkate almıyor. Borç üzerine borç alıp yüksek büyümeler yakalamak, refah ençoklanması gibi algılanılıyor.
Bu uzayan liste bize toplumsal ve ekonomik başarıyı büyüme rakamlarına bağlamaktan bir an önce kurtulmamız ve insan refahını önceleyen, adalet ve eşitliğe vurgu yapan, çevreyi dışlamayan bir ölçümü dikkate almaya başlamamız gerektiğini söylüyor. Diğer bir ifadeyle, yüksek büyüme rakamlarıyla her türlü sorunu çözeriz yaklaşımından bir an önce arınmamız gerek. Yeni bir ölçüm yöntemi, sosyal ve ekolojik etkileri hesaba kattığımızda, ekonomik büyümenin artık anlamlı olmadığını da gösterecek.
Geldiğimiz nokta, küçülmenin patikasının nasıl çizilebileceği. Küçülme için farklı seviyelerde farklı ve birbirini tamamlayıcı politikalar oluşturmak gerekiyor. Büyüme sonrası bir ekonomi için somut ve toplum tarafından geniş çapta onaylanan bir seri makroekonomik politikaya ihtiyaç var ve değişimin uzun soluklu olması için kültürel bir dönüşüm şart.
Yerel ve makro politikalar
Yereldeki adımların eksikliğinde makro politikalar yukarıdan bir empozisyon olarak gelebilir ve arzulanan kültürel dönüşüm sekteye uğrar. Öte yandan makro politikaların eksikliğinde yerel çabaların sınırları çok dar çizilmiş olur ve yerel son kertede genel gidişatı belirlemekten aciz bir noktada kalır. Bu yüzden yerel ve makro arasındaki sinerjiyi dikkate alan bir yol haritasının oluşturulmasında önem var.
Bu bağlamda, daha kapsayıcı, adil ve eşitlikçi bir üretim yapısının kurgulanması ve sektörel düzlemde süreçlerin oluşturulması gerekli. Dolayısıyla, burada dar anlamda kâr ençoklama ve büyüme rakamını yukarıya çekme derdi dışında fazla kaygı taşımayan bugünkü neoliberal yaklaşımın terki ve bunun yerine çeşitli politikalarla (vergi yapısı/teşvik mekanizmaları/altyapı imkanları vb.) ve emek piyasasına yapılacak düzenlemelerle (çalışma saatlerinin düzenlenmesi vd.) küçülme yörüngesine oturmak ve aynı zamanda bunu adil, eşitlikçi ve insan-doğa odaklı gerçekleştirmek elzem.
Bunu yapabilmenin yolu, mevcut ekonomi-politik sistemin yapısal bir değişikliğe tabi tutulmasından geçiyor. Planlı küçülmenin gerçekleşebilmesi ekonomik hayatın planlı bir kurgu içerisinde tasarlanmasıyla mümkün olabilecek. Burada beklenen, planlamanın hiyerarşik bir yapı içerisinde değil katılımcı yöntemlerle oluşturulması.
Aynı zamanda küçülme hareketi yerel düzeyde de hayata geçirilmelidir. Küçülme; yerel üretimlerin desteklenmesi, kooperatif ve daha genel anlamda dayanışma pratiklerinin öne çıkartılması, kamusal/müşterek alanların savunulması ve yereldeki kaynak tahsisatının insan ve doğa odaklı bir perspektifle ve katılımcı mekanizmalarla belirlenmesi gibi hamlelerle kendine vücut bulabilir.
Yereldeki bu tür adımlar tüketime dayalı, ben-merkezci bir yaklaşım yerine, mütevazilikten yana ve dayanışmacı pratiklere destek veren bir kültürün filizlenmesine de altlık sağlar.
Polanyi'ye geri dönecek olursak, emeğin ve doğanın metalaşmasını önlemenin yolu, iktisadi hayatın düzenlenmesini ve bu bağlamda özellikle de yatırım kararlarının oluşturulmasını piyasa mantığına bırakmamaktan ve toplumu bizzat bu süreçlerde söz sahibi yapacak yerel ve makro seviyelerdeki yönetişim yapılarını oluşturmaktan geçiyor.
Piyasa mantığı, son kertede, sosyal ve ekolojik sorunları ikinci plana atan, ileriye öteleyen, mümkünse başkalarının sırtına yıkan bir yaklaşım. Bunun alternatifini oluşturmada küçülme yaklaşımının odaklanılması gereken bir hedef oluşturduğuna inanıyoruz.
[1] Konuyla ilgili Türkçe yayınlardan küçük bir seçki sunmak istersek: Koyuncu, M. ve Özar, Ş. (2017), "Büyümemek Mümkün mü? 'Ekonomik küçülme fikri' üzerine tartışmalar", Kalkınma İktisadının Penceresinden Türkiye'ye Bakmak: Fikret Şenses'e Armağan, derleyenler: H. Cömert, E. Özçelik ve E. Voyvoda, İstanbul: İletişim, 175-196; Latouche, S. (2018), Kanaatkâr Bolluk Toplumuna Doğru: Küçülme üzerine yanlış yorumlar ve tartışmalar, çeviren: T. Karakaş, İstanbul: İletişim; D'Alisa, G., Demaria, F. ve Kallis, G. (2020), Küçülme: Yeni bir çağ için kavram dağarcığı, çevirmenler: A. Ceren Sarı, B. Öktem, B. Gürden ve Y. Kurtsal, Türkçe edisyon: B. Akbulut ve E. Turhan, İstanbul: İletişim.
(FA/GY/DŞ/SO)
İklim ve Dünya Değişirken Yazı Dizisi*
Başlarken: Hayatımız, biz yaşarken tarih oluyor! - Ömer Madra
1 / Küresel iklim politikasının dışında bir ülke: Türkiye - Ebru Voyvoda
2 / İklim değişimi, güvenlikçi politikalar ve hayaletler - Özdeş Özbay
3 / Türkiye'nin enerji politikası: Yurtta yerli, cihanda Mavi Vatan - Emre İşeri
4 / İklim krizi ve fosil yakıtların çocuk sağlığı üzerine etkisi - Çiğdem Çağlayan & Funda Gacal
5 / Güzel günler göreceğiz, termiksiz ve güneşli günler - Elif Ünal
6 / Ya kapitalizm ya gelecek - Tuna Emren
7 / İklim haberciliğinin üç ayağı: Bilim, politika ve toplumsal adalet - Ece Baykal Fide
8 / Bilimi, mücadeleyi ve sanatı bir araya getirmek - Yasemin Ülgen
9 / Temiz enerji mi yoksa ihanet mi? - Serkan Ocak
10 / Ekonomik büyümeye dur demenin zamanı - Fikret Adaman & Gökçe Yeniev
11 / İklim mültecileri kapımızı çaldığında - Mehmet Mücteba Göktaş
13 / İklim krizi kadınları, kadınlar iklim mücadelesini etkiliyor - Merve Özçelik
14 / Edebiyatta iklim-kurgu – Buket Uzuner
15 / Yangınlar çağında Dr. Faustus ve çocuklar- Ömer Madra
* Bu yazı dizisi Oslo Metropolitan Üniversitesi Gazetecililk ve Uluslararası Medya Merkezi OsloMet (Oslo Metropolitan University Journalism & Media International Center) mali desteği ile yayınlanmaktadır.