Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümünden Doç. Dr. Nermin Saybaşılı'nın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 26. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Üzerime isnat edilen suçların hiçbirini kabul etmiyorum. Değil bir örgütten talimat almak, hiçbir örgüt ya da kişiyle bağlantılı olduğum söylenemez. Bildiri metnini ‘insani bir refleks’le imzaladım, pek çok insanın da bu nedenle imzaladığını biliyorum.
Yani imza atmamın gerisinde bir plan, bir ajanda asla ve kat’a yok, olamaz. Haliyle attığım imzayı öyle büyük ya da küçük bir kahramanlık hikayesi olarak da görmüyorum. Buna rağmen bir anda kendimi sizin karşınızda buldum.
İddianame, gösterilmeyen delillerle ve hukuki dayanağı olmayan suçlamalarla dolu bir metin.
Türkiye Cumhuriyeti’nin bir vatandaşı olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi anayasası ve imzaladığı uluslararası sözleşmelerle doğrudan güvence altına alınmış olan ifade özgürlüğü hakkımın korunması gerektiği açıktır.
İlgili metni imzaladığım zaman New York’taydım. Fulbright bursuyla Columbia Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak yeni araştırma projem üzerine çalışmaya başlayalı yaklaşık dört ay olmuştu.
Hudson River’a bakan penceremin önünde duran çalışma masasındaki bilgisayarın klavyesinde kimden geldiğini bile anımsamadığım, çok adrese gönderilmiş bir metin için bir kaç tuşa bastım sadece, o kadar.
Mutlu bir azınlığız bizler. Eğitimli bir aileden gelmiş, yurt içinde ve yurtdışında iyi okullarda okumuş, bununla da kalmamış düşler kurabilmiş, bu düşlerinin bazılarını da gerçekleştirebilmiş biriyim.
Ama en azından okuyarak, araştırarak, düşünerek ve yazarak teorik olarak dünyayı anlamaya, yoksulluğun ve yoksunluğun, kırgınlığın ve kızgınlığın ne olduğunu bilmeden bilmeye, deneyimlemeden anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum.
Pratikse teoriyi çoğunlukla aşıyor ve bazen de yanıtlarınızı hükümsüz kılarak sizin elinizi kolunuzu bağlayıveriyor.
İnsanın en temel hakkı olan yaşam ve barınma hakkının ortadan kalktığı, 24 saatlik sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı, güvenlik görevlilerinin ve sivil halkın yaralandığı, hayatını kaybettiği, cesetlerin sokaklarda kaldığı, yaralılar için ambülansın giremediği Diyarbakır ve çevresindeki çatışmanın son bulması, barış sürecinin bir şekilde yeniden başlaması için ‘bir şey yapmalıyım’ derken karşıma bu metin çıktı.
Haziran 2015’te etrafını çeviren surlarının UNESCO Dünya Kültürel Miras listesine alındığı, onun dışında tarihi kültür varlığı olarak tescilli 1500’e yakın binasının bulunduğu Sur ilçesi tümüyle ‘insansızlaştırıldı’.
Binlerce yıllık geçmişinde Yahudi, Müslüman, Ermeni, Hiristiyan, Arap, Türk ve Kürt’e ev sahipliği yapmış çok-kimlikli tarihi ilçe hoyratça ‘kimliksizleştirildi’.
‘Bir ses’ için imzaladım. Şu his vardı çünkü bende: hayatla aramda kırılmaz ince bir cam var; dünyayı görebilmeme, duyabilmeme ve anlayabilmeme rağmen ona dokunamıyorum. Sivil yaşamlar zarar görmesin, bedenler kanamasın diye imzaladım metni.
Yoksun ve yoksul, yalın ve yalnız yaşamlar, kedisiyle köpeğiyle, eviyle ağacıyla, kadınıyla adamıyla, genciyle yaşlısıyla, çocuğuyla umuduyla hoyratça köklerinden sökülmesin diye... Barış toprağa uzak, bize yakın olsun diye.
Bakmak ve görmek, duymak ve dinlemek insana bir yüktür; zihne çekilen bir kilit, kalbe oturan bir taştır. Şimdi en çok yeşil neon kazaklı bir çocuğu düşünüyorum.
2004 yılının Eylül ayının son günlerinde tarihi Suriçi’ndeki Hasırlı mahallesinde sokağın ortasında yolumuza çıkıvermişti. Mardin Kapı’daki Keçi Burcu’nda açılacak sergi hazırlığı içindeki biri sanatçı, diğeri psikolog iki arkadaşımla birlikteydim.
Arkadaşlarım, mahallede yaşayan on iki kadınla bir atölye çalışması gerçekleştirmişler, psiko-drama tekniklerinden türettikleri bu atölye çalışması sırasında kadınların anlattığı kendi yaşam öykülerinden çıkan hikaye parçacıkları, bu öyküleri biçimlendirip onlara yön vermiş nesnelerle birlikte birer fotoğraflar dizisi ya da birer ‘aile albümü’ olarak çay, çekirdek, çoluk, çocuk (2005) başlıklı bir sanatçı kitabına dönüşmüştü.
Projede yer almış bir kaç kadının evlerini ziyaret etmiş, kent merkezine geri dönmek üzere yoksul mahallenin dar ve ince tarihi sokağında yürüyorduk.
Yolun ortasında, Diyarbakır’ın kavurucu sıcağında yeşil neon kazağıyla henüz yürüyemeyecek kadar küçük tatlı bir çocuk oturuyordu. Dayanamayıp onu kucağıma alıp sevdiğimi hatırlıyorum, kaldırımda oturmuş annesi biraz uzaktan beni dikkatlice gözlerken...
çay, çekirdek, çoluk, çocuk’ta bir kadın şöyle demiş:
annemın kalbi yoğtır valla.
çocığlarımi kovi. gitmiyorım ben.
annem çocığlarımi istemi. benimkini
istemi. ayran içtığh, ayri düştığh.
Kucağıma aldığım o yeşil neon kazaklı güzel çocuğu düşünüyorum şimdi. Parlak yeşil kazağın sızısı kaldı bende.
Son sözümse şudur: düşünce ve ifade özgürlüğümün ve adil yargılanma hakkımın korunması gerektiğini tekrarlıyor, derhal beraatimi diliyorum. (NS/TP)