Beyanın İngilizcesi için tıklayın
Sabancı Üniversitesi'nde antropoloji, kültürel çalışmalar ve toplumsal cinsiyet çalışmaları yapan Prof. Dr. Ayşe Gül Altınay'ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 25. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın Hakim, sayın Mahkeme Heyeti,
İddianamedeki suçlamalarla ilgili görüş belirtmeden önce “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriye neden imza attığımı açıklamak isterim.
Dedem Nihat Karayazgan, Kore Savaşı’na katılmış, Kara Kuvvetleri’nden Kurmay Albay olarak emekli olmuş bir subaydı. Kore’den sağ döndüğü, üniversite yıllarıma kadar hayatta olduğu ve onunla uzun zamanlar geçirme şansına sahip olduğum için hayata müteşekkirim.
Ortaokul yıllarında dedeme büyük bir merakla Kore Savaşı deneyimini sorduğumda yüzünün nasıl karardığı hala gözümün önünden gitmiyor. Bir süre sessiz kaldıktan sonra “savaş çok kötü bir şeydir kızım” demişti, “savaşta herkes çok acı çeker, herkese çok kötü şeyler olur.”
Her konuda onlarca hikayesi olan ve usta bir hikâye anlatıcısı olan dedemden tek bir Kore Savaşı hikayesi dinlemedim. Ama yüzünün karartısı ve “savaşta herkes çok acı çeker, herkese çok kötü şeyler olur” sözü içime işledi.
Savaş ve şiddet deneyiminin ağır bedellerine dair ilk derslerimden birini bana dedem verdi. İlerleyen yıllarda tam da bu konularda araştırmalar yapan bir akademisyen olmamda dedemden aldığım bu dersin de rolü olduğunu düşünüyorum.
Dedemin bizzat tanık olduğu ve hayat boyu izlerini taşıdığı acıları araştırmayı ve anlamayı, bu acıları (evde, okulda, sokakta, hayatın herhangi bir alanında) kimsenin yaşamaması için çalışmayı, dedeme, kendime ve insanlığa karşı taşıdığım sorumluluğun bir parçası olarak görmeye devam ediyorum.
“Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalamam da, bir anlamda, dedemden bana kalan bu kıymetli mirasın bir sonucuydu.
Doktora araştırmamın bir bölümü erkeklerin askerlik deneyimleri üzerineydi. Her yaştan erkekten askerliğin onlarda bıraktığı izleri dinledim, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte zorunlu askerliğin gelişim tarihini araştırdım.
Görüştüğüm erkekler arasında 1990’larda askerliğini Güneydoğu’da yapmış olanlar da vardı. İçinden geçtikleri çatışmaların, kayıpların, ölümlerin sonraki hayatlarını nasıl şekillendirdiğine, taşıdıkları ağır izlere, fiziksel ve psikolojik yaralara bizzat tanıklık ettim.
Aynı araştırma çerçevesinde Güneydoğu illerinde 1990’lı yıllarda lise öğrencisi olmuş gençlerden okul deneyimlerini dinledim. Bu deneyimleri aynı yıllarda İstanbul’da, İzmir’de, Ankara’da lise öğrencisi olmuş öğrencilerin bana aktardıkları deneyimlerle karşılaştırdığımda gördüğüm farklar çok çarpıcıydı.
Doktora araştırmam, çatışma bölgelerinde genç olmanın bıraktığı ağır izleri ve psikolojik yaraları da daha yakından görmemi ve anlamamı sağladı.
Sonraki yıllarda kadınların aile içinde yaşadıkları şiddet üzerine kapsamlı araştırmalar yürüttüm. Profesör Yeşim Arat ile birlikte yaptığımız, TÜBİTAK tarafından desteklenen ulusal ölçekteki araştırmanın en çarpıcı sonuçlarından biri şuydu:
Bir kadının kocasından şiddet görme riskini en çok artıran etken eğitim düzeyi, gelir düzeyi, köy veya kentte yaşaması, görücü usulü veya isteyerek evlenmiş olması değil, kendi annesinin kendi babasından şiddet görmesine tanıklık etmesiydi.
Aynı şekilde, bir erkeğin de ileride eşine şiddet uygulama riskini en çok artıran etken, kendi babasının uyguladığı şiddete tanıklık etmesi olarak görünüyordu. Bu bulgulardan yola çıkarak araştırma raporumuzda ve sonrasında yayınladığımız kitapta şu görüşlere yer verdik:
“Çocukken tanık olunan veya maruz kalınan şiddetin, erkeklerin şiddet uygulama olasılığını, kadınların da şiddete maruz kalma olasılığını iki kat arttırdığı gözlenmektedir. Şiddet döngüsü denen bu olgu, şiddet içermeyen bir ortamda toplumsallaşmanın önemini bir kez daha ortaya çıkarmaktadır.
Bu bağlamda şiddete karşı toplumsal duyarlılığın artırılması, çeşitli iletişim kanalları ve ders kitapları yoluyla şiddetin gayrimeşru bir sorun çözme yöntemi olduğunun topluma yayılması önemlidir.” (Altınay ve Arat 2007, s.110)
Bu araştırmadan çıkan temel bulgular, son yıllarda dünyanın farklı yerlerinde yürütülen travma araştırmalarının bulgularıyla örtüşüyor:
1) (Aile içinde veya toplumda) Şiddete tanık olmak ileride hem şiddetin kurbanı hem de şiddetin faili olma riskini önemli ölçüde artırıyor,
2) Travmatik bir askerlik veya savaş deneyiminin yarattığı “post-travmatik stres bozukluğu” hem bireylerin sağlıklı hayatlar sürdürmelerini engelliyor, hem de intihardan aile içi şiddete, madde bağımlılığından başkalarına yönelik kriminal eylemlere kadar yıkım ve özyıkım içeren pek çok yeni şiddet türüne yol açabiliyor,
3) Savaş, çatışma, göç gibi travmatik deneyimlerin yarattığı acı ve korku, gerek bu deneyimleri yaşayan kişilerin (özellikle de çocukların) ilerideki hayatlarında gerekse nesiller arası aktarım ile sonraki nesillerde ağır psikolojik sorunların yaşanmasına ve yukarıda bahsedilen yıkım ve özyıkım süreçlerine zemin oluşturuyor. (bkz. van der Kolk 2018)
Bu topraklarda yaşayan her bireyin, her ailenin geçmişinde ağır savaş, göç, şiddet deneyimleri olduğunu biliyoruz. Travma araştırmalarının işaret ettiği şiddet döngüsü bağlamında özellikle kırılgan ve zor bir coğrafyada yaşıyoruz.
Ben de çocuk yaşta, ailesiyle birlikte Yugoslavya’dan göç etmek zorunda kalmış bir annenin çocuğu, baba tarafından da Birinci Dünya Savaşı’ndan Kore Savaşı’na, geçmiş savaşların yükünün nesiller arasında aktarıldığı bir ailenin torunu olarak, yaklaşık 20 yıldır bu döngüyü anlamaya ve ötesine geçmeye çalışıyorum.
Bu 20 yılda yazdığım her kitap, makale ve yazıda, yaptığım her konuşmada şiddetin ağır sonuçlarını görünür kılmaya, şiddetten arınmış bir toplum, siyaset, okul, aile, ilişkilenme ve iletişimin olasılıklarını araştırmaya ve paylaşmaya çalıştım.
Şiddet içeren, şiddete teşvik eden veya şiddeti meşrulaştıran herhangi bir söz sarfetmediğim gibi bu içerikte herhangi bir metne de imza atmadım.
“Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini, sorunları barışcıl yollarla çözmeye davet eden bir metin olduğu için, beni bir vatandaş olarak temsil eden hükümete ulusal ve uluslararası hukuk zemininde hareket etme sorumluluğunu hatırlattığı için imzaladım.
2015 yılının sonlarında tanık olduğumuz olaylar Türkiye’nin hem bugününe hem geleceğine dair çok endişe verici bir gidişata işaret ediyordu.
Nitekim, son üç yılda ulusal ve uluslararası insan hakları kurumları tarafından yayınlanan raporlar bu endişeleri doğrular nitelikte oldu (bkz. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği. 2017).
“Bu suça ortak olmayacağız” metnini, yıllardır travma üzerine çalışan bir akademisyen ve bir vatandaş olarak hissettiğim vicdani sorumlulukla, herkesin en temel ihtiyacı olduğuna inandığım barışçıl bir gelecek için imzaladım.
Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nce garanti altına alınmış olan ifade özgürlüğü çerçevesinde, ulusal ve uluslararası hukuk kurallarının uygulanmasını ve barışın sağlanması yolunda adımlar atılmasını talep eden bu metni demokratik bir uyarı niteliğinde gördüm.
Bir vatandaş olarak tek muhatabım olarak gördüğüm hükümetin ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin, travmatik sonuçları yıllar boyu onarılamayacak bu gidişatı durdurmaya, yaşanan tüm sorunları her bir vatandaşın, her bir bireyin temel insan haklarına saygılı bir zeminde çözmeye yetkin olduğuna inandığım için bu metni imzaladım.
Metinde talep edildiği gibi ulusal ve uluslararası hukuk normlarını esas almanın bizi daha demokratik, daha huzurlu, daha barışçıl bir toplum yapacağına inandığım için imzaladım.
Biliyoruz ki adalet, hem demokratik bir rejimin asli unsuru hem de onarım mekanizmalarının elzem bir parçası. Nesilden nesile aktarılan travmaları şifalandırmak, yaşadığımız şiddet döngülerinin içinden çıkabilmek için onarıcı bir adalete her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Travma ve şiddet döngülerinin kırılmasında hukuk ve adalet alanında çalışan herkesin çok büyük farklar yaratabileceğine inanıyorum.
İddianamede ismi geçen kişileri tanımadığım ve beyanlarından haberdar olmadığım gibi, bu metni veya herhangi bir metni imzalamamın herhangi bir kişinin beyanına veya talimatına dayandırılmasını büyük bir hakaret olarak değerlendiririm.
Bugüne kadar yürüttüğüm tüm araştırmaları ve bu hayattaki varoluşumu her bir varlığın biricik olduğu anlayışı şekillendiriyor.
Üniversite içinde ve dışında, insanların içlerindeki yaratıcılığı, kendi özgür iradeleri ve farklılıklarını yansıtacak şekilde ifade edebilecekleri alanlar açmak için çalışıyorum.
Şiddet içeren veya şiddete teşvik eden herhangi bir ifade barındırmayan “Bu suça ortak olmayacağız” metnini imzalamamın “terör örgütü propagandası yapmak”olarak nitelendirilmesini kesinlikle kabul etmiyorum.
Tam tersine, bu topraklarda (ve bu dünyada) yaşayan her bir bireyin ihtiyacı olan şiddetsiz, demokratik, insan hakları hukukuna dayalı, barışçıl gelecek için atılmış vicdani bir adım olduğunun altını çiziyor, beraatımı istiyorum. (AGA/TP)
Kaynakça:
Altınay, Ayşe Gül ve Yeşim Arat. 2007. Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet. İstanbul: Punto.
Van der Kolk, Bessel A. 2018. Beden Kayıt Tutar: Travmanın İyileşmesinde Beyin, Zihin ve Beden. Çev. Nurdan Cihanşümül Maral. İstanbul: Nobel Yaşam.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği. 2017 (Şubat). “Güneydoğu Türkiye’de İnsan Haklarının Durumu Raporu: Temmuz 2015 – Aralık 2016.”
http://www.ohchr.org/Documents/Countries/TR/OHCHR_South-East_Turkey2015-2016_TURK.pdf