Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünden ihraç edilen Arş. Gör. Dr. Ece Öztan'ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 37. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın Mahkeme Heyeti,
Kamuoyunda “Barış Bildirisi” olarak bilinen, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiri metnine imza atmış olmam nedeniyle “sanık” konumundayım.
Bildiri metninin kamuoyuna açıklanması sonrasında yaşanan gelişmeler yalnızca en temel hukuk güvencelerinin değil; akıl, mantık ve vicdani olarak algılanabilir sınırların çok ötesine çıkmıştır.
Yüzlerce meslektaşım ile birlikte, fasılalarla, yalnızca isimlerin değiştirildiği jenerik bir iddianame ile yargılanmamıza varan dava süreçleri, “savunma” hakkımı derinden yaralıyor.
Birbirinin kopyası kararları bilerek karşınızda olmam, hukuki bir savunma zeminini de tümüyle ortadan kaldırıyor. Yine de karşınızda durumumu açıklamayı deneyeceğim.
İddianamenin hukuki dayanıksızlığına ilişkin savunmamızı avukatıma bırakarak, bildirinin imzalanması sonrasında yaşadıklarımın bir kısmını burada özetlemeye çalışacağım.
Bildirinin kamuoyuyla paylaşılması sonrasında, yanlı ve alenen kötü niyetli idareciler, gazete demeye dilimin varmadığı kimi yayınlar, odalarımıza bırakılan kırmızı zarflı tehditkâr mektuplar ile önce akademik özgürlüklerimiz ve üniversitedeki varlığımıza yönelik saldırılarla karşılaştık.
Bu saldırı ve linç ortamı, “kanımızla duş alma” fantezilerine kadar vardı. Daha sonra Şubat 2017’de tümüyle haksız, dayanaksız ve hukuksuz bir biçimde üniversitedeki görevimden ihraç edildim.
İsimlerimiz önce KHK’laştı, sonra yasalaştı. Pasaportlarımız geçersiz kabul edildi ve bugün hala seyahat özgürlüğümden dahi yoksun bir konumdayım. Bu durumun ne bir hukuki gerekçesi ne de bir dayanağı var.
Meslektaşlarımla birlikte karşınıza türlü haller ve hak ihlallerinin türlü biçimleri ile çıkıyoruz. Benim payıma düşen de kamu görevimden ihraç edilmek, pasaportsuzluk ve doçentlik hakkımın -elbette yine tümüyle ve alenen hukuksuzca- elimden alınması oldu.
Doçentlik sınavının ilk aşamasından geçmeme rağmen, geriye dönük olarak, doçentlik başvurum dahi iptal edildi. Şimdi imza-sonrası dönemin Ağır Ceza Mahkemesi safhasındayız. Bu kez önceki büyük hukuk facialarını bir yenisini daha ekleyen, zorlama bir iddianame var adımın geçtiği.
İddianamede sunulanlar, tümüyle dayanaksız suçlamalardan ibarettir.
“Alenen propaganda olduğu sabittir” gibi cümlelerden tutun da; ismimizi koyduğumuz metin Türkçe olmasına rağmen, metnin İngilizce tercümesini, imzalamadığımız biçimde farklı kelimelerle Türkçeleştirmeye; hayatımda duymadığım birtakım isimlerin beyanatları ile ilişkilendirilmeye varıncaya değin, nedensellik ve mantık silsilesinden yoksun bir kurmaca metin ile karşı karşıyayız.
Bu iddianame yalnızca kanıtsız iddialar yoluyla zoraki bir suçlama yaratarak, ifade özgürlüğünün özünü yok etmekle kalmıyor; temel muhakeme ilkelerinden dahi uzak bir yol ile suçlama üretmeyi deniyor.
Bu sebeplerle, hakkımda iddia edilen tüm suçlamaları reddediyorum.
Bildiri metnine imzalamış olmam, ifade özgürlüğüm kapsamında değerlendirilebilecek bir özgürlük alanıdır.
İfade özgürlüğü ise yalnızca “yöneticilerin ve kamu makamlarının hoşuna giden, toplumun geneli tarafından hoşgörülen ifadeler için değil, “eleştiri” niteliği taşıyan ve hatta uluslararası normlara göre “hükümeti veya toplumun bir bölümünü sert bir şekilde eleştiren, onlara çarpıcı ve sarsıcı gelen, onları rahatsız eden, şoke edebilen” düşünceler açısından dahi savunulması gereken bir özgürlük alanı olarak kabul edilmektedir.
Kaldı ki bildiri metni, devleti uluslararası hukuka ve temel insan haklarına uymaya çağırıyordu. Ülkede artan şiddete ve barış sürecinin sonlanmasına yönelik çağrıyı temsil ediyordu.
Bildiriyi imzaladığım dönemki ruh halimi net bir şekilde hatırlıyorum. Ülkemin içine girdiği bu şiddet sarmalı içerinde çok doğal olarak endişeli ve çaresiz hissediyordum kendimi. Tüm bunlar olup biterken üstüne üslük yeni doğum yapmış bir anneydim.
Akademisyenlere seslenen bir metindi ancak akademisyen kimliğimin de ötesinde bu ülkede güven ve barış içerisinde çocuklarını büyütmek isteyen bir anne olarak imzaladım öncelikle. Çünkü çatışma ve şiddet sarmalı en çok kadınlar ve çocukları etkiliyor.
Çalışma alanlarım gereği, ülkemdeki kadın gerçekliğini, bu gerçekliği yaratan toplumsal ve politik koşulları anlamak için çaba harcayan bir akademisyenim.
Dinlemek ve anlamayı, özellikle sesleri duyulmayanları dinlemeyi yalnızca etik değil, mesleki bir ilke olarak kabul ederim.
Kişisel hayat hikayeleri, gündelik yaşamlar ile tarih ve toplum arasında bağ kurmak için dinlemek ve anlamanın değerine dayanan bir formasyona sahibim. Bu nedenle ifade özgürlüğü, yalnızca hukuki değil, mesleki bir var olma zemini benim için.
Çocuklarına şiddeti çağrıştıran oyuncak bile almayan bir anne; bilimsel ilkeler ve özgürlüklere bağlı bir akademisyen; huzurlu, şiddetsiz ve çatışmasız bir ülkede yaşamak isteyen bir vatandaş olarak, bugün burada, karşınızda “terör örgütü propagandası yapmak” suçlaması ile nasıl bulunduğumu anlamakta güçlük çekiyorum.
İnsani, etik ve mesleki tüm değerlerime karşıt bu suçlamaları reddediyor ve derhal beraatımı talep ediyorum. (EÖ/TP)