Arel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünden Doç. Dr. Feryal Saygılıgil'in Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 37. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın Mahkeme Başkanı ve üyeleri,
Noam Chomsky, “Dünyayı Değiştirmek Üzerine” isimli metninde (Bilgi ve Özgürlük Sorunları, bgst yayınları, 2013) akademisyenin tavrından, yaşamdaki duruşundan Bertrand Russell örneği üzerinden söz açar.
Russell, Cambridge’de öğretim görevlisiyken, savaşa karşı çıkması ve barışçı görüşleri savunması yüzünden 1916’da görevinden ayrılmak zorunda kaldı. Üstelik resmi makamlarca kütüphanesine de el kondu.
Ama Russell, hayatı boyunca inanç ve ifade özgürlüğünü savundu ve savaşa karşı çıktı, atom enerjisinin askeri amaçlar için kullanılmasını şiddetle eleştirdi.
ABD’nin Vietnam’da işlediği suçları ve suçlularını mahkûm etmek için uluslararası bir mahkemenin kuruluşuna öncülük etti ve bu mahkeme onun adını taşıdı; doksan küsur yaşında, sokaklarda yapılan savaş karşıtı gösterilere ve oturma eylemlerine katıldı.
Onun sözleriyle insanın gelişimi üzerine birkaç değini de bulunmak istiyorum: “Hümanist anlayış bir çocuğa, tıpkı bir bahçıvanın bir fidana baktığı gibi, yani içsel bir doğaya sahip olan ve elverişli bir toprak, hava ve ışık sağlandığında hayranlık uyandırıcı bir şekilde gelişecek bir şey gibi bakar. Bir insanın gelişimi için gerekli toprağın ve özgürlüğün keşfedilmesi ve elde edilmesi ölçülmeyecek derecede daha zordur.” (B.Russell)
Arzu edilebilecek gelişme tam manasıyla ne tanımlanabilir ne de gösterilebilir; incelikli ve karmaşıktır, yalnızca hassas bir sezgiyle hissedilebilir, ancak hayal gücüyle ve saygılı gözlemle belli belirsiz anlaşılabilir.
Üniversiteler elbette ki bu gelişimin yaşandığı ya da yaşanmasının gerektiği mekânlardır. Bilginin üretildiği, tartışıldığı ve dönüştürüldüğü, önyargıların kırıldığı, kamusal alandır.
Üniversiteler öğrencilerin ve hocaların birlikte özgürleştikleri, dönüşme tecrübeleri yaşadıkları, kolektif bir özne yaratma yolunda alternatif mekân olma potansiyeli içeren yerlerdir.
Burada, bu mahkeme salonlarında üniversitenin önemli bir parçası olan akademisyenlerin üniversitede ürettikleri bilgiyi ve duygularını paylaştıkları birbirinden etkili ve zihin açıcı beyanlar dinledik.
Buradan hareketle, üniversitede ders vermeye devam eden, zihnimin özgürleşmesine katkıda bulunan bir diğer düşünüre atıfta bulunarak devam etmek istiyorum sözlerime: Judith Butler.
Butler, 2012 yılında Adorno Ödülü alma vesilesiyle yaptığı konuşmada “Kötü bir hayatta iyi bir hayat sürmek mümkün müdür?” sorusunun izini sürer.
Kimlerin yasının tutulabilirliğinden söz açar. Yası tutulabilirlik ancak önemli olan hayata dair bir varsayımdır.
Yasın olabilmesi için hayatın da olması gerekir. Yası tutabilirlik olmayınca hayattan başka bir şey söz konusudur. Bu da saygınlık, tanıklık olmadan sürdürülen ve kaybı yaşandığında da yası tutulmayan bir hayattır.
Kimlerin hayatının yasının tutulabilirliğine karar verenin egemenler olduğunu bilmemiz yeni bir şey değil.
Butler Savaş Tertipleri’nde (çev.: Şeyda Öztürk, YKY, Şubat 2015) bu konuya devam eder, şöyle der: “Hayatın yaşanabilir bir hayat olması için desteğe ve kolaylaştırıcı koşullara ihtiyaç vardır” (s.27).
Yaşamın değer hakkının güvenceye alındığı ve bunun eşitlikçi bir zeminde olması talebini tartışırken bu salonlarda savunma yapan yüzlerce akademisyen arkadaşımın da belirttiği gibi Haziran 2015 seçimlerinden hemen sonra, Güneydoğu Anadolu’nun çeşitli illerinde tırmanan şiddet ve haftalarca süren sokağa çıkma yasakları, aralarında çocukların da bulunduğu yüzlerce insanın ölümüne, evlerinin yıkılmasına ve binlerce vatandaşın evlerini terk etmesine yol açarken, tüm bu olanlar ulusal ve uluslararası basına yansırken, bu şiddet ortamıyla birlikte siyaset yapmanın imkânlarını yitirmeye başladığımız zamanlarda “Şiddeti dışlayıp siyaseti tekrar mümkün kılmanın koşulları nelerdir?” sorusunu sormak için çeşitli üniversitelerde ortak olarak kaleme alınmış olan 1 Ocak 2016 tarihli “Bu suça ortak olmayacağız” barış bildirisini imzaladım.
Ancak, iddianamede öne sürüldüğü gibi hiç kimsenin direktifi, hiçbir örgütünün baskısı altında kalmadan veya “aracı” olmadan bildiriyi imzaladım.
Bir vatandaş olarak anayasal güvence altında olan “tüm vatandaşların her bakımdan ayrımsız, yani yasal, kültürel ve ekonomik haklar açısından eşit olarak yaşama hakkını” savunduğum, topluma, kendime ve çocuklarımıza karşı sorumluluk taşıdığım için bu bildiriye imza attım.
Yemek, barınma, eğitim, sağlık, ifade özgürlüğü, güvenlik hakkından söz ederken bütün bunların kimler için olduğu sorusu oldukça anlamlı ve önemli bir sorudur.
Kırılgan ve güvencesiz olanların yani belirli bir topluluğun ekonomik ve toplumsal olarak mağduriyet yaşadığı, yaralanmaya, açlığa, hastalığa, yerlerinden edilmeye, yoksulluğa, şiddete, hapsedilmeye, ölüme maruz kalabildiği politik bir duruma tekabül eden yaşam haklarının ihlal edildiği bir düzende ne yapılabilir?
Butler, “sınır farklılar arasında aracılık yapar, kendi ayrılığım da sana bağlı olduğum bir müzakeredir” der (s.48). Bu “sen” olmadan “ben”in hiçbir anlamının olmaması demektir. Hayatta olmamın tek nedeni senin de olmandır. Bizim karşılıklı olarak bağımlı olmamızdır.
Birbirimize olan ihtiyacımızı idrak ettiğimizde birlikte iyi yaşamak için bir pencere açmış oluruz. Siyaset yapmanın zemininin temel ilkelerini oluşturmaya başlarız.
Hikâyeler baştan anlatılıp ortak bir dil yakalamaya çalışılırken muktedirlerin, ezilenlerin, kadınların, çocukların aynı düzlemde olduğu kabulünden hareket etmek gerekir.
Bu da tahakküm ve sömürü mekanizmasının işleme biçimini, hiyerarşik ilişkilerin, toplumsal cinsiyet, ezen-ezilen mücadelesinin nasıl ve kimler tarafından oluşturulduğunu anlatan bir tarih anlayışının yeniden kurgulanması, hafızamızı tazelemek anlamına gelir.
Bütün bu söylediklerimin içinde bize düşen, diğerinin sesini duymak ve daha önce de belirttiğim gibi topluma, kendimize ve çocuklarımıza karşı olan sorumluluğumuzdur.
Sevgi Soysal şöyle demiş: “İnsan; insanlığın acılarına, haksızlıklarına, yanlışlıklara ve çirkinliklere karşı tavır almazsa sahtekârdır” (Sevgi Soysal, Venüslü Kadınların Serüvenleri: TRT Günleri, Der.: İpek Şahbenderoğlu, İletişim Yayınları, 2017, s.186).
Ben tavır aldım, suç işlemedim. İddianamede isnat edilen suçlamalarla hiçbir ilişkim olmadığından dolayı derhal beraatımı talep etmekteyim. (FS/TP)