Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümünden Doç. Dr. Sibel Yardımcı'nın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 24. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın Mahkeme Heyeti, Sayın Başkan,
“Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzaladığım için, “terör örgütü propagandası yapmış olduğum” iddiasıyla hakkımda açılan dava nedeniyle huzurunuzdayım.
Bu vesileyle söz konusu bildiri metnini ve hakkımda hazırlanan iddianameyi yeniden okudum.
İddianamenin zaafları, daha önce savunma yapan birçok meslektaşım tarafından etraflıca ele alındığı için bunlar üzerinde uzun uzadıya durmayacağım (bu zaafları bütün incelikleriyle ele alan Prof. Dr. Haldun Gülalp’in 37. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 17 Ekim 2018 tarihli savunmasını burada hatırlatmak isterim).
Gülalp’in de ifade ettiği gibi, iddianame yalnızca çok sayıda maddi hata ile değil, aynı zamanda çeşitli muhakeme hatalarıyla da maluldür (10 Mart tarihli basın açıklamasının “bildiri” olarak ifade edilmesi, Chris Stephenson’a açılan ve tarafımla hiç ilişkisi olmayan davanın şahsım için hazırlanan iddianamede yer alması vb.).
Tek bir cümleyle ifade etmek gerekirse, imzaladığım metin ile iddianamede ortaya atılan iddialar arasında somut bağlantılar bulmak mümkün değildir:
Bildiri metninin hiçbir yerinde herhangi bir örgüt veya örgüt faaliyetine atıf yapılmadığı gibi, metnin tek muhatabı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Bir yurttaş olarak eleştirimin, yine yurttaşlık bağıyla bağlı bulunduğum devleti muhatap alması herhalde son derece olağan bir durumdur (Eleştirimin mahiyetini aşağıda ele alacağım).
Bese Hozat’ın 22 Aralık 2015 tarihinde yaptığı ve aslını hiçbir zaman görmediğim, iddianamenin “talimat mahiyetinde” olduğunu iddia ettiği açıklaması ile bizim imzalamış olduğumuz bildirinin hemen hemen aynı döneme denk düşmesi ise, ikisi arasında herhangi bir ilişki olduğunu göstermez.
Yine değerli meslektaşım Prof. Dr. Ayşe Berkman’ın da gösterdiği gibi (Bkz. İstanbul 36. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 10 Ocak 2018 tarihinde yaptığı savunma), eşzamanlılık ve nedensellik farklı ilişki türleridir ve iki olgunun eşzamanlı olması, birinin diğerinin nedeni olduğunu kanıtlamaz.
İddianamenin göstermeye çalıştığının aksine, söz konusu bildiriyi akademisyenler aldıkları bir talimat nedeniyle değil, kendi bireysel tercihleri doğrultusunda imzalamıştır.
İddianamenin Barış İçin Akademisyenlerde “PKK tarafından alınan kararları uygulamaya yönelik bir örgütlenme tarzı” (s. 10) görme çabası boşunadır.
Söz konusu bildiriyi imzalayan (destek imzalarıyla birlikte) 2000’i aşkın akademisyen, ne tümüyle birbirini tanımakta, ne de herhangi bir örgüt etrafında bir araya gelmektedir. Tekil irade beyanlarının örgütlü bir hareket, dahası “Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Hükümeti aleyhine çok yönlü ve girift uluslararası bağlantıları olan geniş kapsamlı organize bir eylem” olarak okunmasını mümkün kılacak herhangi bir somut delil mevcut değildir.
İddianamenin vardığı “bu tür eylemlerin kendiliğinden geliştiğini ve [atılan imzaların] birbirinden bağımsız olduğunu düşünmenin mümkün olmadığı” yönündeki sonuç, Sayın Savcı’nın kendi politik tahayyülünden başka hiçbir şeye dayanmamaktadır.
Öyleyse “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” başlıklı bildirinin “PKK/KCK Terör Örgütü’nün alenen propagandası mahiyetinde olduğu”, iddianamedeki ifadenin aksine (s. 2) hiç de “sabit” değildir.
Yukarıda belirttiğim gibi, bildiri metni benim için bir propaganda değil, bir eleştiri metnidir ve metinde herhangi bir örgüt veya örgüt faaliyetinin adı geçmemektedir.
Devlete yönelik eleştirinin örgüt propagandası sayılması için, “A’yı eleştiriyorsa B’ye yakındır” gibi afaki bir varsayıma ve bildirinin dile getirdiklerinden farklı, yine gizli olduğu varsayılan ayrı bir gündeme ihtiyaç vardır.
İşte iddianame boşu boşuna bu tür bir gizli gündem, “nihai bir hedef” (iddianame, s. 12) olduğunu ispata çalışmaktadır.
Bu uğurda “metnin öz itibariyle PKK’nın yayınladığı bildirilerden bir farkının olmadığı”, “ülkede kaos yaratmayı amaçlayan mesajlar taşıdığı”, akademisyenlerin “kin duygusunu yaymaya ve şiddeti kışkırtmaya destek verdikleri”, “hükümet, ordu ve emniyet güçlerinin görevlerini yapmalarının engellenmek istendiği”, vs. vs. gibi sonuçlara varmaktadır (Sonuç bölümü, s. 13-14).
Burada yalnızca birkaçını alıntıladığım bu ifadelerin afaki niteliğini göstermek zor değildir.
Bunun için öncelikle bildiri metninde ifade edildiğini düşündüğüm eleştiri üzerinde durmak istiyorum.
Dikkatli bir okuyucunun ayırt edeceği gibi bu eleştirinin hedefi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “toprak bütünlüğünü korumasının” (iddianame, s. 7) önüne geçmek değil; onu, topraklarının bütünlüğünü ve toprakları üzerindeki egemenliğini korurken başvurduğu araçların meşruluğunu ve hukukiliğini güvence altına almaya çağırmaktır.
Bu noktada, sizlerin hukukçular olarak benden çok daha vakıf olduğunuza emin olduğum bir tartışmayı hatırlatmak isterim.
Ben bu tartışmayı, iki Dünya Savaşına ve şiddetin en ağır biçimlerine tanıklık eden, nihayetinde de bu şiddet karşısında hayatına son vermeyi seçen Alman düşünür Walter Benjamin’in Türkçe’ye “Şiddetin Eleştirisi Üzerine” başlığıyla çevrilen metninden alıyorum (Şiddetin Eleştirisi Üzerine içinde, hazırlayan ve sunuş: Aykut Çelebi, Metis Yayınları, 2010).
Şiddete yönelik bir eleştirinin neye dayandırılabileceği sorusundan hareket eden Benjamin, doğal hukuk ve pozitif hukuk arasında bir ayrım yapar ve şiddeti değerlendirme biçimleri arasında bu iki hukuk biçiminin amaçlar ve araçlar açısından ayrıştığını yazar.
Buna göre doğal hukuk perspektifine göre, amaçların adilliği araçların meşruluğunu sağlamaya yeter. Ama pozitif hukuk açısından önemli olan araçların meşruiyetidir: “Adalet amaçların ölçütü ise, araçların ölçütü de hukuka uygunluktur” (a.g.e., s. 20).
Demek ki, araçlar hukuka uygun olmadığı andan itibaren, amaçların adilliği de tartışma konusu olmaktadır. Öyleyse pozitif hukuktan söz edeceksek, Devletin de şiddet tekelini (Weber) hukuki, yani meşru araçlarla sınırlandırması bir zorunluluktur.
Bu bağlamda devletlere bağlı kolluk güçleri de, “hukuk koruyucu” işlevine ve “kendisine yeni amaçlar belirlememe kısıtına” sadık kalmalıdır (a.g.e., s. 28). Benjamin “[k]olluk gücünün amaçlarının, hukukun amaçlarıyla daima örtüştüğü ya da en azından bunlarla ilişkili olduğu iddiasını” “tamamen yanlış” bulur ve onun “hukuk kurucu” da olabilecek “hayaletimsi” varlığını eleştirir (a.g.e., s. 28-29).
İşte beni söz konusu bildiriyi imzalamaya iten, o dönemde izlenen politikaların çeşitli hak ihlalleri içerdiğine ve kolluk güçlerinin bölgedeki etkinliğinin bu meşruiyet çerçevesini zafiyete uğrattığına ilişkin haberler ve ulusal ve uluslararası hak örgütleri tarafından hazırlanan raporlardır (Avukatım söz konusu raporları detaylı bir şekilde sunacaktır).
Bildirideki “[d]evletin vatandaşlarına uyguladığı şiddete hemen şimdi son vermesi” (beşinci paragraf) yönündeki ifade bu şekilde anlaşılmalı ve “kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulması” (dördüncü paragraf) ifadesiyle birlikte düşünülmelidir.
Kolayca görüleceği gibi bu ifadeler, ne “öz itibariyle PKK’nın yayınladığı bildiriler” ile aynı sayılabilir; ne ülkede “kaos yaratmayı”, “kin duygusunu yaymayı”, “şiddeti kışkırtmayı” hedefleyebilir; ne de “ordu ve emniyet güçlerinin görevlerini yapmalarının” önüne geçmek gibi bir amaç taşımaktadır.
Aslında iddianamenin bütünü, bildiride “betimlenen tablonun tamamen gerçek dışı olduğu” (iddianame, s. 6) varsayımına dayanmaktadır (Yukarıda belirttiğim üzere bunun aksini gösteren pek çok haber ve ulusal ve uluslararası hak ihlali raporu bulunduğu halde).
Ancak bu varsayım bile, imzacı akademisyenlerin “terör örgütü propagandası” yaptıkları anlamına gelmez; sadece ve sadece bir şüpheyi dile getirdikleri anlamına gelir.
Bu durumda Devlete düşen, iddiaları hukuki çerçeveye uygun ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde araştırmak, varsa hak ihlallerini yine aynı çerçevede cezalandırmaktır. Kalıcı bir barışa giden yol da ancak buradan geçmektedir.
İşte yukarıda açıklamaya çalıştığım türde bir eleştiriyi dile getirdiğini düşündüğüm “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” bildirisini, hak ihlalleri şüphesinin giderilmesi ve kalıcı bir barışın tesis edilmesi amacıyla, düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde imzaladım.
Hiçbir somut delile dayanmayan suçlamaları kabul etmiyor ve derhal beraatımı talep ediyorum. (SY/TP)