İstanbul Üniversitesi'nden emekli Prof. Dr. Adalet Alada’nın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 34. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
“Tarihsel perspektif ve konjonktürel bir yaklaşımla incelendiği” ileri sürülen iddianamedeki hukuk dışı, politik ve sübjektif suçlamalara, değerlendirmelere katılmam, bunları kendimle ilişkilendirmem ve kabul etmem mümkün değildir.
“Örgüt propagandası yapmak” suçuyla sanık olarak yargılanmama sebep olan, bütün mesleki yaşamımı, itibarımı, bu zamana kadar emekle ördüğüm kazanımlarımı bir anda alt üst eden, değersizleştiren iddialarınızı reddediyorum.
Asıl bu iddianamenin ileri sürülen “konjonktürün” gereği olarak tasarlanmış olduğunu düşünüyorum.
Davaya konu edilen bildiriyi, beni aydınlatan, bireysel ve toplumsal gerçekliğimi var edebilmemi sağlayan yaşadığım sürece aldığım tüm kamusal hizmetlerin ve edindiğim kamusal değerlerin yüz-ü suyu hürmetine imzaladım. Ancak bugün burada, “sanık kürsüsünde” bulunmaktan dolayı çok rahatsızım.
1984’ten 2017’ye kadar İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Türkiye’nin İdari Tarihi, Yerel Yönetimler, Siyasal Sistemler ve Kamu Politikaları gibi Kamu Yönetimi alanının temel derslerini verdim.
Öğrendiğim ve paylaştığım bilgi devletin, kamu yönetiminin meşruiyet sorununu anlamaya, anlamlandırmaya odaklanıyordu. Bu bağlamda siyaset, adalet, hukuk, hak, özgürlük, rıza gibi kavramlar bu çabanın çözümleyici anahtarları oldu.
2016 yılının Ocak ayında ülkemiz topraklarında tanık olduğumuz devlet-toplum ilişkilerinin insani müdahale gerektirdiği acil durum üzerine bildiriye onay verdim. Devlet, kamu gücünü; insana saygıya, kendi anayasasında tanımlanmış olan hukuk devletinin gereklerini yerine getirmeye davet eden bu metni, 40 yılı aşkın süredir kamu yönetimi-devlet öğretisi alanında okuyan, öğrenen, okutan birisi olarak bilgi ve eylemin tutarlılığı içinde bir yurttaş olarak imzaladım, eleştiri hakkımı kullandım.
İddianamede beni imzaya yönlendirici faktörün Bese Hozat isimli şahsın direktifi olduğu bildiriliyor. Bu konuda cehaletimi affedin, kendisini sizlerin dolayımıyla öğrenmiş oldum. Oysa ben daha yakın ve daha somut tanıklıklarım üzerinden ne yapabilirim derdine düşmüştüm…
Fakültemizi zor koşullarda ama yüksek bir başarıyla bitiren, daha sonra zorlu sınavları aşarak hedeflediği kamu kurumlarında çalışmaya hak kazanan ve aynı zamanda Kamu Yönetimi Yüksek Lisans Programı’mızın en idealist, en çalışkan öğrencisi; ilmek ilmek ördüğü bu istikbal sürecini bir anda geride bırakarak kül rengine dönmüş, gözyaşlarını engelleyemediği zayıf yüzüyle “Hocam ben memlekete gitmek zorundayım, ailemin, kardeşlerimin can güvenliği yok. Dün, akşam sofrasında dışarıdan atılan fişekle babamın gözünün görmez olduğunu öğrendim. Kız kardeşimin korkudan dili tutulmuş. Herkes perişan… Uyuyamıyorum, çalışamıyorum… Daha fazla kalamam artık” deyip dersten çıkışı ve bir daha kendisinden haber alamamış olmam da belirleyici etmen olabilir mi?
Daha büyük resimdeki olaylara, yaşanan derin acılara, resmi-sivil, yoksul-yoksun canların heba edilmesine, şehirlerin, kültürel mirasın ve toplumsal hafızanın yok edilmesine, kısaca topyekun bir kötülüğe değinmeyeceğim.
Sadece çocuğum yaşında, yanıbaşımda acz içindeki bir gence el uzatamadığımı anlatmak istiyorum size. Bütün yaptığım naifçe bilgisayar tuşuna uzanmak oldu o kadar, imzayı onayladım. Ertesi hafta aynı derste ve onun yokluğunda ben yönetim tarihimizin ilkesel veciz sözünü, “iyiyi emret, kötüyü men et (emr-i maruf, nehyi münker-i)” açıklamaya çalışıyordum. Dinen, ahlaken ve hukuken…
İddianamede akademisyenin özel rol ve ayrıcalıklarından bahsediliyor. Evrensel düzlemde gerçek akademi, kurumsal özerklik ve akademik özgürlük kavramlarına dayalıdır. Oysa ülkemiz ve üniversitelerin özerklikten, akademisyenlerin bilimsel düşünce ve ifade özgürlüğünden yoksun olmalarının bir kanıtı da bizatihi bu dava ve yargılamalarımızdır.
Adeta bürokratik hiyerarşinin bir parçası halinde işlev görmekte olan üniversitelerde, bildiriye onay veren akademisyenler, son derece küçültücü ve cevapsız uzun disiplin soruşturmaları neticesinde “devlet memurluğunun itibar ve güvenini sarsıcı nitelikte eylemlilikle” suçlanabilmekte, hatta şahsım örneğinde olduğu gibi, zorla emeklilik sürecinin ev hediyesi olarak da kınama cezası alabilmektedirler.
Dolayısıyla kurumsal özerklik ve akademik özgürlükle tanımlanabilen bir akademik ayrıcalıktan yoksun olmanın da ötesinde, söz konusu bildiriyi onaylarken hukuk devletinde yaşayan, sorumluluklarını yerine getiren her yurttaşın sahip olması gereken yönetimi eleştirebilme hak ve özgürlüğünden hareketle barışçıl bir yaşam talebinde bulundum.
Hiçbir şiddet eylemini desteklemem söz konusu değildir. Herhangi bir ayrıcalıktan değil vicdani çağrıdan hareket ettim.
Daha önceki kuşakların bize talihsizce bıraktığı, yakın zamanda ülkemiz yöneticilerinin de özür dilemek durumunda kaldıkları, başımızı öne eğdiren geçmişe, yenilerinin eklenmemesi için tarihsel sorumluluk gereğiyle eleştiri hakkımı kullandım.
Yarın utanmamak ve çocuklarımızın da başını öne düşürmemek, telafisi mümkün olmayacak toplumsal yarılmalara engel olabilmek için yurttaş olarak bugüne kadar edinmiş olduğum kamusal etik ve vicdanın gereği ile hareket ettim. Bunun bir suç olarak değerlendirilebileceği öngörüsünde bulunmam mümkün olmadı.
Bu nedenle, dava konusu imzamın suç değil, bir yurttaşlık gereği olarak düşünceyi ifade etme özgürlüğü içinde ele alınarak değerlendirilmesini diliyorum. (AA/TP)