Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nden Arş. Gör. Onur Baysal'ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 28. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın Mahkeme Heyeti,
Bundan yaklaşık üç yıl önce Türkiye’den ve dünyanın çeşitli ülkelerinden “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalamış 2212 kişi içinden, haklarında dava açılmış 432 imzacıdan biri olduğum için sanık olarak karşınızdayım.
Ben dahil, 432 akademisyen imzacıya sadece kimlik bilgileri değiştirilerek gönderilen iddianameyi okuduğumda, isnat edilen suçların mahiyetinden derin bir üzüntü duydum.
Bununla beraber iddianamedeki suçlamaların, davaya konu olan bildirinin apaçık görülebilen anlamlarının dışında başka bir anlamı olduğu ve dolayısıyla varsayılan o anlama yakıştırılan niyetlerle imzalanmış olduğu yönündeki iki varsayımın tekrar tekrar birbirine kanıt olarak sürüldüğü bir çevrimsel neden sonuç ilişkisine dayandırılmış olduğunu gördüğümde hayrete düştüm.
İddianamenin mantık sistemi ve hukuki bağlamıyla ilgili tartışmayı avukatım detaylıca yapacaktır.
İddianameyle ilgili olarak daha önce diğer imzacı akademisyenlerin beyanlarında eleştirel olarak etraflıca dile getirdikleri noktaları tekrar ele almayacağım ama özellikle yorum ve varsayımların birbirlerine dönük hem kanıta hem de suça eşitlendiği bir yapıya sahip olmasının beni endişelendirdiğini söylemek isterim.
İddianamenin bu yapısından dolayı savunmam da daha çok bildirinin anlamı ve imzalanmasının amacını izah etmek üzerine olacaktır.
“Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiri, birçok il ve ilçede uzun süreli sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı, ne zaman sona ereceği kestirilemeyen çatışmaların sürdüğü, hak ihlallerinin ve ölen kim olursa olsun acı veren haberlerinin basında yer aldığı bir dönemde, toplumun birçok kesimi tarafından birçok kanalla dile getirilen “Barış” taleplerinden biri olarak yayımlanmıştı.
Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu bildirinin yayımlanmasından hemen önceki günlerde, operasyonların sürdüğü bölgelerden gelen hak ihlallerine dair haberlerle ilgili olarak gazetecilere verdiği 19.12.2015 tarihli demecinde şöyle demişti:
“O duvarlara yazı yazan herkes hakkında gerekli işlemler yapıldı. Bana intikal edip de işlem yapılmamış hiçbir şey yoktur. Bu konuda hiç tavizimiz yok ve varsa bildiğiniz bir şey bize de intikal ettirin”.
Bildiri özetle, dönemin Başbakanı’na bile “bildiğiniz bir şey varsa bize de intikal ettirin” dedirtecek bir bilinmezliğin ardındaki hak ihlallerinin araştırılması ve hem bunun gerçekleşmesi için hem de ölümlere son verilmesi için bir zorunluluk olan “Barış”ın tesis edilmesini talep etmekteydi.
Kalıcı Barış talebiyle beraber çatışmasızlık ve müzakere koşullarının hazırlanmasını öneriyor ve bunun için gerek siyasi partiler, gerek meclis, gerek uluslararası kamuoyuyla temasa geçme sorumluluğunu alabileceğini taahhüt ediyordu.
Sayın Savcının hazırladığı iddianamenin Sevk Maddesi 3713 Sayılı Kanunun 7/2 Maddesi’nde belirtildiği gibi bildiri, ne cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemleri meşru gösteriyor veya övüyor ne de teşvik ediyordu.
Bildiri böylesi bir gizli anlama sahip olsa neden içinde bunu destekleyen tek bir ifade yer almasın ve temel meselesini her türden şiddetin sona ermesi olarak belirleyerek neden siyasi partilerle ve meclisle temas etmeyi ve Barış için sorumluluk almayı taahhüt etsin?
Ben de, o dönemde gerçekleşenlerden üzüntü duyan ve Barış özleminde olanlardan biri olarak, içinde bulunduğu dönemi analiz eden, soru soran, çözüm öneren ve Barışın sorumluluğunu almayı taahhüt eden bu bildiriyi imzaladım.
Şiddeti övmem veya teşvik etmem söz konusu bile olamaz, şiddeti bir çözüm değil toplumsal ve bireysel ilişkilerin temel sorunu olarak görmekteyim. İddianame ise bu metnin tamamen farklı ve aksi bir anlamı ve amacı olduğunu öne sürüyor.
İddianameyi okuyana kadar haberimin bile olmadığı bir beyanın emir telakki edilmesiyle bildirinin imzalandığını öne sürülüyor.
Yani bildirinin başkaca bir anlamı olduğu ve bildirinin imzalanmasının başkaca amaçları olduğu varsayımını, yine bir beyanın talimat olarak alındığı, emir telakki edildiği varsayımına dayandırıyor.
Bildirinin yegane anlamı Barış talebidir, amacı da bu yönde sorumluluğa açık olduğunu bildirmektir. Emir telakki edildiği iddia edilen beyanı ilk defa iddianame bana tebliğ edildiğinde gördüğüm gibi daha sonra internet üzerinden aradığımda da bulamadım.
İddianamede yapılan alıntıda “Aydın ve demokratik çevreler öz yönetimlere sahip çıksın” denmiş olduğu gösterilmekte. Buna rağmen imzalanan bildiride ne “öz yönetim” sözcüğü geçmektedir, ne de imâ edilmektedir.
Bildirinin talep ettiği çatışmasızlık ve Barış ortamı tüm toplumun yararı gözetilerek öne sürülmüştür.
Anayasa tarafından güvence altına alınan düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında olan bildiriyi, ülkemizde barış içinde yaşama hakkının tesis edilmesi için, hiç kimseden talimat almadan, vatandaşlık haklarım, yaşama etiğim ve akademik özgürlüğün evrensel değerleri çerçevesinde imzaladım.
Kaldı ki çoğu birbiriyle daha önce hiç karşılaşmamış, talepleri hak ihlallerinin araştırılması ve Barış olan, Doktora öğrencisinden emekli Profesöre kadar, Türkiye’den ve dünyanın dört bir yanından 2212 akademisyenin herhangi bir kişinin beyanını emir telakki etmesi, her biri için esas olan Barış talebinin temel motivasyonuna aykırıdır: Bu motivasyon, riskli de olsa, koşullar aksine de zorlasa içten gelen bir ödev duygusuyla eleştirme, hakikatin ne olduğunu sorma ve çözüm için sorumluluk üstlenmeye açık olmaktır.
Bu nitelikler de emirle, talimatla hareket etmeye aykırıdır. Üstelik bu fiiller, Anayasa tarafından sadece akademisyenler için değil tüm vatandaşlar için korunmaktadır, dahası düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında temel insan haklarından oldukları için vatandaş olup olmasına bakılmaksızın herkesin hakkıdır.
Başvurulsa da başvurulmasa da bu haklar herkes için mahfuzdur. Akademisyenler için ise bu haklara başvurulması ve korunmaları, iki kere ödevdir.
“Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildirinin imzacılarından da olan Prof. Judith Butler, bu durumu şöyle açıklamaktadır:
“Akademik özgürlük, üniversite içinde bilgiyi öğretme ve arama amacıyla görevlendirilmiş öğretim üyelerine aittir. Siyasi ifade ise yurttaşların siyasi görüşleri diledikleri gibi açımlama hakkıdır. (...) Bu özgürlüklerden herhangi biri tehlikeye girdiği zaman üniversitenin vazifesi sahiden de temelden sarsılmaktadır. (...) Dahası akademik özgürlük, çekişmeli entelektüel görüşleri varsayar ve teşvik eder çünkü düşünme ancak açık ve müdahil bir çekişme yoluyla daha incelikli, daha temellendirilmiş, daha ikna edici, hakikat arayışıyla daha müttefik hale gelir”.
Judith Butler’a katılmakla beraber, şu dipnotu eklemek isterim: Eleştirel düşünceye, sadece akademisyenler veya sanatçılar, düşünürler tarafından değil, meslekleri ne olursa olsun ya da bir meslekleri olmasın, kendi soruları ve içinde bulundukları tarih üzerine düşünenler tarafından, yaşamlarının merkezine konarak başvurulmaktadır, bu yüzden her türden fikir üretimi sürecinde olduğu gibi, hizmet ve meta üretimi sürecinde de ikinci bir ödev olarak belirmektedir.
Buna sosyal ilişkilerin üretimini ve kişinin kendine yönelik duyduğu gelişim sorumluluğunu da ekleyebiliriz.
Akademisyenler kendi özellerinde bunu ifade özgürlüğü, akademik özgürlük, vicdanın bağımsızlığıyla beraber kamu görevlerinin bir parçası olarak yerine getirirler.
Bahsettiklerimi toparlayacak olursam, bildirinin yayımlandığı günden bugüne yaşananları, dikkat çekici bir Parrhesia örneği olarak özetleyebilirim.
Türkçeye “Hakikati Söylemek” olarak çevrilen Parrhesia, belirli kurallarla, temelde eleştiri yoluyla hakikatin ortaya çıkarılmasını sağlama edimidir. Bu, kimilerine nahoş ve tatsız gelse de bir ödev olarak hakikatin ortaya çıkarılmasına yönelinmesidir.
Michel Foucualt’nun son dönem çalışmalarından özetlersem: Demokrasi’nin dünya sahnesine çıkmasıyla beraber vatandaşlarca kazanılan bir hak olan Parrhesia’da konuşmacı, riskli de olsa eleştiriyi, sessizlik yerine dolaysız ifade ve analizi, kendi çıkarlarını koruma yerine toplumu kapsayan önerileri ve kayıtsızlık yerine ödevi tercih eder.
Aleni olarak hakikatle kurulan bu ilişki, eleştirel düşünce ve ifadeyi, demokrasinin temel nosyonlarının korunmasının hem bir öncülü hem de bir sigortası olmasını sağlar ve buna dayanır.
Bu çerçevede, İddianamede isnat edilen tüm suçlamaları reddediyor, kabul etmiyorum ve derhal beraatimi talep ediyorum. (OB/TP)