Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümünden Yrd. Doç. Dr. Murat Paker'in Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 26. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
11/01/2016 tarihinde kamuoyuna açıklanan, “Bu suça ortak olmayacağız!” başlıklı bildiride 1128 akademisyen ile birlikte imzam olduğu için “Terör Örgütü Propagandası Yapmak” iddiasıyla yargılanıyorum.
Avukatlarım, bu yargılamaya dair hukuki değerlendirmelerini mahkemenize sunacaklardır. Ben burada klinik psikoloji alanında çalışan bir akademisyen ve bir yurttaş olarak iddianameye dair bazı fikirlerimi açıklamak istiyorum.
En sonda tekrarlayacağım nihai fikrimi baştan da belirteyim: Bu iddianame ne hukuki ne mantıki ne de vicdani bir temele ve tutarlılığa sahip değildir. Baştan aşağı demokrasi ve çoğulculuk karşıtı, otoriter ve devletçi bir siyasi görüşün insaf ve vicdan ölçülerini aşırı ihlal eden kimi varsayımlarına dayanan, bu varsayımlardan herhangi bir kanıt gösterme zahmetine hiç girmeden, deyim yerindeyse sanki “öyledir, çünkü ben öyle olduğunu söylüyorum” gibi her tür hukuk ve mantık kuralını ilga eden bir akıl yürütmeye dayanmaktadır.
Bu yüzden böylesi bir iddianame ile yargılanıyor olmak benim için büyük bir zül olduğu gibi, demokrasi ve adalet iddiası olan herhangi bir devlet ve toplum için de kara bir sayfa olarak anılmayı hak etmektedir.
İddianamede bahsedilen “terör örgütüne destek, terör örgütü propagandası” vb. gibi iddialar tamamen temelsizdir, hepsini reddediyorum, o yüzden hemen beraatımı talep ediyorum.
Bu Bildiriyi Neden İmzaladım?
Ben klinik psikoloji ve tıp doktoruyum. Psikoterapistim. 30 yıla yakın zamandır, akademinin içindeyim ve aynı zamanda psikoterapistlik yapıyorum. Birincil uzmanlık alanım psikotravmatoloji, yani bireysel ve sosyo-politik düzeylerde travmatik olaylar nasıl etkiler yaratır ve bu etkiler nasıl giderilir, 30 yıla zamandır bu temel soruların ve dertlerin peşinden gidiyorum.
1992-2005 arası 13 yıl New York’ta, 2005’ten beri de 13 yıldır İstanbul’da bu işleri yapıyorum. New York’ta ve İstanbul’da, dünyanın 100’e yakın ülkesinden kaçıp gelmiş göçmenlerle ya da bu iki ülkenin yerlileriyle hem akademik araştırmacı olarak hem de bire bir psikoterapist olarak çalıştım, çalışmaya devam ediyorum. Bu konularda şimdiye kadar birçok makale ve iki tane de kitap yazdım.1
Şimdiye kadar doğrudan terapist veya dolaylı süpervizör olarak binlerce savaş, terör, işkence, tecavüz, insest, ev-içi şiddet gibi travmalara maruz kalmış mağdurun acılarını, çığlıklarını, mücadelelerini, kendilerini yeniden yaratma çabalarını yakından dinledim, yaralarını tamir etmelerinde yardımcı olmaya çalıştım.
Benzer çalışmaları yapmaları için yüzlerce psikoterapistin yetişmesine katkıda bulunmaya çalıştım. Bütün bunları şunun için söylüyorum: Ben ve benim gibi insanlar, şiddetin her türlüsünün insan ruhunu nasıl yaraladığını ve yaralı insanlardan oluşan toplumların şiddet girdapları içinde nasıl çürüdüğünü ve çözüldüğünü maalesef çok iyi biliyoruz.
Bu, taşıması kolay olmayan yakıcı bir bilgi ve bu bilgiye sahip olan insana büyük bir sorumluluk veriyor: Olabildiğince şiddetsiz, barışçıl bir dünya için mücadele etme sorumluluğu. Hem politik şiddetin hem aile-içi şiddetin hem de her türlü kişiler-arası ilişkilerdeki şiddetin olabildiğince azaltılması yolunda elden gelen tüm katkıyı sunma sorumluluğu. Hiç olmazsa çocuklarımız daha iyi bir ülkede ve dünyada yaşayabilsinler diye.
Dolayısıyla, benim, bırakın bir terör örgütünü veya eylemini, herhangi bir şiddet girişimini herhangi bir zaman ve herhangi bir nedenle desteklemem söz konusu olmamıştır ve olamaz.
Şiddetsiz bir ülke ve dünya özlemine, akademisyen olmanın iki temel bileşeni, hakikat arayışı ve eleştirel düşünce eklendiğinde, benim kendi tecrübelerim ve bilgilerim çerçevesinde Türkiye’de boyuna şiddet girdapları üreten sistemi eleştirmemden daha doğal ne olabilir?
Ben de yıllar boyunca yaptığım bütün çalışmalarda, verdiğim konferanslarda, yazdığım makale ve kitaplarda aynı şeyi savundum: Yoğun şiddet kullanımı ve şiddete maruz kalma nedeniyle tüm toplum olarak oldukça örselenmiş durumdayız, daha çok şiddet kullanarak ancak daha çok batabiliriz, görece sağlıklı bir toplum olmak istiyorsak şiddeti kesmeli, şiddetle yüzleşmeli ve demokratik/barışçıl ortak bir zemin kurabilmeliyiz.
Zor ama başka çaremiz yok. Aksi takdirde toplum olarak bir arada yaşamamız imkansızlaşacak.
Bu kaygılarla, 1983’ten itibaren iyice yoğun bir şiddet sarmalına giren ve 40 ila 50 bin yurttaşımızın canına mal olan “Kürt sorununu” da yakından takip etmekteydim.
2013-15 döneminde ise dönemin başbakanı -şimdiki cumhurbaşkanı- ve bakanlar kurulu tarafından başlatılan ve “çözüm süreci” veya “demokratik açılım süreci” olarak isimlendirilen süreçte çatışmaların ve ölümlerin neredeyse sıfıra inmesini, taraflar arasındaki yoğun görüşmeler sonucunda toplumun da önemli ölçüde destek verdiği, bu çatışmalı süreci bir demokratik barış hamlesiyle sonlandırma umudu belirmiş olmasını sevinçle karşılamıştım.
Ama aynı zamanda, dünyadaki benzer çatışma çözümü durumlarına baktığımda Türkiye’de sahici bir çözüm olabilmesi için çok ciddi eksiklikler olduğunu, sürecin çok kırılgan bir şekilde yürütüldüğünü görüyor ve umutlar bu kadar yükseltilmişken bir başarısızlık durumunda daha da kötü bir şiddet sarmalına yuvarlanma riski olduğunu yazılarımda vurgulamaya çalışıyordum.
Nitekim, 2015 yaz aylarından itibaren şiddet girdabı tekrar başladı. 2015 sonuna kadar basından izlediğimiz kadarıyla bölgeden gelen haberler dehşet vericiydi.
Çatışan iki tarafın olması yeterince kötü bir durumdu, ama bu sefer birçok yerleşim biriminde sivil halkın çatışmalardan ve sokağa çıkma yasaklarından aşırı derecede etkilendiğini bildiren, ulusal ve uluslararası insan hakları kuruluşları tarafından hazırlanmış ciddi raporlarla karşılaşmaya başladık (Bu beyanımın ekinde bu raporların bir kısmının listesini ve linklerini sunuyorum).
Basındaki haberlere ve bu raporlara göre durum çok vahimdi, sivil halk aşırı derecede örseleniyordu, böyle devam ederse “Kürt sorunu” iyice içinden çıkılmaz bir hale gelecekti.
3 aylık Miray bebekler öldürülüyordu. 10 yaşındaki Cemile Çağırga evinin önünde vurulduktan sonra üç gün evin buzdolabında saklanıyordu. 11 çocuk annesi 55 yaşındaki Taybet İnan evinin önünde vuruluyor, 20 saat ambulans gelemeyince ölüyor, vurulma endişesiyle bir hafta kimse cenazeyi alamıyordu.
Böyle nice haberle sarsıldık. Bütün bunlar, zaten binlerce travmatik anı ile harlanan “Kürt sorunu” için yeni, taze travmatik anıların yaratılması demekti. Travmatik anıların sürekli biriktirilmesi ise, bir toplumun çürümesi ve çözülmesi için en uygun ortamı yaratır. Huzur, güven, birlikte yaşam isteği erozyona uğrar; bunlar yerine yabancılaşma, kopuş, intikam ihtiyacı güç kazanır.
Bu düşünceler içindeyken, 11 Ocak 2016 tarihinde kamuoyuna açıklanmadan kısa bir süre önce internet ortamında bu bildiriyle karşılaştım. 2015’in son günleri veya 2016’ın ilk günleri olmalı.
Ağır çatışma ortamının sürmesinin Türkiye’de birlikte yaşamı iyice zorlaştıracağı kaygısıyla, bildirinin üslubuna, o kelimeye, bu cümleye takılmadan, hiçbir suç unsuru içermediği ve temel mesajı şiddetin durdurulması ve barış sürecine dönülmesi olduğu için imzaladım.
Bu bildiriyi ilk planda 1128, sonraki katılımlarla 2212 akademisyen imzalamıştır. Bu isimler kendi alanlarında yetkin isimlerdir, birçoğu uluslararası akademi çevrelerinde yetkinlikleriyle bilinen isimlerdir.
Bir kısmını şahsen, birçoğunu çalışmaları dolayısıyla tanıyorum, aralarında “terör örgütü propagandası” yapabilecek, bu yönde birilerinden “talimat alabilecek” birisini tanımıyorum, bu yönde bir iddia bizler için ancak bir hakaret olabilir.
Tam aksine, bildiğim bütün imzacılar hukuk devletine ve çoğulcu demokrasiye inanmış, “Kürt sorununun” şiddetle değil, demokrasi ve barış temelinde çözülebileceğine inanan değerli akademisyenlerdir.
Düşünce ve ifade özgürlüğü çoğulculuğun teminatıdır
Anayasanın 24, 25 ve 26. maddelerine göre, herkes din, vicdan ve kanaat özgürlüğüne ve düşünce ve kanaatlerini açıklama ve yayma hakkına sahiptir.
Yine Anayasanın 90. maddesine göre, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmaların hükümleri, yerel yasalara kıyasla öncelik ve üstünlük taşır.
Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9 ve 10. maddeleriyle Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 18 ve 19. maddelerine göre herkesin din, vicdan, düşünce ve bunları ifade etme özgürlüğü vardır.
Düşünce ve ifade özgürlüğü bazı istisnai kısıtlamalara tabi tutulmuştur. Örneğin, bu iddianamenin sevk maddesi olan 3713 Sayılı, Terörle Mücadele Kanunu (TMK), 7/2. Maddesi şöyledir:
“Terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun basın ve yayın yolu ile işlenmesi hâlinde, verilecek ceza yarı oranında artırılır.”
İddianame bu maddeye dayanıyorsa -ki Sayın Savcı’nın iddiası budur – o zaman soralım: Söz konusu bildirinin neresinde, hangi cümle veya kelimesinde, herhangi bir terör örgütünün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemleri meşru gösterilmekte veya övülmekte veya bu yöntemlere başvurma teşvik edilmektedir? Sayın Savcı, 14 sayfalık iddianamede, iddianamenin temeli olması gereken bu soruya cevap olabilecek tek bir kanıt bile gösterebilmiş değildir.
Bu durum tabii ki bir ihmalden kaynaklanmamaktadır, çünkü ne kadar aranırsa aransın, söz konusu bildiride böylesi bir kanıt bulmak mümkün değildir.
İddianamenin “konjonktür analizi” diye nitelediği hukuk standartlarıyla ilgisi olmayan, tamamen siyasi bir analiz yaptığı ve bildirinin sert üslubu üzerinden bir kanıt yaratma çabası içine girdiği görülmektedir.
Oysa düşünce ve ifade özgürlüğü açısından, bağlı olduğumuz ve ulusal yasalara göre üstün olduğunu kabul ettiğimiz AİHM standardı çok açıktır:
“İfade özgürlüğü, sadece toplum tarafından kabul gören, zararsız veya ilgisiz kabul edilen bilgi ve fikirler için değil, incitici, şoke edici ya da endişelendirici bilgi ve düşünceler için de geçerlidir.” [7.12.1976 tarihinde alınmış olan Handyside/Birleşik Krallık (B. No: 5493/72) kararı, günümüze kadar onlarca davada tekrarlanmıştır].
Demokratik hukuk devletlerinin ana dayanaklarından biri olan düşünce ve ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü ile birlikte çoğulculuğun teminatıdır. Peki çoğulculuk neden önemlidir?
Çoğulculuk da her düzeyde herkese ve her topluma lazımdır
Çoğulculuk, hem biyolojik hem psikolojik hem de sosyo-politik düzeylerde hayata tutunabilmenin, yok olmamanın, gönenebilmenin temel koşullarındandır.
Biyolojik düzeyde, genetik çeşitlilik, çeşitlenme, evrimsel dallanma, tür-içi çeşitlilik şeklinde tezahür eden çoğulculuk sayesinde canlılar çok değişik yaşam koşullarına uyum sağlayabilmektedirler. Böylesi bir çeşitlenme olmasaydı, değişen koşullar nedeniyle dünyada hayat çoktan bitebilirdi.
Psikolojik düzeyde, bir insan kendi içindeki farklı yanlarının, yönlerinin ne kadar çok farkına varırsa, egemen olmak isteyen yanlarının diğer yanları üzerinde diktatörlük kurmasına ne denli izin vermezse, o kadar kendi potansiyellerini gerçekleştirebilir, o kadar esnek, o kadar zor ve değişen koşullara dayanıklı, o kadar kendi-içinde demokrat olabilir.
Hayat kalitesi yüksek, iyi insan olabilmemizin önemli koşullarından biridir kendi iç dünyamızda çoğulculuğa izin verebilmek.
En bilinen ve kullanılan anlamıyla çoğulculuk, sosyo-politik düzeyde ise, düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü temelinde, -şiddet içermeyen- her fikre alan açılması ve saygı gösterilmesi anlamına gelir. Ancak bu temel demokratik standart sayesinde toplumsal yapılar fazla kırılmadan ve sarsılmadan değişebilirler, yeni durumlara uyum sağlayabilirler.
Çoğulculuk ne kadar azsa, bir toplumsal yapı o kadar donuklaşır / katılaşır ve yeni durumlara uyum kapasitesi güdükleşir, çürüme / çözülme / kırılma riski o kadar büyür.
Böyle bir perspektiften baktığımızda, Sayın Savcı’nın demokratik bir çoğulculuğa saygı gösteremediğini, belirli devlet ya da hükümet politikalarını / uygulamalarını eleştiriyorlar diye binlerce akademisyeni “terör” kutusuna atıp seslerini kesmek istediği anlaşılmaktadır. Buradaki akıl yürütme gayet basittir:
“Tek bir mutlak doğru var, o da bugün devletin ya da hükümetin yaptığı. Eğer sen bunu eleştiriyorsan mutlaka terör örgütü propagandası yapıyor olursun, çünkü başka bir ihtimal yok. Ya devlet/hükümet politikalarını destekleyeceksin ya da terör örgütünü destekleyeceksin. Ya hep ya hiç. Ya siyah ya beyaz. Başka renge yer yok, yani çoğulculuğa yer yok. Ya sev ya terket.”
Söylemeye bile gerek olmaması gerekir ama maalesef var, o zaman söyleyelim: Bu akıl yürütme baştan sona yanlıştır.
Bir kişi veya bir grup insan devletin/hükümetin politikasını şu ya da bu düzeyde yanlış bulabilir, bunu eleştirmek isteyebilir, eleştirmek için bildiri yazabilir ya da başka bir şey yapabilir; herhangi bir şiddet yöntemi kullanmadıkça ve şiddet kullanımını teşvik etmedikçe, bu sadece barışçıl muhalefettir, “terör örgütü propagandası” ile hiçbir ilişkisi olamaz.
Barışçıl muhalefeti de “terör” kutusuna sokmak, bir devlet ve toplum için akıllıca bir iş sayılmaz. Çünkü barışçıl muhalefet, bir toplumun farklı parçalarının ortak bir zemin üzerinde gönüllü olarak bir arada yaşayabilmesinin, yaraların sarılabilmesinin tek güvencesidir.
Barışçıl muhalefetin imha edilmesi, bir topluma karşı yapılabilecek en büyük bölücü ve tahrip edici hamledir.
İddianamenin ciddi maddi hataları
İddianamede (s.2) “sözde barış bildirisinin PKK/KCK Terör Örgütü’nün alenen propagandası mahiyetinde olduğu sabittir” denmektedir. “Alenen” dendiğine göre, bildiride açıkça PKK’nın veya kullandığı terör yöntemlerinin propagandasının görülmesi gerekirdi, ama bildiride böyle ifade yoktur.
İddianamede (s.2-3) 10 Mart 2016 tarihli bir basın açıklamasından bahsedilmektedir. O basın açıklamasında da herhangi bir suç unsuru görünmemektedir, ancak Sayın Savcı bu açıklamayla benim aramda nasıl bir bağ olduğunu açıklamamıştır. Zira bir bağ yoktur.
İddianamede (s. 4 ve 6) Bese Hozat adlı bir PKK/KCK yöneticisinin, 22 Aralık 2015 tarihinde “şüphelilere talimat mahiyetinde” bazı açıklamalar yaptığı belirtilmektedir:
1) Bese Hozat’ın ismini sadece basın yoluyla duymuşluğum vardır.
2) Hiçbir konuda kimseden talimat alamam, mizacıma ve uygulamaya çalıştığım bütün akademisyenlik ilkelerine aykırıdır.
3) Savcı, kim Bese Hozat’tan talimat aldıysa bunu kanıtlarıyla ortaya koymak zorundadır. İddianamede ben kendim ya da başka bir imzacı ile ilgili böyle bir “talimat kanıtı” görebilmiş değilim.
İddianamenin 8. sayfasında bildirinin İngilizcesi verilmekte, 9. sayfada bu İngilizce versiyonun Savcı ya da görevlendirdiği kişiler tarafından Türkçeye çevrilmiş hali verilmekte, Türkçeleştirilmiş versiyonda “Kürdistan” kelimesinin geçtiği iddia edilmektedir.
Oysa İngilizce versiyonda “Kurdistan” değil, “Kürt” anlamına gelen “Kurdish” kelimesi geçmektedir. Böylesi çarpıtmalarla iddianamede tuhaf kanıtlar yaratılmaya çalışılması oldukça düşündürücüdür.
İddianamenin 11. Sayfasında “Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Chris Stephenson, sözde gözaltındaki meslektaşlarıyla dayanışma için çantasında kasıtlı olarak terör örgütü propagandası yapmaya yönelik materyallerle İstanbul Adliyesi’ne gelmiş, uluslararası camiada Türkiye aleyhine karalama kampanyasına destek sağlamak istemiştir” denmektedir:
1) Chris Stephenson, Adliye’ye giriş yaparken, çantasında bir yasal partinin, birkaç seçim bildirisi bulunduğu için hakkında açılan davadan kısa sürede beraat etmiştir.
2) Bu olayın bu iddianameyle ve benimle ilgisi nedir?
İddianamenin 11. sayfasında, “ikinci bildiri” diye bir şeyden ve onun “altına da imza atan akademisyenlerden” bahsedilmektedir:
1) Bu bildiri hangi bildiridir? İddianamede yer almamaktadır.
2) Buna imza atan akademisyenler kimlerdir?
3) Bu olayın bu iddianameyle ve benimle ilgisi nedir?
Aynı şekilde iddianamenin 11. ve 12. sayfalarında, kimi imzacı akademisyenlerin dayanışma eylemleri yaptığı, “dayanışma akademileri” kurduğu vb. sanki bir suç kanıtıymış gibi belirtilmektedir.
Oysa “kopyala-yapıştır” yöntemiyle imzacı bütün akademisyenler için nedense ayrı ayrı ama tek-tip olarak hazırlanmış bu iddianamede tüm imzacılara ortak olarak isnat edilen tek bir “suç” vardır: “Söz konusu bildiriyi imzalayarak terör örgütü propagandası yapmak.”
İddianamede bu bildiriye konulan imza dışındaki tüm iddialar hukuken konuyla tamamen ilgisiz yakıştırmalardır, daha fazlası değil. Dayanışma eylemlerinde ya da dayanışma akademilerinde bir suç işlendiği düşünülüyorsa onların da somut kanıtlarla ve somut olarak kimlerle ilgiliyse o yönde ortaya konması gerekmektedir. Oysa iddianamede böylesi bir netlik yoktur.
Sonuç
Burada bir kısmını yazdığım, avukatlarımın daha da fazlasını gösterecekleri nedenlerle, bu iddianame, hiçbir temeli olmayan soyut birtakım yakıştırmalara ve yorumlara dayanmaktadır. Ortada isnat edilen “terör örgütü propagandasına” dair tek bir kanıt yoktur.
Buna rağmen, araştırma yapmak ve öğrenci yetiştirmekle uğraşması gereken yüzlerce akademisyenin hayatı bu davalar yüzünden zehir edilmektedir.
İddianamedeki iddiaların tümü tamamen temelsizdir, hepsini reddediyorum, o yüzden hemen beraatımı talep ediyorum. (MP/TP)
Ekler
Ek 1: SOKAĞA ÇIKMA YASAKLARI VE BUNLAR ÇERÇEVESİNDE GELİŞEN İNSAN HAKLARI İHLALLERİ İLE İLGİLİ RAPOR VE TESPİTLERDEN ÖRNEKLER
A. ULUSLARARASI KURUMLAR:
1. UNITED NATIONS, OFFICE OF THE HIGH COMMISSIONER FOR HUMAN RIGHTS, “Turkey: Zeid concerned by actions of security forces and clampdown on media,” Geneva (01.02.2016)
http://ohchr.org/EN/NewsEvents/Pages/DisplayNews.aspx?NewsID=17002&LangID=E
Türkçesi:
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Güneydoğu Türkiye’de İnsan Haklarının Durumu Raporu, Temmuz 2015 – Aralık 2016 (Şubat 2017)
http://www.ohchr.org/Documents/Countries/TR/OHCHR_South-East_Turkey2015-2016_TURK.pdf
2. COUNCIL OF EUROPE, COMMISIONER FOR HUMAN RIGHTS, VISIT TO TURKEY, “Turkey: security trumping human rights, free expression under threat,” , Ankara 14.04.2016
3. COUNCIL OF EUROPE, EUROPEAN COMMISSION FOR DEMOCRACY THROUGH LAW (VENICE COMMISSION), “Turkey – Opinion on the Legal Framawork Governing Curfews,” Adopted by the Venice Commission at its 107th Plenary Session (Venice, 10-11 June 2016, Opinion No. 842/2016, CDL-AD (2016) 010 Or.Fr., Strasbourg, 13 June 2016
http://www.venice.coe.int/webforms/documents/?pdf=CDL-AD(2016)010-e
Türkçesi:
Avrupa Konseyi, Hukuk Yoluyla Demokrasi için Avrupa Komisyonu (Venedik Komisyonu). Türkiye - Sokağa Çıkma Yasaklarının Yasal Çerçevesi Hakkında Görüş Raporu. 13 Haziran 2016.
4. HUMAN RIGHTS WATCH(İnsan Hakları İzleme Örgütü), “Türkiye: Devlet Güneydoğudaki Ölümlerin Soruşturulmasını Engelliyor,” - 11.07.2016
http://www.hrw.org/tr/news/2016/07/11/291848
5. INTERNATIONAL CRISIS GROUP (Uluslararası Kriz Grubu), “Türkiye’de PKK ile Yaşanan Çatışmaların İnsani Maliyeti: Sur Örneği,” Kriz Grubu Avrupa Raporu, No:80 Diyarbakır/İstanbul/Brüksel - 17.03.2016
6. EUROMED RIGHTS - INTERNATIONAL FEDERATION FOR HUMAN RIGHTS (İnsan Hakları için Uluslararası Federasyon), “High Level Solidarity Mission To Turkey,” 20-24 Ocak 2016
http://euromedrights.org/wp-content/uploads/2016/02/Turkey-FINAL-REPORT-EMR-FIDH-February-2016.pdf
B. ULUSAL KURUMLAR:
1. HAKİKAT ADALET HAFIZA MERKEZİ
SOKAĞA ÇIKMA YASAKLARI ÜZERİNE RAPORLAR (içindekiler)
http://hakikatadalethafiza.org/kaynak_tipi/sokaga-cikma-yasaklari-uzerine-raporlar/
Doğu ve Güneydoğu Anadolu Çatışmalı Ortamlarda Meydana Gelen İnsan Hakları İhlalleri Araştırma Raporu
TİHV (Türkiye İnsan Hakları Vakfı) Dokümantasyon Merkezi Verilerine Göre 16.08.2015-16.08. 2016 Tarihleri Arasında Sokağa Çıkma Yasakları Ve Yaşamını Yitiren Siviller
79 Günlük Sokağa Çıkma Yasağı Ardından Cizre Gözlem Raporu (TİHV ve birçok başka kurumun katılımı ile)
http://tihv.org.tr/wp-content/uploads/2016/04/Cizre-Gözlem-Raporu_31-Mart2016.pdf
Hasar Tespit: Zorunlu Göç Raporu – Kent Merkezlerinde Gerçekleşen Çatışmalar Sonrası Durum
Suriçi Çatışmalar Sonrası Kültürel Miras Hasar Tespit Raporu
http://hakikatadalethafiza.org/kaynak/surici-catismalar-sonrasi-kulturel-miras-hasar-tespit-raporu/
http://hakikatadalethafiza.org/kaynak/bolgesel-hasar-tespit-raporu-agustos-2015-ocak-2016/
İdil’de Sokağa Çıkma Yasağı Süresince ve Yasak Kalktıktan Sonra Geri Dönüşlerde Kadın ve Çocukların Yasamış Olduğu Psiko-Sosyal Süreçlere Yönelik Araştırma Raporu
2. MAZLUMDER Cizre Olayları Gözlem Raporu
1# (2007). Psikopolitik Yüzleşmeler. İstanbul: Birikim Yayınları.
(2016). Türkiye Debelenirken: Psikopolitik Yüzleşmeler. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.