Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünden Arş. Gör. Ömer Çelebi'nin Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 32. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
İSTANBUL 32. AĞIR CEZA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI’NA
Her şeyden önce bildiri metninin yayınlandığı dönemde, bölgede yaşanan çatışmaları ve yaşanan gelişmeleri herkes gibi çeşitli basın yayın organlarından öğrendim.
Bu koşullarda gazeteciliğin de zor olduğunu tahmin edebiliriz ancak uzun zamandır bu savaş ortamının sayılara indirgenen hali insanlık adına çok üzücüdür zaten.
Kısıtlı haber olanaklarına rağmen bu dönemde bölgede yaşayan sivil halkın ölümüne dair gelen haberlerin günbegün artması ve yaşadıkları zorlukların en temel insan haklarını tehdit eder noktaya gelmesi ise sadece bilim insanlarında değil eminim toplumun pek çok kesiminin de barışın tesis edilmesi noktasında harekete geçme isteği uyandırmıştır.
Bir kişinin yaşamını bile tehdit eden her durum insan haklarının konusudur ancak bazı raporların ne dediğine bakacak olursak;
- Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), 16 Ağustos 2015’ten bu yana (17 Ağustos 2017) toplam 11 il ve en az 45 ilçede resmi olarak tespit edilebilen en az 252 kez süresiz ve gün boyu sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş. Buralarda yaşayan nüfus toplamda 2104 sayımına göre en az 1 milyon 809 bin. İhlal edilen haklar, özgürlük ve güvenlik hakkı, bilgi alma verme hürriyeti, mülkiyetin korunması hakkı, özel ve aile yaşamına saygı hakkı, eğitim hakkı, yaşam hakkı vs. (Bianet- “TİHV: Sokağa Çıkma Yasaklarıyla 1 Milyon 809 Bin Kişinin Hakkı İhlal Edildi”)
- Türkiye İnsan Hakları Derneği’nin yaptığı açıklamada,16 Ağustos 2015- 10 Ocak 2016 tarihleri arasında 7 ile bağlı 19 ilçede uygulanan sokağa çıkma yasağı sırasında 170 sivilin öldüğü (29'u çocuk, 39'u kadın 102'isi erkek), 145 kişinin ise yaralandığı ifade edilmiş. Bu yaralılardan kimisi kolunu, bacağını, gözünü kaybetmiş, kimisi beyin travması yaşamış. (T24-“İHD: Sokağa çıkma yasakları sırasında 170 sivil öldü”)
Bu raporlar, bölgede yaşayan ve sokağa çıkma yasağı ile çatışmaların merkezinde yaşamına devam etmeye çalışan 1 milyon 809 bin kişiden bahsediyor.
Bakanlığın verdiği bilgiye göre bu nüfusun 350 bininden fazlası yaşadıkları yeri terk etmek zorunda kalmış.
Sanıyorum sivil halkın içinde bulunduğu koşulları anlamak için maalesef ki sayılara indirgenen bu bilgiler bile yeterli olacaktır.
Ama o günlerde ölen çocukları, hastaneye gidemeyen yaşlıları, cenazesi günlerce sokakta kalan Taybet İnan’ı ya da insanların biricik yaşam alanları evlerinin, okullarının, bazen ibadethanelerinin ne hale geldiğini hepimiz gördük izledik ve hatırlıyoruz.
Bu yüzden bahsi geçen ve suç unsuru olduğu varsayılan “bu suça ortak olmayacağız” metnine imza atmamın en temel nedeni, devletin ve mevcut siyasal iktidarın her koşulda burada yaşayan sivil halka karşı sorumluluklarının devam ettiğini düşünmem ve bir bilim insanı olarak tüm ülkede barışı tesis etmek noktasında iradesinin belirleyici olduğu devleti ve mevcut siyasal iktidarı, sahip olduğum ifade özgürlüğü kapsamında sağduyulu çözüm üretmeye davet etmektir.
Bu noktada 10 Ocak 2016’dan bu yana keyfi ve hukuksuzca devam eden bu süreçte tarafıma isnat edilen suçların hiçbirini kabul etmemekle birlikte, hakkımda hazırlanan iddianameden hareketle bazı noktaları açıklığa kavuşturmak isterim;
Bunlardan biri, iddianamenin tamamından anlaşıldığı üzere, defalarca okumama rağmen tamamen bir niyet okumasıyla savcılık makamının, metinde adından ya da politik izleğinden hiç bir ibareye rastlayamayacağımız bir örgütün propagandasını yapmakla suçlanmış olmamdır.
İddianamede akademisyenlerin devleti ve mevcut siyasal iktidarı muhatap alması, bir suç unsuru olarak ele alınmış (sf. 12) ve şiddetin bazı biçimlerinin üstünü örtmek olarak yorumlanmıştır.
Öncelikle bu ülkenin bir yurttaşı ve akademisyeni olarak kalıcı barışın tesis edilmesi ve bölgede bu süreçte zarara uğrayan sivil yurttaşların ihtiyaçlarının karşılanması için mevcut siyasal iktidardan başka hangi odağa seslenmiş olmanın beklendiğini bilemiyorum.
Aynı şekilde barışın şiddet sarmalını içeren hiçbir biçimi ya da yoruma açık yanı yoktur. Böylesi bir suçlama, tamamen bu imzanın özüne aykırı düşmektedir.
Savcı, iddianamede barış istemenin (yani ona göre propaganda) suç olduğunu ve demokratik bir toplumun bir gereği olarak bu tip suçların önüne geçmek gerektiğini belirtmiş. (sf.9) Ancak demokratik toplumun gerekleriyle bu kadar ilgileniyorsak, esas olarak onun en temel gereğinin ifade özgürlüğü olduğunu atlayamazsınız.
Bu yüzden barış istemek, barışı arzulamak asla suç olarak nitelendirilemez. İfade özgürlüğü, maalesef bazen iktidar odaklarını rahatsız edebilmektedir ancak hukuk için böyle bir tavır söz konusu olmamalıdır.
İfade özgürlüğü zaten özü itibariyle “herkesin bir olmuş” sözü için değil, diğerleri için, farklıyı söyleyenler için vardır.
Mesela savcı, iddianamede çözüm sürecinde akademisyenlerin de yer aldığı akil insanlardan bahsetmiş, yani o zaman şu soruyu sormak gerekiyor; yani sadece iktidarlar istediğinde mi akademisyenlerin ifade özgürlüğü söz konusu olabilir?
Aksine kamusal yararı bulunan bütün konularda ifade özgürlüğünün sınırlandırılması çok daha zor olmalı diye düşünüyorum. Zaten demokrasiden bahsetmek için iktidarların da hoşgörülü olması gerekir ama burada yargılanırken demokrasiden bahsetmek anlamsız sanıyorum.
Demokrasi olsaydı burada şu anda bizlerden değil, bizlerin kanında boğulmak isteyenlerden, yerel ve ulusal gazetelerde boy boy fotoğraflarımızla, isimlerimizle bizleri hedef gösterenlerden hesap soruluyor olurdu.
Aynı şekilde metne imza atan 1128 akademisyenin, yine bu niyet okuma çerçevesinde bahsi geçen örgütün politik izleğinde, barış metni yayınlanmadan hemen önce Bese Hozat’ın yaptığı açıklamayla kurulan ilişkisi de aynı derecede hayali ve zorlamadır.
Sosyal medya gibi çeşitli mecralarda karşılaştığımız metin ve yayınlandığı tarihte, bölgede sivil halkın içinde bulunduğu koşullar, tüm ülkenin yurttaşları üzerinde yarattığı genel huzursuz atmosfer, barış talep etmeyi yeterince acil kılmaya yeten sebeplerdir.
Bu demokratik gereklilik için ise bir kişiden ya da örgütten talimat almaya hiç ama hiç gerek yoktur.
Sahip olduğum bilinç düzeyi ve duyarlılık gereği ile kimseden talimat almadan attığım imza ile kurulmaya çalışılan bu zorlama/yapay bağlantı, Kabul edilemez şekilde bugün bizleri barış ve demokrasiye sığınarak “terör örgütü propagandası” yaptığımız, hatta bunu barış ve demokrasiye sığınarak yaptığımız noktasına getirdi.
Ama tüm bu iddiaların hukuki bir dayanağı olması gerekir. AİHM’e göre terör örgütü propagandası suçu için, şiddet yöntemlerinin meşru gösterilmesi, övülmesi veya bu yöntemlere başvurmanın teşvik edilmesi gerekiyor.
Nihai talebi barış olan, savaş değil müzakere diyen bir metnin nasıl bir örgütün şiddet eylemlerini meşru göstermek gibi bir amacı olduğu iddia edilebilir? Siz metinde şiddeti meşru gösteren, öven ya da teşvik eden tek bir cümle gösterebilir misiniz? Zaten bir örgütün adı bile geçmeyen metin nasıl o örgütün fiili hakkında tavır almış olabilir ki?
Zaten fark ettiyseniz iddianamede “barış” ifadesi dışındaki tüm ifadeler kalın ve büyük punto ile yazılarak barış, yapay bir sebep, küçümsenecek bir talep olarak ele alınmış, akademisyenlerin esas olarak “sahada muhatap olarak görülen kitle”yi hedef aldığı ifade edilmiştir.
Sanırım savcı burada “halk”tan bahsetmektedir ama onu bile bu metinden çok daha radikal bir dille ifade etmeye çalışmıştır.
Benzer çabayı, barış ifadesi dışındaki bazı kelimeleri cımbızlayarak da sürdürmüştür ancak bunların suç unsuru olarak nitelenmesi de kabul edilemez. Ben bunun hem ifade özgürlüğünü hem de metnin bütünlüğünü aşındıracağını düşünüyorum.
Neticede ne kadar küçümsenmeye çalışılsa da Esra hocaların savunmasında da söylendiği gibi buradan çıksa çıksa ancak “barış propagandası” çıkabilir.
Yani özetle; 11 Ocak 2016’da yayınlanan bildiri metniyle başlayan iddianame, hemen ardından akademisyenlerin kamuoyunda hedef gösterilmesi üzerine yapılan 10 Mart 2016 tarihinde yapılan basın açıklamasının suç unsuru olarak eklenmesiyle devam ediyor.
Ardından sayfalarca özellikle 2014’ten bu yana terörle mücadelede izlenen politikalar, kaç “terör örgütü mensubunun etkisiz hale getirildiği”, imha edilen “silah ve mühimmatlar”, 2015 Demokratik Toplum Kongresi’nde açıklanan özyönetim deklerasyonu ve nihayetinde Bese Hozat’ın yaptığı çağrı, bildiriyle hiçbir bağlantısı olmamasına rağmen, tamamen yapay bir kurguyla tüm bu suçlamaların hukuki dayanağı olarak gösterilmiş.
Oysaki iddianame, bu suçlamalara dair tek delil dahi içermiyor. Savcı, türkçe metin dışında ingilizce metinden ve onun tahrif edilmiş çevirisinden bile yeni suç unsurları bulmaya çalışmış. Burada da organize suç hayali devam ediyor sanıyorum.
Yine vurgulamak istediğim son nokta; iddianamede “bu suça ortak olmayacağız” metninin sürekli olarak “tarihi perspektif ve konjonktürel bir yaklaşımla” incelenmesi dikte ediliyor, ama sanıyorum savcılığın bunu sadece ve sadece barış talebi etrafında biraraya gelmiş 1128 akademisyen ile yapamayacağı çok açıktır.
Eğer konu “tarihi perspektif ve konjonktürel yaklaşım” ise, ziyadesiyle çözüm süreci devam ederken hükümet yetkililerinin kamuoyunda sıkça paylaştıkları görüşlerinin neden suç unsuru taşımadığı, yaşadığımız keyfi süreci de açıkça gösteriyor.
Sonucu belli olan bu yargılamada savunma yapmamın bir manası olduğunu düşünmemekle birlikte tarihsel süreçte verilmiş çetin mücadeleler sonucu evrensel bir hak olarak kabul edilmiş olan savunma hakkı, ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmek üzere bildiriye ilişkin görüş ve değerlendirmelerimi sunmak istedim.
Sonuç olarak tekrarlamam gerekirse, ben bölgede yaşanan tüm bu sürecin bir an önce son bulması için vicdanı bir sorumlulukla “bu suça ortak olmayacağız” metnini imzaladım ve barış talebinin hala haklı bir talep olduğunu düşünüyorum. (ÖÇ/TP)