*Manşet: Edirne Yunanistan sınırı, Şubat 2020, Yunan polisinin gazlı müdahalesinden kaçan mülteciler. Fotoğraflar: Murat Bay
Haberin İngilizcesi için tıklayın
Bu yazı, Türkiye'den IPS İletişim Vakfı/bianet'in de paydaşlarından olduğu uluslararası Direnç Projesi kapsamında medyada nefret söylemi ve dezenformasyon konularını örneklendiren eleştiri yazılarının yer aldığı "Gazetecilikte Direnç Yazıları" dizisi kapsamında yayımlanıyor. |
Nefret, bir duygu olarak insanlık tarihi boyunca var olsa da, tarihin hiçbir döneminde mültecilere karşı küresel bir örgütlenme motivasyonu olmamıştı. Elbette ki bugün internet teknolojisiyle gelen sosyal ağlar, bu organizasyon için gerekli olan imkanları neredeyse eksiksiz sağlıyor. Savaş, doğal afetler ya da ekonomik gerekçelerle yaşadıkları yerleri terk eden insanlar, bugün globalleşen dünyadaki nefret söyleminin ortak hedefleri dönüşüyorlar.
Yeryüzünün posası
Amerikalı siyaset bilimci Hannah Arendt, “Totalitarizmin Kaynakları-2 Emperyalizm” kitabında, ulus devletlerin temelini devlet-halk-ülke üçlüsünün oluşturduğu ve mültecilerin de bu üçlüyü bozmaya aday büyük bir tehlike halini aldığını söylüyor. Yine aynı kitapta mültecileri şöyle tanımlıyor: “Anayurtlarından ayrıldıklarında artık yurtsuzdular; devletlerini bıraktıklarında artık devletsizdiler, insan haklarından yoksun bırakıldıklarında artık haksızdılar, yeryüzünün posasıydılar.”
Ağustos 2021 Van, Van'daki yabancılar (kimsesizler) mezarlığı.
I. ve II. Dünya Savaşlarının yıkıcılığı ve değiştirdiği sınırlar, geçtiğimiz yüzyılda Avrupa’da başta olmak üzere milyonlarca insanı doğdukları topraklardan güvenli yerlere gitmeye zorladı. Birleşmiş Milletler Genel Meclisi tarafından 1950'de Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Bürosu 1951 sözleşmesine göre mülteciyi şöyle tanımlar:
“Irkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen kişi.”
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 14. maddesi de “Herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yararlanma hakkı vardır” hükmünü ortaya koyar.
Bugün Avrupa sınırlarında bekleyen, geri gönderilen ya da yaşamını yitiren mültecilerin tamamının hakları, imzaya taraf olan ülkeler tarafından güvence altına alınacağı taahhüt edilir.
Mülteci karşıtı nefret söyleminin kitlesel göç hareketlerinin yarattığı belirsizlik ve korkudan beslendiğini söyleyen hak savunucusu avukat Fecri Şengür, yurttaş olamamış insanların gittikleri yerlerde temel insan haklarından mahrum kaldıklarını belirtiyor.
Şengür, “Anayasada vatandaş sınır dışı edilemez, ülkeye girişi engellenemez maddesi var. Ya da çalışma hakkı meselesi… Bunlar yurttaş hakkı olarak tanımlanıyor ama mülteciler için bu haklar yoktur ya da izinlere tabidir. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi’nde tanımlanan haklar da, fiiliyatta ancak kişinin vatandaşı olduğun ülkede içinde uygulanır” diyor.
Saldırıya açık
Evlerini terk ederek yurttaşlık zırhının dışına itilen mülteciler, “yeryüzünün posası” olarak her türlü saldırıya açık hale geliyorlar. Bu savunmasız durum ayrıca mültecileri ya hamaset söylemleriyle “yurttaş hakları savunuculuğu” yapan popülist liderlerin propaganda malzemesine ya da 2020 Şubat’ında Yunanistan sınırı bugün de Polonya sınırında olduğu gibi çatışan güçlerin hibrit savaşlarının en ön cephesine dönüştürüyor.
Mülteci karşıtlarının çoğunlukla alt ve orta sınıf yurttaşlardan oluştuğunu söyleyen Şengür, “Bu insanlar yurttaşlık haklarından doğan imtiyazların mülteciler nedeniyle kaybetme korkusu yaşarlar” diyor.
Suriyelilerin Türkiye'deki durumu
Özellikle Suriyeliler için söylenen en yaygın söylemler, iş yeri açtıklarında vergi ödemedikleri ya da ev ve iş yerlerinin faturalarını devletin ödediği gibi asılsız iddialar. Mülteci karşıtlarının temel argümanlarından biri de mültecilerin işsizlik ve pahalılığa neden oldukları söylemidir. Fakat sermaye için mültecilerin ucuz ve güvencesiz iş gücü anlamına geldiğini AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki Kemmuz ayında katıldığı bir TV programındaki sözleriyle doğruluyor: “Şimdi bazı şehirlerde sanayiyi onlar ayakta tutuyorlar. Gaziantep sanayisine gidin yüzbinlerce insan en ağır ve en zor işlerde çalışıyorlar.”
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) Türkiye Ofisi tarafından Şubat 2020’de yayınlanan “Türk İşgücü Piyasasında Suriyeli Mülteciler” araştırmasına göre, Türkiye’de yaklaşık 950 bin Suriyeli çalışıyor. Ancak çalışan Suriyeliler arasında kayıt dışı çalışanların oranı yüzde 91,6 gibi yüksek bir seviyede. Öte yandan 5-14 yaş aralığı çalışan Suriyeli sayısı da 130 bini buluyor.
Raporlar işsizliğin nedeninin mültecilerin olmadığını aksine işletmelerin her türlü ağır işlerinde en düşük ücretle çalışmak zorunda kalan ve en ağır emek sömürüsüne maruz kalanların mülteciler olduğunu ortaya koyuyor.
Suriyeliler hakkındaki dezenformasyon
Suriyelilerin devletten karşılıksız maaş aldıkları da çok yaygın ve her zaman güncel kalan bir dezenformasyon. Bu dezenformasyonların nefret söylemiyle birleştiğinde korkunç sonuçlar doğurduğunu geçmişte defalarca tanığı olduk. Geçtiğimiz Ekim ayında yayınlanan bir sokak röportajında yaşlı bir adamın Suriyeli genç bir kadına yönelik “İşimi kaybettim sizin yüzünüzden, ev kiraları yükseldi, kiramı ödeyemiyorum sizin yüzünüzden, ben muz yiyemiyorum, siz kilolarca muz yiyorsunuz” sözleri gündem olmuştu. Bu videonun yayılması ardından sosyal medyada muz yerken paylaşım yapan Suriyelilere karşı tepki linçe dönüştü. Sosyal medyada büyüyen tepkiler üzerine tespit edilen 44 yabancı uyruklu gözaltına alınarak ülkelerine deport edilmek üzere geri gönderme merkezlerine götürüldü.
"İşgalciler"
Bir diğer konu da mültecilerin yoksul mahallelerde gettolaşmaları ve kendi kültürlerini buraya taşımaları. Ortak yaşam alanlarında ortak dil ve kültürlerin baskın olması, doğal bir sonuç olsa da bu durum sosyal ağlarda sıkça “işgal” olarak tanımlanıyor. Bunun sonucu olarak da mültecilerle yaşanan adli olayların faturası bütün “işgalciler”e kesiliyor. Ağustos 2021'de Ankara’nın Altındağ ilçesinde biri Suriyeli iki grup arasında çıkan kavgada bir Türkiyeli öldürüldü. Ölüm haberinin ardından sosyal ağlarda hızla örgütlenen mahalleliler, Suriyelilerin evlerini ve işyerlerini taşlayarak bazı arabaları ters çevirdiler. Daha sonra mahalleliyle yapılan röportajlarda, asıl tepkinin suça ya da suçluya olmadığı değişen demografi nedeniyle öfkeli insanların adli bir olayı gerekçe gösterilerek toplumsal bir linçi tetiklediği anlaşılıyor.
Fakat günün sonunda Suriyeliler “gerginliği azaltma” gerekçesiyle otobüslere bindirilerek bilmedikleri bir yere her şeye yeniden başlamak üzere götürüldüler. Benzer olaylar farklı dönemlerde farklı şehirlerde defalarca yaşanmış ve çözüm olarak mültecilerin tekrar yerlerinden edilmesi iktidarın da muhalefetin de mültecilere yönelik şiddet olaylarını önleyecek politikalarının olmadığını gösteriyor.
"Yanlış editörler"
Mültecilerle ilgili yapılan haberlerde kullanıla dil ve görsellerin “yanlış editörler”in elinde nasıl manipüle edildiğine sıkça tanık oluyoruz. Geçtiğimiz Ağustos ayında Taliban rejiminin Afganistan’ı ele geçirmesi sonrasında ülkeyi terk etmek isteyen insanların gösterdikleri ve bazılarının sonu ölümle sonuçlanan çabaları bir çoğumuzun hafızalarına kazındı.
Böylesi bir atmosferin hakim olduğu ülkeden kaçan mültecilerin haberlerinde “genç erkek Afgan” görselleri ve söylemine sıkça vurgu yapıldı. Bu tanımlamaya popülist liderlerin de dahil olmasıyla genç Afganistanlılar, başta Türkiye olmak üzere Avrupa kamuoyunda da panik yarattı. “Bu gençler kim?”, “Neden hiç kadın ve çocuk yok?”, “Yaşlılar nerede?” gibi hedef gösteren sorular altında kriminalize edilen Afganistanlıların bazıları gözaltına alındıktan sonra İran’a deport edilirken, metropollere ulaşabilenler ise sessiz sedasız Afganistanlıların oluşturduğu gettolara yerleştiler.
Afganistanlı Seyit
Bu gettolardan birinde yaşayan Seyit, yolculuğunu anlatıyor. 16 yaşındaki Seyit, Haziran ayı sonlarında İstanbul’a gelmiş. Afgan mültecilerin yoğun yaşadığı Sarıgazi’de, bir apartmanın bodrum katına bulunan bir dairede buluşuyoruz. Afganistan’ın kuzeyindeki Faryab vilayetinin kırsalında yaşarken Taliban’ın okulları kapatması sonrası öğrenciliği son bulmuş. Biri 10, diğeri 15 yaşında iki kardeşi var. Seyit, babasının bütün mal varlığını satıp yolculuğunu finanse ettiğini belirtip ekliyor: “Abim polisti. Altı ay önce Taliban tarafından öldürüldü, amcamı da devlette çalışıyor diye bir arabanın içinde canlı canlı yaktılar. Ben yaşamak istiyorum.”
Bir ay süren zorlu yolculuğunu anlatırken de zorlanıyor: “Afgan sınırından kaçakçılarla Pakistan’a geldik. Oradan da İran’a geçtik. İran kötüydü, dağların arasında günlerce yürüdük. Bazen kaçakçıların ayarladığı arabalara 10-15 kişi biniyorduk. Bir defasında bir petrol tankerinin arkasında ışığı görmeden, mazot kokusu içinde bir gün yolculuk ettik. Ölmediğimiz için şanslıydık.”
Herkes Seyit kadar “şanslı” değildi elbette. Zorlu yolculukta 12-13 kişinin ölümüne tanık olduğunu aktaran Seyit, “Hava bazen çok soğuktu, kar ve yağmur gördük. Bazen çok sıcaktı, suyumuz yoktu. Bazılarının kıyafetleri ve parası yoktu. Çocuklar vardı, benden küçüklerdi, onlar ardımızda kaldılar, onlara ne oldu bilmiyorum. Kardeşler bile birbirine bakamıyordu, herkes canını kurtarmaya çalışıyordu. Kaçakçılar yolda bizlere eziyet ediyorlardı, Pakistan’da soygun olayları yaşandı.”
Yola yaklaşık 60 kişi ile çıktıklarını söyleyen Seyit, bir ayın ardından Türkiye sınırına 30 kişi ulaşabildiklerini anlatıyor. “Geride kalanlar ya yakalandılar ya da öldüler, dağların arasında kaldılar. Bazılarını da İran polisi Afganistan’a geri yolladı. Türkiye sınırına geldiğimizde kaçakçılarla beraber sınırı yürüyerek geçtik, parası olanlar arabalara bindiler.”
Van yolu üzerindeki bir köprünün altında karşılaştığım 8 kişilik grubun en büyüğü 17 en küçüğü ise 14 yaşındaydı. Afganistan Türkiye arasındaki 3 bin km’den fazla olan yolu 55 günde gelmişler. El kol işaretleriyle anlaştığım çocuklar defalarca aç, günlerce susuz kaldıklarını anlatıyorlar. Yolda da kaçakçılar tarafından şiddete maruz kalmışlar. Dillerini bilmedikleri bu ülkede, parasız Van’dan İstanbul’a gitmeye çalışacaklar.
Ağustos 2021 Van, makalede bahsi geçen Afganistan-Türkiye yolculuğu 55 gün süren 6 çocuk/ Fotoğraf için izin alındı.
"Vatan hainisiniz"
Elbette ki buraya on binlerce insanın benzer hikayesini yazabiliriz. Ama bu iki hikâye bile sebep sonuç ilişkisi kurmak isteyen insanlar için ölüm yolculuğunun ne anlama geldiğini, bu yolu sadece genç ve güçlülerin gidebileceğini anlamaya yetecektir.
Mülteci karşıtları içindeki milliyetçi/militarist gruplar çoğunlukla mültecileri kendi vatanlarının haini olmakla suçluyorlar. “Vatanınızı savunmalıydınız, sizler savaştan kaçan korkaklarsınız, vatan hainisiniz”. Bu sözlerin sahiplerinin çoğu gerçek bir savaş alanına tanık olmadıkları gibi iç savaşın yaşandığı ülkelerde dair bir fikirlerinin olmadığını da sokak röportajları ya da sosyal medyada sundukları argümanlarından açıkça anlaşılabilir.
Bugün Suriyeli mültecilerle yaptığımız mülakatlarda anlaşıldığı üzere 9 yıldır devam eden iç savaşın tarafları, Suriye halklarına gerçek anlamda refah ve özgürlük vaat etmiyor. Uluslararası boyutuyla yürütülen bu vesayet savaşında Ortadoğu’da jeopolitik öneme sahip Suriye’deki iktidarın belirlenmesi çabası ülkenin şehirlerini, ekonomisi olduğu kadar tarihsel birikimini de yok etti.
Suriyeli Muhammed
Suriye toprakları uluslararası bir cihatçı bataklığına dönüştürülürken, farklı etnik gruplar ve mezhepler arasında kapanmayacak yaralar açıldı. 2015 yılında bir gece yarısı Suriye’nin Celabrus sınırından ailesiyle birlikte kaçak yollarla Türkiye’ye geçen Muhammed (27), hava saldırısında eşini ve çocuğunu kaybettiğini anlatırken “ÖSO militanları birinci kata yerleştiler, bizim evimiz en üst kattaydı. Uçaklar binayı vurdular” diyor. Suriye’de yaşayabilecekleri bir yerin kalmadığını söylüyor ve çok az bildiği Türkçesiyle kendi Suriye’sini tanımlıyor: “Esat zalim, ÖSO hırsız ve yağmacı, IŞID zaten katil… Orada hayat yok.”
Buradan anlaşılıyor ki mültecilerin yaşama arzusu ihanetten öte uğruna savaşılan fikirlerin ölmeye değer olmadığı inancından besleniyor.
Mülteci karşıtı nefret söylemi elbette her zaman şiddet ve hakaret içeren somut bir saldırganlıkla karşımıza çıkmıyor. Bugün Asya’dan Avrupa’ya, Amerika Birleşik Devletleri sınırlarına kadar küresel bir gündem olan göç sorunu, birçok ülkede siyasetin de ana gündem meselesine dönüştü.
İktidar savaşlarında mülteci kozu
Elbette ki bu mesele Türkiye’nin göç rotası üzerinde bir ana istasyona olması nedeniyle iktidarın ve muhalefetin etki alanlarını genişletmek için kullandığı psikolojik savaş argümanı olarak da kullanılıyor. Yani ülke içinde ana muhalefet partileri mülteci meselesini AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan iktidarını sıkıştırmak için kullanırken, Erdoğan iktidarı da yaşadığı siyasal ve ekonomik çıkmazları aşmak için mültecileri Avrupa Birliği’ne karşı bir koz olarak kullanıyor.
Türkiye’deki bu siyasal manevraların sonuçları, sayıları 7 milyonu bulan mültecilerin yaşamlarını elbette ki doğrudan etkiliyor. Ana muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Türkiye’deki mültecilere yönelik “İktidara geldiğimde 2 yıl içerisinde tüm sığınmacıları ülkelerine davul zurnayla göndereceğim” söylemi, yine aynı partinin Bolu Belediyesi’nde “Yabancılara suyu dolar kuru ile vereceğiz (12 kat daha fazla ücretle) ve Bolu’da evlenmek isteyenlerden 100 bin TL isteyeceğiz (asgari ücret 2850TL)” uygulamalarıyla karşımıza çıkıyor.
Geri Kabul Anlaşması ve 34 askerin ölümü
İstanbul Fatih, Şubat 2020. Yunanistan sınırına taşınan mülteciler.
Erdoğan hükümeti ve AB arasında Şubat 2020’de yaşanan mülteci krizi, on binlerce sığınmacının aylarca korkunç koşullarda yaşamalarına neden oldu. AB ile 18 Mart 2016'da yapılan mutabakat, sadece Türkiye topraklarından Avrupa'ya uzanan ve sayıları milyonu bulan Suriyeli mülteciler konusunu değil, aynı zamanda yavaşlama sürecine girmiş olan Türkiye-AB katılım müzakerelerinin de canlanmasını içeriyordu. Daha da önemlisi Türkiye, AB’nin mülteciler için taahhüt ettiği paranın geri kalan bölümünü bürokratik engellere takılmadan ve doğrudan Türk sivil toplum kuruluşlarına aktarılmasını istedi.
27 Şubat 2020’de Rusya Savunma Bakanlığı’nın Türkiye’yi Soçi Mutabakatı’nı ihlal edip “yasadışı silahlı gruplar desteklemeye devam ettiği” açıklamasını yaptığı olaylarda Suriye Hava Kuvvetleri bağlı uçaklar Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de arasında bulunduğu bölgeleri bombalamış, saldırıda 34 Türk askeri de yaşamını yitirmişti. Bu olay sonrasında çoğunluğu NATO üyesi olan AB ülkelerinden beklediği desteği bulamayan Erdoğan, ani bir kararla Türkiye’nin Avrupa kapılarını mültecilere açtığını duyurdu. Açıklamanın ertesi günü on binlerce sığınmacı İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin farklı şehirlerinden otobüslerle Edirne’ye yani Yunanistan sınırına taşındı. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun Twitter hesabından 6 Mart 2020’de yaptığı “Saat 12.10 itibarıyla Türkiye topraklarından ayrılıp Edirne Meriç’ten Yunanistan’a geçen göçmen sayısı; 142.175” paylaşımla dezenformasyonu resmi ağızdan yayması, ana akım medyanın her gün binlerce mültecinin Avrupa’ya ulaştığı haberleri yapması ve kolluk kuvvetlerinin sınır hattında geçişleri organize etmesi vs. bu süreç AB’ye karşı bir devlet politikası olarak yürütüldüğünü gösterdi.
Edirne Yunanistan sınırı, Şubat 2020, tampon bölgede dinlenen mülteciler.
Elbette ki mültecilerin büyük çoğunluğu sınırı geçmeyi başaramadı. Erdoğan hükümeti tarafından Avrupa’ya gidebileceklerine inandırılan insanlar sahip oldukları her şeyi alelacele sattı ve geri dönebilecekleri bir yer olmadığı için aylarca Türkiye-Yunanistan arasındaki tampon bölgedeki ormanlık alanda yaşamak zorunda kaldı. Üstelik bütün bunlar dünyanın kendini COVID-19 salgını nedeniyle eve kapattığı bir dönemde yaşandı. Bu korkunç trajedinin sorumluluğunu kimse üstlenmedi, kayıplar tazmin edilmedi.
Belarus- Polonya sınırı
Bugün aynı senaryoyu daha ağır bir bilançoyla Belarus-Polonya sınırında yaşıyoruz. Belarus lideri Alexsandr Lukaşenko, Erdoğan’ın 2020’deki mülteci hamlesinden aldığı feyzle AB’nin Polonya sınırlarını binlerce mülteciyle doldurdu. Çoğunluğu Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi vatandaşı olan mülteciler, uluslararası kaçakçılık şebekelerine on binlerce dolar para ödeyerek Belarus’un başkenti Minsk’e gittiler. Görüştüğüm mülteciler Belarus konsolosluğundan aldıkları vizelerle Minsk’e ulaştıklarını, oradan da Belarus polisinin refakatinde sınıra götürüldüklerini anlatıyorlar. Kış koşullarında haftalarca açlık ve susuzlukla boğuşan mültecilerden kaçının salgın hastalıklar ve kötü hava koşulları nedeniyle sınırda hayatını kaybettiğini bilmiyoruz. Ama konuştuğumuz her mülteci, sınır hattında beklerken en az bir ölüme tanık olduğunu, ölenler arasında yaşlıların, kadınların ve çocukların da olduğunu aktarıyor.
Bugün itibari ile Akdeniz’den Ege denizine, oradan da Belarus sınırına kadar uzanan AB sınırları, ulus devletlerin ürettiği ve kendinden olmayanı ötekileştiren “nefret politikaları” nedeniyle mülteci mezarlığına dönüştü. Yaşamdan doğan hakları gasp edilen devletsiz halklar, dün Nazi Almanya’sından kaçarken bugün aynı gerekçelerle Ortadoğu’daki şiddet sarmalından kaçıyorlar. Sosyal medyada #RefugeesNotWelcome etiketi ile nefret söylemi üretenler, mültecilere tanınacak hakların yarın onları ya da çocuklarını da güvence altına alacağını görmek zorundadır.
Bir gazeteci ve insan olarak bizim sorumluluğumuz da, ürettiğimiz görsel içerikler ve insan hikayeleriyle “onların artık dönebilecekleri bir evleri yok” demektir. Mülteci hakları toplumsal vicdan için bir turnusol kağıdı niteliğindedir. Bugün için mülteciler dünya üzerindeki sınırların varlığını ve gerekliliğini sorgulatan bir olgudur. Yaşadığımız dünya bizlere bu konuda çok fazla seçenek sunmuyor; ya insanlık onuruna yaraşır bir şekilde yeryüzünü eşit olarak paylaşacağız ya da insanoğlunun yok oluşunun, kendi dönem tanıkları olarak yaşayacağız.
Avrupa Birliği tarafından finanse edilmiştir "DİRENÇ: Batı Balkanlar ve Türkiye'de nefret propagandası ve bilgi kirliliğinin önlenmesi, medya özgürlüğünün yeniden tesisi için sivil toplum hareketi" isimli bölgesel proje Avrupa Birliği'nin mali desteğiyle, partner kuruluşlar SEENPM, Arnavutluk Medya Enstitüsü, Mediacentar Vakfı Sarajevo, Kosovo 2.0, Karadağ Medya Enstitüsü, Makedonya Medya Enstitüsü, Novi Sad Gazetecilik Okulu, Barış Enstitüsü ve bianet ortaklığında uygulamaya konuluyor. Bu makale Avrupa Birliği'nin mali desteği ile üretilmiştir. İçeriğinden yalnızca bianet sorumludur ve hiçbir şekilde Avrupa Birliği'nin görüşlerini yansıtmamaktadır. Proje hakkında buradan bilgi edinebilirsiniz. |
(MB/NÖ)
1- Nefret söylemi ne yana düşer, ifade özgürlüğü ne yana? / Nazan Özcan
2- Dördüncü gücün nefreti / Eren Topuz
3- Gökkuşağının renklerine medyanın nefreti / Selay Dalaklı
4- Türkiye'de Kürtçe medya yok olma tehdidi altında / Murat Bayram
5- Mülteci nefreti / Murat Bay